Bu eser İdeolocya Örgüsüne bağlı olarak benim en başa alınması gereken verimlerimden biri… • Eser 20 yıl kadar önce Ramazan ayında ve üç defada konferans şeklinde verilmiş ve üç gece teravihten sahur vaktine kadar sürmüştür.
Geçen seneye gelinceye dek teyplerden naklen kaleme alınarak tarafımdan titizlikle muhafaza edilen ve birdenbire kitaplık çapta ortaya çıkarılmasını bekleyen üstüne titrediğim eserimi,, temiz ve hatasız baskı, emniyet ve itinası içinde nihayet kitaplaştırıyorum.
“Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” üç gecede dörder saatten oniki saat konuşan adamın muazzam dâvayı temellendirmeye ve bir (sentez)e bağlamaya çalıştığı en kesafetli bir deneme kabul edilmelidir. • Kısa ve kalın hatlariyle Batı, ince ve mahrem çizgileriyle de Doğu…
Bu eser, kendi zâtiyle ne olursa olsun, muhtaç bulunduğumuz tefekkür cehdine mihenk teşkil etmesi bakımından kıymetlendirilse yeridir. • Türkiye’yi, İslâm âlemini ve bütün insanlığı kurtaracak sistemin örgüsü lif lif bu esere yerleştirilmeye çalışılmıştır.
Aydan, dünya küresini (mikrofilm)e alırcasına el attığımız bu tahlil içinde terkip cehdi, umulur ki, yeni İslâm gençliğinin şiddetle muhtaç bulunduğu kültürde temel vazifesi görsün ve “b.d. Yayınları’nın ana eserlerinden biri olsun..
Nisan 1982 N.F.K. Birinci Bölüm BATI TEFEKKÜRÜ Şimdiye kadar yaptığım konuşmalar, muhtelif ana fikir aynalarında cemiyetin gösterdiği kemal ve zeval tezahürlerinin kendi teşhislerimiz zaviyesinden parça parça aksettirilmesiydi. Ama bu defaki öyle değil… Bu defaki, dâvaların dâvası… Bu defaki, temelinden, topyekûn meselemiz…
En çetin ve belki yükü kaldırılmaz dâva.. Onun için, Yunus’un dediği gibi «zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?» diye ifadelendirebileceğimiz bu dâvaya, dünyalar arası büyük murakabe göziyle bakabiliriz.
Belki sahura kadar 3 gece sürecek olan bir konuşma… îşte sizi, sofranıza zehirle pişmiş bir kazan aş sunduğum takdimiyle, lezzetli iftarınızdan sonra, öyle bir acı iftara davet etmekteyim ki, fikir çilesini sevmeyenlerin dilini yakabilir ve yüzünü buruşturabilir.
Büyük muhasebe işi bu, kolay değil..! Dâvamız, Ferhad’ın delmeye çalıştığı dağdan çok daha engelli ve mukavemetli… Onun, eğlendirici üslûplardan, (espri) lerden, birtakım renkli sözlerden ziyade, insanı boğacak kadar işkenceli bir tefekkür cehdine ihtiyacı var… Evvelâ müzakere usulü olarak bu zorluğa katlanma şuurunu başa almak lâzım…
Bilirsiniz ki, renkli ve cicili bicili konuşmaları pek beceremez bir insan değilim… Ama bu defaki uzun konuşmamın, böyle, acı haplar üzerine sıvanmış çukulata zarflarına itibar gösterdiği yok…
Kafamızı bir limon kabuğu gibi sıkıp son usaresine kadar almamızı emreden bir mevzuda aziz hakikatin çehresini, mümkün olduğu kadar (makiyaj) hokkabazlıklarından arındırarak görebilmek şart…
Bu yüzdendir ki, konuşanın konuşabilmesi, dinleyenin de dinleyebilmesi için, dâvaya bu ilk giriş hazırlığını zaruri saymaktayım. Dünyalar arası bu nefs murakabemiz, aynı zamanda bana, âciz şahsıma büyük kazanç getiriyor.
Dâvaların dâvasını huzurunuzda mahrem olarak konuşup «nakş-ı ber’âb – su üzerine yazı» kabilinden harcamamak için, tespiti gereken bir şema üzerinde çalışmış olmak…
Konuşmamı kelimesi kelimesine satırlara aksettireceğim eserimin şemasına malik bulunmak… Kelimeleri ilk defa kullanmaya başladığımız, yani düşünmeye koyuld Saadetim, kitaplık çapta bir fikir cehdini omuzlamaktan geliyor.
Evet, kitaplık çap… Kitap, büyük mesele!.. Dikkat ederseniz Şarka, Şarkın asli rengini veren ve kâinatın tek mümessili olan Allah Resulüne, her şeyi anlarsınız. 4lmi kitapla kaydediniz, bağlayınız!» buyuruyor.
Bu, Garbın (Rönesans) tan sonra vâsıl olduğu bir sistemdir. Orda hiçbir şey yokken bu hikmet İslâmda görülmüş… Buna dikkat etmek lâzım, insafla… Sonraları Şark, ezbercilik âlemi olmuştur. Halbuki işin başında bu emir verilmiş…
Hiçbir şey zayi olmayacak, kitapla kaydedilecek ve kitaplık çapta çalışılacak… Kitap mevzuunda memleketimizin ne halde olduğunu görmenizi isterim. Bunu bir cümle ile geçeyim; Profesörlerimiz kitapsızdır.
Şairlerimiz kitapsızdır: Yahya Kemal’in yüzüne söylemiş ve onu kitaplık bir cehde davet etmiştim: «O nedir senin yaptığın? Radyum gibi miligram miligram tartılan keyfiyetin bile kemiyete istinadı şarttır!» Bu ona çok tesir etmişti; son zamanlarında bir hamaratlık gelmişti ona… «Hürriyet» gazetesinde, şiirleri çıktı. Ama yine kitaplık çapta değil…
Ne yazık ki, bizde kitaplık çapta adam yoktur. Fransa’da bir lise mualliminin bile (orijinal) eseri vardır. Bugün Avrupa kültürüne örnek birçok adam vardır ki, ana eserlerini doktora tezleri olarak vermişlerdir İşte böyle!..
Kitap, kitap, kitap!.. Ama evvelâ kitap, kitabın kitabı ve bütün kitap mefhumunun ruhu olan Allah’ın Kadim Kitabından ders alarak kula düşen vazife, kitap hacminde çalışmak… Gerisi haylazlık ve başıboşluk…
Evet, işte böyle, kitaplık bir cehd içinde dâvamızı ele almak üzere. Batı dünyasına geçmeden, şimdi, umumi olarak dış cephesiyle tasavvufu gösterebiliriz. Sonra Batıya geçecek, ondan sonra da tasavvufun ruhuna nüfuz etmeye, onun potasında erimeye çalışacağız. Tasavvuf… İslâmi ruh ikliminin, su gibi, güneş gibi, ağaç gibi, ana unsuru… Belki de hepsi birden…
Tasavvuf mevzuunda dıştan ve satıh üstü beş türlü anlayış ve görüş tespit edebiliriz: Birincisi bu işe akıl ermez bir keyfiyet, «evliyalık» diye bakanların basit anlayışı…
Bu anlayış bir «merveyyö – fevkalâdelik» tespitinden ileriye geçemez ve hiçbir tarif ve izaha yaklaşamaz. Avam görüşü… Giderler; türbe kapılarına ve mezar parmaklıklarına çaput bağlarlar…
Evliya bildikleri şahısların da önünde diz çökerler ve başka birşey bilmezler… Halbuki bu hareketlerin çoğu Şeriat ölçüsüyle yasaktır. Bağlandığı şahsın harikalar yaptığını kabul eden, fakat bu mevzuda hiçbir şey bilmeyen kaba bir teslimiyet…