Ama bazı olaylar tuhaf bir şekilde birbirleri ile bağlantılı olabilirler. Koru tam merkezde, tekerleğin poyrasındaydı. Her tekerleğin bir poyrası vardır. Dönme dolabın da bir poyrası olur, güneş de mevsimlerin poyrasıdır. Poyra sabit noktadır ve en iyisi ona hiç dokunmamaktır, çünkü poyra olmazsa tekerleğin parçalarım bir arada tutacak bir şey kalmaz. Ama insanlar bazen bu gerçeğin farkına çok geç varırlar.
Treegap’a giden yol, uzun zaman önce, en azından çok huzurlu olduklarını söyleyebileceğimiz bir inek sürüsü tarafından açılmıştır. Çeşitli kavisler ve dönüşlerle, inişler ve çıkışlarla küçük bir tepenin eteklerine tırmanır, sonra yeniden aşağıya doğru uzanarak arıların işgalindeki bir yonca tarlasının kenarından biraz ilerler ve bir çayırın kıyısından devam eder.
Burada yolun kenarları gözden yitmeye başlar. Sanki ineklere orada durup sakin sakin otlamaları gerektiğini hatırlatmak için genişleyip yayılmıştır, artık ineklerin geviş getirme ve dalgın dalgın sonsuzluğun hayalini kurma zamanı gelmiştir.
Biraz ileride yol yeniden başlar ve nihayet koruya varır. Ama daha ilk ağaçların gölgesine ulaşır ulaşmaz sert bir dönüş yapar ve bu kez, nereye gideceğine karar verecek aklı varmış gibi, korunun çevresinden dolaşır. Koruyu geçtikten sonra ferahlık duygusu kaybolmaya başlar. Artık yol ineklerin yolu değildir. Onun yerine birdenbire insanların malı haline gelivermiştir.
Burada güneş kızgın kızgın parıldar, toz bulutları oradan oraya gezinir; düzensiz, terk edilmiş yol kenarlarında cılız otlar biter. Sol tarafta ilk evi görürsünüz, “Bana dokunmayın,” der gibi duran küp şeklinde bir evdir bu, bahçesindeki otlar özenle biçilmiştir ve çevresindeki bir metre boyunda demirden sağlam parmaklıklar açıkça “Durma, devam et – seni burada istemiyoruz,” demektedir.
Böylece yol boynunu büküp devam eder; yol uzadıkça evlerin sayısı artar, ama düşmanlıkları azalır. Hapishane ve darağacı dışında kasabanın öyle dikkate değer bir yanı yoktur. Yalnızca ilk ev önemlidir; ilk ev, yol ve koru. Koru biraz tuhaf bir yerdir.
Eğer ilk evin görüntüsü size geçip gitmenizin daha doğru olacağını söylüyorsa, koruyu görünce de aynı şeyi yapmanız gerektiğini hissedersiniz, ama bu kez neden farklıdır. Ev o kadar kibirli durmaktadır ki geçerken gürültü yapmak geçer içinizden, hatta belki bir iki taş atmak istersiniz.
Ama korunun uykulu, öte dünyaya ait bir görünüşü vardır, öyle ki yanından geçerken alçak sesle konuşmak zorunda hissedersiniz kendinizi. En azından inekler öyle yaparlar: “Bırakın huzurla uyusun, onu rahatsız etmeyelim.” İnsanlar da böyle düşünür mü düşünmez mi, söylemek zor. Belki bazıları düşünmüştür.
Ama insanların çoğu korunun çevresinden dolaşırlar, çünkü yol öyle gitmektedir. Korunun içinden yol geçmez. Zaten insanlar başka bir sebepten daha uzak dururlar korudan; bana dokunmayın diyen evde yaşayan Fosterlara aittir koru, demir parmaklıkların dışında olmasına ve kolayca içine girilebilmesine karşın, onların özel mülküdür.
Aslında biraz düşünürseniz, bir toprak parçasının sahibinin olması tuhaf bir şeydir. Kaç metre derine kadar sahip olabilirsiniz ki? Eğer bir toprak parçasının sahibiyseniz, aşağıya doğru daralıp dünyanın merkezine ulaşıncaya kadar olan kısım sizin mi olur?
Yoksa bir toprak parçasına izinsiz girmenin ne demek olduğundan habersiz solucanların yaşadığı kısmın üzerindeki incecik tabakaya mı sahip olabilirsiniz? Ne olursa olsun, koru toprağın üzerinde olduğundan -elbette kökleri hariç- bana dokunmayın diyen evin içinde yaşayan Fosterlar tarafından satın alınmıştır ve en küçük yaprağına kadar onlara aittir; oraya hiç gitmemişlerse, ağaçların arasında hiç dolaşmamışlarsa, bu onların bileceği iştir.
Evin tek çocuğu Winnie de oraya hiç gitmemiştir, ama iş olsun diye parmaklığın demirlerini elindeki çubukla takırdatırken bahçenin içinden seyrettiği olmuştur. Korunun içinde ne olduğunu hiç merak etmemiştir. Eğer bir şeye doğduğunuzdan beri sahipseniz ilginizi çekmez, ancak başkasınınsa ilginç gelir size. Zaten, birkaç dönümden ibaret cılız ağaçların neresi ilginç olabilir ki?
Güneş ışınlarıyla yer yer delinmiş bir loşluk, bir sürü sincap ve kuş, toprağın üzerinde kalın ve nemli bir şilte gibi uzanan dökülmüş yapraklar, pek sevimli olmasa da tanıdık şeyler – örümcekler, dikenler ve tırtıllar. Korunun yalnız bırakılmasının gerçek sorumlusu ineklerdir; neler yapabileceklerini bilecek kadar akıllı olmamaları aslında doğanın bilgeliğinin bir işareti sayılmalıdır.
Eğer korunun çevresinden dolaşacaklarına içinden geçselerdi, insanlar da peşlerinden gideceklerdi. Er ya da geç insanlar korunun tam ortasındaki dev dişbudak ağacını fark edeceklerdi, sonra bir gün o ağacın kökleri arasından çıkan küçük pınarı, çakıl taşlarıyla gizlenmiş olmasına rağmen bulacaklardı. İşte o zaman öyle büyük bir felaket olurdu ki; bu yaşlı ve yorgun dünya, ateş II İşte ağustosun ilk haftasına rastlayan o gün, Mae Tuck şafakla beraber uyandı ve bir süre tavandaki örümcek ağlarını seyretti. Sonunda yüksek sesle şöyle dedi:
“Çocuklar yarın eve gelecekler!” Hemen yanında sırtüstü uzanan kocası kıpırdamadı. Hâlâ mışıl mışıl uyuyordu ve gün içinde yüzünü gölgeleyen sıkıntı çizgileri gevşeyip kaybolmuştu. Hafifçe mırıldandı, dudaklarının kenarları bir an için gülümser gibi yukarı kıvrıldı. Uyanıkken neredeyse hiç gülümsemezdi Angus. Mae yatakta doğrulup oturdu ve sabırla kocasına baktı.
“Çocuklar yarın eve gelecekler,” diye tekrarladı, bu kez biraz sesini yükselterek. Angus birden uyandı ve yüzündeki gülümseme kayboldu. Gözlerini açtı. “Neden uyandırdın beni,” diye içini çekti. “Yine o rüyayı görüyordum, hani hepimiz cennetteymişiz ve Treegap’a hiç gitmemişiz.” Mae oturduğu yerde kaşlarını çattı; duygulu, yuvarlak bir yüzü ve sakin kahverengi gözleriyle tostoparlak bir kadındı. “Sürekli o rüyayı görmenin ne faydası var ki?” dedi.
“Nasıl olsa hiçbir şey değişmeyecek.” “Bunu her gün hatırlatıyorsun, zaten,” dedi Angus, ona sırtını dönerek. “Ne yapayım, rüyalarımı kontrol edemem ya.” “Belki haklısın,” dedi Mae. “Ama, yine de bugüne kadar alışmış olmalıydın,” Angus esnedi. “Ben uyuyorum,” dedi. “Ben kalkıyorum,” dedi Mae. “Atı alacağım ve onları görmek için koruya gideceğim.” “Kimleri görmek için?”
“Çocuklar, Angus! Oğullarımız. Onları görmek için atla koruya gideceğim.” “Gitmesen iyi olur,” dedi Angus. “Biliyorum,” dedi Mae, “ama burada oturup beklemeye dayanamıyorum. Ne de olsa on yıldır gitmedim Treegap’a. Kimse beni hatırlamaz. Günbatımında gidip hemen koruya girerim. Kasabaya hiç uğramam. Zaten beni gören olursa da tanıyamaz.
Daha önce de kimse tanıyamamıştı, öyle değil mi?” “Sen bilirsin, o zaman,” dedi Angus, ağzı yastığa gömülü olarak. “Ben uyuyorum.” Mae Tuck yataktan kalktı ve giyinmeye başladı: Üst üste üç tane iç etekliği, kocaman cebi olan pas rengi bir etek, eski püskü bir pamuklu ceket ve kararmış bir broşla uçlarını göğsünde birleştirdiği el örgüsü bir şal.
Giyinirken çıkardığı sesler Angus’a o kadar tanıdık geliyordu ki, gözlerini bile açmadan, “Yaz ortasında şah ne yapacaksın?” dedi. Mae bu uyarıyı duymazdan geldi. “Aklım sende kalacak. Yarın akşama kadar dönemeyiz biz,” dedi. Angus yatakta döndü ve başını kaldırıp acıyla baktı. “Başıma ne gelebilir ki?” dedi. “Doğru ya,” dedi Mae. “Hep unutuyorum.” “Ben unutmuyorum,” dedi Angus. “Haydi güle güle.” Sonra hemen uykuya daldı.
Mae yatağın kenarına oturdu ve eskilikten incelip yumuşamış, nasıl olup da hâlâ dağılmadığına hayret edeceğiniz deri botlarını ayağına geçirdi. Sonra kalktı ve yatayın yanındaki komodinden küp şeklinde bir cisim aldı; üzerinde gül ve zambak desenleri olan bir müzik kutusu. Sahip olduğu en sevimli şey oydu ve hiç yanından ayırmazdı.
Parmakları kutunun altındaki kurma koluna gitti, ama Angus’un uyuduğunu görerek başını iki yana salladı, küçük kutuyu hafifçe okşadıktan sonra cebine koydu. En son, geniş kenarları eskiyip sarkmış mavi hasır şapkasını takıp kulaklarının altına kadar çekti. Ama, şapkayı takmadan önce griye çalan kahverengi saçlarını tarayıp ensesine topuz yaptı.
Aynaya bile bakmadan çabucak ve ustalıkla yaptı bunu. Komodinin üzerinde duvara dayalı duran bir aynası olmasına rağmen, Mae Tuck’ın aynaya ihtiyacı yoktu. Aynaya bakınca ne göreceğini çok iyi biliyordu ve aksini görmekten çok uzun zaman önce sıkılmıştı. Çünkü Mae Tuck, kocası, oğulları Miles ve Jesse seksen yedi yıldır hep aynı görünüyorlardı.