Birinci Fasıl
İKİNCİ ASIR SONUNA KADAR
DOĞRU YOL
Allah’ın Resulü, etraflarında Sahabileri, ince bir değnekle kum üzerine derince ve dümdüz biz çizgi çektiler ve sonra bu çizginin iki yanına kırkayağa benzer birtakım kısa hatlar ekleyerek buyurdular:
Şu dosdoğru çizgi kurtuluş yoludur; ondan kopma küçük hatlarsa felaket yönleri… Ve daha nice hadis… Bir tanesi daha:
Musa Peygamberin ümmeti 71 fırkaya ayrıldı. Biri nur, 70’i ateş yolunda….İsa’nın ümmeti de 72 bölüm… Biri nur, 71’i ateş istikametinde… Benim ümmetimse 73 fırka olacak; biri nura, 72’si ateşe yönelecek.
Alemlere rahmet olarak gelen O’nun Saadet Devrinde her şey, feza çapında bir avizeyi taçlandırıcı, en dakik şekilde traş edilmiş billur parçaları… Avizenin saçağında ve kollarındaki her parça, dal dal birbirine düğümlü, kainatı ışıldatan nur emrinde ve o nurun bedahet idraki içinde. Her şey vecd, aşk ve üstün sezişten ibaret ve kimsede akıl, akılla bulmak, akılla ölçmek diye bir kaygı ve zor mevcut değil…. Sonradan gelecek büyüklerin tabiriyle, bütün Sahabiler anlamıştır ki, <<Peygamberlik tavrı aklın ötesinde>> dir… Ve insanda onu sezmeye memur vasıta akıl üstü bir şeydir, kalbtir; Peygamber sohbeti ise insanı kalbinden tutup yerden ayağını kesici ve tepe noktasında erdiricidir.
Sahabi diyor ki: O’nu dinlerken öyle olurduk ki, adeta başımızın üstünde kirpiğimizi kımıldatsak uçup gidecek ışıktan bir kuş varmış gibi mıhlanır kalırdık. Yolda birbirine rastlayan iki Sahabi:
Nereye gidiyorsun? Filan yere, falan işe… Gel seninle bir kenara çekilelim de beş dakika için olsun, iman getirelim!… Bakın siz; Sahabe, O’nun bir an uzağındaki nefsani hayatını nasıl değerlendiriyor?… Kainatın efendisi, İslam’ın götürülmesi için uzaklara yolladıkları Sahabiye sordular: Orada neyle hükmedeceksin? Allah’ın Kitabı ve Resulünün sünnetiyle… Ya onlardan aradığını bulamazsan?… Sahabi tereddütsüz cevap verdi:
İçtihat ederim. Ve Allahın Resulü, mukaddes ellerini kaldırıp, kendisine bu anlayışta Sahabiler ihsan ettiği için Allah’a hamdettiler.
Sahabi ne midir? Ümmetin temel yapısı; kalbini, duygu ve düşüncesini peşin olarak O’na bağlayan ve sonra bu bağlanış etrafında hakikat dairesi üstünde dilediği gibi akıl atını koşturan -ağzı kantarmalı at-ve artık hiçbir akıl sıkıntısı çekmeyen büyük insan örneği… İşte <<Doğru Yolun Sapık Kolları>> onlardan sonra, kuru akıl ve şeytani hayalin baskısiyle açılmaya başladı.
MEZHEP Mezhep nedir? <<Zehab – zan ve tahmin>>den gelen bu kelime, bellibaşlı bir noktaya giden yolun nerelerden ve nasıl geçtiği ve ne gibi kısımlar ve şekiller çizdiği üzerinde bilgiler ve ölçüler manzumesi demek… Peygamber, doğru yolun doğrudan doğruya açıcısıdır. Onun <<Zehab-zan ve tahmin>> ve mezhep kuruculuğu ile alakası olamaz. Peygamberde her şey berrak ve mutlak… Açık havada güneş… Gösterdiği her şey, namutenahi ince çizgilerle işlenmiş bir elmas… Ne <<Acaba?>>sı var, ne <<belki>>si…
güneş öyle bir tepe noktasından vuruyor ki, hiçbir şeye gölge hakkı bırakmıyor; gölge, yani şüphe, ayaklar altında… Ne cemiyette en küçük hiza yanlışı var, ne fertler arasında en basit çekişme… Ne de anlayış ve sezişlerde en hafif çelişme… Çünkü insanlara hükmedici kıstas, her ölçüyü zatında toplayan vecd ve aşk…
Hazreti Ali’nin <<bütün>> ve <<parça>> meselesinde: Parça <<bütün>>ün habercisidir. Hikmetine eş, en ulvi ve esas <<bütün>>den ve <<süfli ve cüz’i parça>>ya kadar her şey, merkezde düğümlü bir nakış gibi içiçe, çelişkisiz ve eksiksiz…
Allahın Resulü, delikanlılık çağındaki Üsame Hazretlerini orduya Başbuğ tayin buyurdukları zaman, bata Hazreti Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali, hiçbir olgun Sahabinin yüzünde herhangi bir buruşma ve dilinde bir memnuniyetsizlik ifadesi yoktur…
Sahabilerin hepsi müctehid. Fakat, uzaklaşan, gölgelenen ve sislere bürünen bir hakikati heceleme, sökmeye çalışma, <<zan ve tahmin>> etme manasına değil, ölçüleri bilme, ruhuna sindirmiş bulunma, her işe tatbik gücüne ermiş olma manasına…
Kuduz İslam düşmanı (Leone Kaytano)nun: O ne kuvvettir ki, çevrelediği insanlardan tek kişi bile gevşemedi, kopmadı, dönmedi!… Dediği, buna rağmen <<çünkü Resuldü!>> diyemediği, böylece tezatların en yırtıcısına düştüğü o cazibe merkezi, işte bu yekpareliğin sancağını getirmişti.
Kainatın Efendisi, sonsuzluk tahtına geçmek üzere hücrelerindeki yatakta gözlerini kaparken hızla gelip başbuğluk sancağını Peygamber kapısının önüne diken delikanlı Üsame işte bu bayrağın temsilcisi….
İLK ALAMETLER
Hazreti Osman devrinde başladı ve Üçüncü Halifenin, herhangi bir ferdi ve itikadi davranış değil; hissi ve infiali planda bir toplulukça şehid edilmesiyle ortaya çıktı. Bu topluluk, kelimenin hem <<dışta kalan>> ve hem <<karşı çıkan>> manasiyle, henüz adını almamış olarak <<Harici>>zümresinin ilk filizleridir. Ağaçlarını ve dallarını Hazreti Ali devrinde yetiştireceklerdir ve davranışları mezhebi olmaktan ziyade siyasidir. Fakat öyle bir siyasi mahiyet ki, artık kitle halindeki vecd ve aşk perçininin çatlak vermeye başladığını ihtar edecek ve ondan sonraki sapıklıklara ilk istidat zeminini kuracaktır. İnsanlar arasında <<İhtilaf-fikir ayrılığı>> denilen, çok defa aziz ve erdirici, çok defa da sefil ve kaybettirici (fakülte)nin kurtarıcılıktan öldürücülüğe sürüklenmesine mani ferdi ruh ve içtimai nizam…
işte bütün mesele!…. İhtilaf… <<Ümmetimin ihtilafı rahmettir.>> Buyuran Kainatın Efendisi, ruhi kıvam
ve içtimai nizamın en üstün ahengi içinde, müspet cephesiyle ihtilafı ne güzel abideleştirmişlerdi. Orta yere bir çiçek vazosu koysalar, etrafındaki herkes onu başka başka noktalardan göreceğine ve hiç kimsenin gözbebeği içinden bakılamayacağına göre, ihtilaf, insan yapısının zaruri neticesi… Elverir ki, bellibaşlı bir sınırı çatlattığı hissini vermesin ve herkesçe makbul ihtimaller çerçevesinde kalsın… Ayrı ayrı uzuvlarından fili muayene eden körler gibi, toplayıcı ve hakikati kaybetmesin…
Nurun merkezinde her Sahabi bir nur olduğu mevkiindeyken yalnız lügatta ve ihtimal aleminde bilinen ihtilaf, ilk filizlenmesini Hazreti Osman’ın halifeliğe seçilmesi sırasından gösterir gibi oldu; Haşimi ve Emeviler arasında küçük bir burkuntuya yol açtı; fakat nur oluklarından en büyüklerinin suladığı cemiyet bahçesinde ve Hazreti Ebubekir ile Ömer’in temsil ettikleri birlik ve bütünlük zemininde hiçbir karışıklığa yer kalmaksızın ukdeler bastırıldı. Fakat yumuşaklık, edep ve haya madeni Hazreti Osman devri, kısa zamandan kendisinden önceki sütbeyaz iki devrin ulvi rengine hiçbir leke sürdürmediği halde:
Bu da beyaz ama acaba o beyaz mı? Arada, esası asla bozmayacak şekilde bir (ton) farkı var mı, yok mu?
Diye düşündürecek şekilde birtakım vehimlerin türemesine mani olamadı. Buna sebep, rikkat ve hassasiyette Hazreti Osman’ın, kendi aile kadrosuna duyduğu zaaf ve menfi temayülleri tepeleyici bir şiddet seciyesinden uzaklığı… O, hiçbir isteği kırmayan bir melekti. Ve kullarını imtihan için kötülüklere yol veren Allah’ın takdiri böylesini gerektiriyordu.
MANZARA
Kainatın Efendisi, vecd ve aşk timsali Ebuzer Hazretlerine şöyle buyurmuşlardı: Medine’de binaların sel dağını aşarcasına yükseldiğini görünce sen oradan çık! Medine’de binalar kat kat yüksele görsün, Müslümanlar her taraftan merkez beldeye kol kol aka dursun… İslam fetihlerinin maddi verimi olarak şehirde alış-veriş köpürmekte, sokaklarda ziynetli kılıklar pırıldamakta, meydanlarda soylu atlara binmiş gidip gelenler çoğalmakta, sofralarda nefis yemekler tütmekte…
Bu hal, ötelerden gelen ve dünya ile ahireti sımsıkı muvazene içinde tutmayı emreden İlahi fermanın, nefslerde, sadece dünyayı hedef alırcasına tek kanatlı bir anlayışa kaydırılmaya başlandığından bir işarettir. Ve bundan, yeryüzü vatanında, gökyüzü vatanına hasret içinde yaşayan ve işleri olacağına bırakan Hazreti Osman değil, mücerret nefs ve insan sorumludur. Ebuzer Hazretleri, hadiseleri güdücü ve Allah Resulünün emanetine bir toz zerresi kondurmayıcı iki büyük halifeden sonra renklerde küçücük bir uçuk görünce en hassas yerinden yaralanmıştır.
Şam Valisi Hazreti Muaviye nasıl Hazreti Osman devrinin dünya alakasına en renkli misali heykelleştiriyorsa Ebuzer Hazretleri de dünya tiksintisi içinde ötelere bağlı ve bütün hallere aykırı Sahabi mizacının en parlak örneğini canlandırıyor. Hazreti Aişe’nin bir teşhisi:
<<Ebubekir ve Ömer devirleri Saadet zamanında olduğu gibi geçti. Osman zamanında ise mülk ve dünya kokusu gelmeye başladı.>> Bu sözün hakikatini Ebuzer kadar derinden hisseden kim olabilir?…. O, Şam’da, Muaviye idaresinde bir nevi müftülük makamında… Üstüste istiflendirilen altın ve gümüş sahiplerine çatmaktan ve onları dünya ejderhası tarafından yutulmamak için uyarmaktan başka derdi yoktur…
Mübarek dudaklarında Allah’ın şu kelamı: <<Ey inananlar! Yahudi ve Nasrani büyüklerinden çoğu, halkın mallarını haksız olarak yerler ve onları Allah yolunda saptırırlar… Altın ve gümüş biriktiricilerine, onları Allah yolunda harcamayanlara çekecekleri acı azabı bildir! Azab günü bu biriktirilmiş mallar cehennem ateşinde kızdırılıp sahiplerinin alınlarına, yanlarına ve arkalarına yapıştırılacaktır; ve işte nefsleriniz için sakladığınız budur, onun azabını tadınız, denilecektir…>> ACI
Belirttik ki, Kainatın Nuru, cisimleriyle de nurun yuvasına çekildikten sonra, iki büyük Halife zamanında hiçbir noktası kararmayan mukaddes emanet Hazreti Osman devrinde solmaya istidat kazanır gibi oldu. Bütün büyük Sahabilerle beraber Hazreti Osman’ı da bu acıyı duyanlar arasında görmeliyiz. Ne var ki, o, kıymette ve sırada üçüncü büyük Halife, bu hali önleyebilmenin yalçın mizacına sahip değildir. Bu da onun başkaca büyüklüğünden eksiltmez. Ebuzer-ki, Osman devrindeki acıyı en derin kaydedenbir hassasiyet örneğidir-bir gün Halifenin karşısına dikilip bazı ellerde yığılmaya yüz tutucu servetler hakkında şöyle demişti:
Niçin zenginlerden alıp fakirlere dağıtmıyorsun? Bu hissi ihtarı, İslamda sosyalizm fikrine senet diye gösterenler farkında değildirler ki, onda şeriatin batınından gelen bir züht kokusu bulunmakla beraber, zahirine uymaz bir mana yatıyordu. Ve onu, ölçüye bağlı akıl değil, infiali ve teessüri duygu söyletiyordu… Ebuzer Hazretleri, her ferdi kendi mizaç ve vecdinde bir cemiyet davası gütmekle toplum idaresinde tırmanılması ilahi hikmete uymayan bir ruh şahikası seviyesinden konuşuyordu. Bu inceliği hemen kavrayan Hazreti Osman öyle bir cevap tavrı takındı ki, bu tavır, meseleler meselesini hemen çözümlemeye yetti. Dava üzerinde, biri <<usul>>ü, öbürü de <<esas>>ı getiren iki madde:
Evvela: Ben Allah’ın Resulünden görmediğimi yapmam! Sonra da: İslamda kazanç ve mülkiyet esastır. Dileyen senin yaptığın gibi, dilediğini verir, hatta bir pulu bile kalmaz. Ben zorlayamam! Bir gün de Muaviye, Şam’da o’nu imtihana çekmeyi düşündü. Bir akşamüzeri Ebuzer’e 1000 Altın gönderdi.
Şam Emiri sana bu altın torbasını gönderiyor! Al ve güle güle harca! Ebuzer, Şam Emirinden gelen altınları yüzgeri çeviremedi. Kimbilir nasıl bir niyetle odasının bir köşesine koydu. Fakat uyuyamadı. Sanki torbadan, sarı ışıklarını kendisine dikmiş 1000 tane yılan gözü bakıyordu. Gece demedi, uyku vakti demedi, yatağından fırladı, torbayı kaptığı gibi sokaklara daldı; kapı kapı dolaşarak bir tanesi bile kalmayacasına altınları fakirlere dağıttı. Sabahleyin kapısından parayı getiren memur:
Ya Ebuzer, büyük bir yanlışlık oldu! Muaviye’nin başka birine teslim edilmek üzere bana verdiği altınları yanlışlıkla sana getirdim. Bana onları geri ver ve beni Muaviye’den kurtar! Vah evladım! Ben onları gece fakirlere dağıttım. Kendimde hiçbir şey bırakmadım. Bana üç gün müsaade edin de tedarik edeyim! Sen de yanlışlığının cezasından kurtul!… Muaviye de anlamıştı ki, Ebuzer, bu ihlas, samimilik ve dik sözlülükle Şam’da kalacak olursa, onun pençesinden kurtulamayacaktır….