“Aşık mıyım? Bilmiyorum.
Beni sevip sevmediğini bilmiyorum.
Onu sevip sevmediğimi bilmiyorum.
Tek diyebileceğim, aklımdan hiç çıkmayan tek kişi o.
Duymak istediğim onun sesi. Görmeyi umduğum onun yüzü.”
Bravo bana! Kaybettim 🙁 Şu dünyada kaybetmemem gereken tek şeyi kaybettim. Nişan yüzüğümü! Magnus’un üç nesillik aile yadigarı.
Ve şimdi, tam da annesiyle babasının döndüğü gün kaybettim. Kaybetmek için o günü buldum. Derin derin nefes al, Poppy.
Olumlu düşün 🙂
Bir hayır yemeğinde kızlarla iki kadeh şampanya devirdikten sonra Poppy’nin hayatı bir anda tepetaklak oldu. Yalnızca nişan yüzüğünü kaybetmekle kalmadı, arkasından yaşanan panikte cep telefonundan da oldu. Titrek bacaklarla otelin lobisinde dört dönerken, bir çöp kutusunda terkedilmiş bir telefon buldu. E, mal bulanındır demişler! Artık otele bir numara bırakabilirdi. Kaderinde vardı demek ki!
Tek sorun şuydu ki, telefonun sahibi işadamı Sam Roxton, onunla aynı fikirde değildi. Cep telefonunu geri istiyordu ve Poppy’nin, tüm mesajlarını okumasından ve özel hayatına burnunu sokmasından hiç hoşlanmamıştı. Üstüne üstlük yüzüğü bulana kadar Poppy’nin tek elle idare etmesi gerekecekti (!) Düğün hazırlıkları, Sam’in geçici asistanlığı vazifesi ve başına bizzat açtığı türlü belalar yüzünden işler iyice karışacaktı.
***
BİR
Sakin. Kafamı toplamam lazım. Deprem değil, nükleer afet değil, cinnet getirip gözü dönmüş silahlı bir adam hiç değil. Dünyada yaşanan felaketler düşünülünce bu, hiçbir şey. Hiç hem de. İleride geri dönüp bakınca şu anki halime kahkahalarla güleceğim bence, “Ah, amma da salakmışım, ne kadar panik yapmıştım,” diye.
Dur Poppy. Aklından bile geçirme. Hiç güleceğim yok. Hatta midem bulanıyor şu an. Otelin balo salonunda gözlerime perde inmişçesine deli danalar gibi koşuyorum, yüreğim ağzımda, mavi desenli halıya, varaklı sandalyelerin arkasına, yerlere atılmış pis peçetelerin altına, hatta düşmesi imkansız köşelere bile beyhude bakıyorum.
Kaybettim işte. Gitti. Şu dünyada kaybetmemem gereken yegane şeyi bulamıyorum. Nişan yüzüğümü!
Özel bir yüzüktü desem hafifsemiş olurum. Magnus’un ailesi üç nesildir bu yüzüğü takıyor, iki pırlantanın ortasında muhteşem bir zümrüt tasarımı. Magnus bunu bana takmak için bankadaki çok özel kasalarını açmak ve yüzüğü oradan çıkartmak zorunda kalmış. Koskoca üç aydır gözüm gibi bakarak sağ salim takıyordum, geceleri kutsal emanetmişçesine porselen bir tabağın üstüne bırakıyor, her otuz saniyede bir elimle yokluyordum… Oysa şimdi, tam da annelerinin Amerika’dan geldikleri gün kaybediverdim. Tam da gününde!
Profesör Antony Tavish ve Wanda Brook-Tavish şu saniye işi gücü bırakıp altı ay dinlenelim diye gittikleri Chicago’dan dönüş yolunda, uçaktalar. Kafamda çok net canlandırabiliyorum ikiliyi. Yan yana oturmuş, birbiriyle uyumlu Kindle’larından akademik yazılar okuyarak kavrulmuş ballı fıstıklarını yiye yiye geliyorlardır. Hangisinden daha çok korkuyorum, karar veremiyorum açıkçası.
Adamdan. Çünkü fazla kinayeci.
Yok, yok, kadından. O kabarık, elektriklenmiş saçlarıyla ve feminizm hakkındaki fikirlerimi almak isteyen sorularıyla…
Aman işte, ikisi de eşit derecede tüylerimi ürpertiyor kısacası. Bir saat sonra uçakları inmiş olacak ve yüzüğü parmağımda görmek isteyecekler.
Hayır. Tıknefes olmayı bırak. Poppy. Olumlu düşün. Bir başka açıdan bakmalıyım duruma. Mesela… benim yerimde Poirot olsa ne yapardı? Öyle etrafı telaşa vermezdi. Dinginliğini korur, beynindeki gri hücreleri kullanır ve olayın kilit noktasını çözen, minik ama hayati öneme sahip bir detay bulurdu.
Gözlerimi sımsıkı yumuyorum. Küçük gri hücrelerim. Hadi. Çalışın bakalım.
Yalnız şu var, bence Poiror, Doğu Ekspresi cinayetini çözmeden önce üç pembe şampanya ve bir mojito içmemişti.
“Hanımefendi?” Gri saçlı bir temizlik görevlisi elindeki elektrikli süpürgeyle yanımdan geçmeye çalışıyor ve dehşete kapılıyorum. Balo salonunu elektrikliyle almaya başladılar bile! Ya yüzüğü de çekerlerse?
“Afedersiniz.” Kadının mavi naylon önlüklü omzunu tutuyorum. “Salonu süpürmeden önce bana beş dakika daha izin verir misiniz?”
“Hala yüzüğünü mü arıyorsun?” Şüpheli şüpheli başını iki yana sallıyor, sonra yüzü aydınlanıyor. “Bence kesin evdedir. Meğer başından beri oradaymış dersin!”
“Olabilir.” Dişimi sıkıp kibarca kafa sallıyorum ama içimden avaz avaz bağırmak geliyor. “O kadar da aptal değilim!” Salonun diğer köşesindeyse bir başka görevlinin cupcake kırıntılarını, buruşturulmuş peçeteleri siyah bir çöp torbasına doldurduğunu görüyorum. Hiç oralı değil. Eline geçeni bakmadan atıyor. Duvara konuştum sanki.
“Afedersiniz!” Sesim çatlayarak sesleniyor, bir yandan da kadına doğru uzun adımlarla koşuyorum. “Yüzüğümü arıyorsunuz hala, değil mi?”
“Yüzükten eser yok canım.”
Aynı anda da bir avuç dolusu artığı masadan torbaya ittiriveriyor, hiç yoklama zahmetine bile girmeden üstelik.
“Dikkat edin!”
Elimi daldırıp peçeteleri avuçluyor, geri çıkarıyorum, her birini tek tek mıncıklayıp sert bir yumru arıyorum, ellerim kremaya bulaşmış, umrumda bile değil.
“Canım, ben de buraları temizlemeye çalışıyorum.” Temizlik görevlisi peçeteleri elimden kapıyor. “Her tarafı ne hale getirdin baksana!”
“Farkındayım, tamam, afedersiniz.” Yere düşürdüğüm kek kaplarını topluyorum. “Ama anlatamıyorum galiba. O yüzüğü bulamazsam yandım.”
İçimden, kadının elindeki torbayı alıp adli tıpçılar gibi cımbızlarla incelemek geliyor. Hatta odanın çevresine plastik şerit çekip burayı olay yeri ilan etmek istiyorum. Burada olmalı çünkü, burada bir yerde.
Tabii eğer birisi almadıysa. Tutunduğum diğer dal bu. Arkadaşlarımdan biri yüzüğü takıp çıkarmayı unuttu ve hala fark etmedi. Belki de birinin çantasına düştü… Ya da birinin cebine girdi… Bir kazağın ipliğine takıldı… Kafamdaki olasılıklar gitgide uzayıp zayıflıyor ama pes edemem.
“Tuvalete baktınız mı?” Kadın arkasını dönüp yanımdan geçiyor.
Herhalde baktım. Dizlerimin üstüne çöküp bütün kabinlerin içinde yerleri ellerimle santim santim yokladım. Sonra da lavaboları. İkişer kez. Hatta konsiyerje gidip tuvaleti kapattırmayı, bütün boruları kontrol ettirmeyi önerdim de, kabul etmedi. Orada kaybettiğimden emin olsam durum değişirmiş ve polis de çağırsam, adamlar ona hak verirmiş ve insanlar bekliyormuş, kenara çekilebilir miymişim?
Polis mi. Pöh! Ben de arar aramaz ekip arabalarıyla sirenler çala çala gelecek, beni merkeze götürüp ifade vermemi isteyecekler sanmıştım. İfade vermeye bile vaktim yok zaten! Yüzüğümü bulmak zorundayım!
Tüm öğleden sonra boyunca oturduğumuz yuvarlak masaya koşuyorum tekrar ve bir kez daha emekleyerek yerleri yokluyorum. Nasıl olabildi böyle bir şey? Nasıl bu kadar salak olabildim?
Şu Marie Curie Şampanya Çayı’na bilet almak, okuldan eski bir arkadaşımın, Natasha’nın fikriydi. Bekarlığa veda kutlamasını yaptığım spa haftasonuma gelemedi ya, onun yerine buna kalkıştı. Masada sekiz kişiydik, mutlu mutlu şampanyaları yuvarlıyor, pastalar yiyorduk ve tam çekiliş başlamak üzereyken biri kalkıp “Hadi Poppy, ver de şu yüzüğünü bir deneyelim,” dedi.
Kim olduğunu bile şu an tam hatırlayamıyorum. Annalise miydi acaba? Annalise’le üniversiteden arkadaştık, şimdi ikimiz de First Fit Fizyo’da çalışıyoruz, Ruby de bizimle. Aynı fizyoterapi kursuna gitmiştik zaten. Ruby de çaya gelenlerdendi ama yüzüğü takıp takmadığının farkında değilim. Yoksa taktı mı?
Ne kadar beceriksizim bu işte. Daha en temel ayrıntıları hatırlayamazken benim nerem Poriot olacak? Hakikat şu ki, o anda herkes yüzüğü takıyor gibiydi bana göre. Natasha, Clare, Emily (ta Taunton’dan eski okul arkadaşlarım), Lucinda (düğün organizasyonumu yapıyor ama arkadaş olduk gibi bir şey), asistanı Clemency, sonra Ruby ve Annalise (sadece okul ve iş arkadaşı değil, aynı zamanda en sıkı kankalarım. Nedimem de olacaklar).
İtiraf ediyorum: Milletin hayranlığı koltuklarımı kabartmıştı. Böylesine ihtişamlı ve güzel bir şeyin bana ait olduğuna hala inanamıyorum. Aslında, şu olan bitenin hiçbirine inanamıyorum.
Nişanlandım! Ben, Poppy Wyatt. Boylu boslu, yakışıklı bir üniversite hocasıyla hem de. Adamın kitabı var, kaç kere televizyona çıkmış. Altı ay öncesine kadar aşk hayatım yerlerde sürünüyordu. Bir yıldır dişe dokunur icraat yoktu ve çaresizlikten çöpçatan.com sitesinden tanıştığım ağzı kokan çocukla bir kere daha yemeğe çıkmayı göze almak üzereydim… Şimdiyse düğünüme on gün kaldı! Her sabah uyanıyorum, uyuyan Magnus’un pürüzsüz, çilli sırtına bakıyorum ve içimden, “İşte nişanlım, Dr. Magnus Tavish, Londra Kings College’da1 öğretim görevlisi,” diyorum ve gözlerime inanamıyorum. Sonra öbür yanıma dönüp başucumda para diye bağıran nişan yüzüğüne bakıyor, gene gözlerime inanamıyorum.
Magnus duyunca ne diyecek?
Midem takla atıyor ve güçlükle yutkunuyorum. Hayır. Şimdi bunu düşünme. Hadi ama gri hücrelerim. Bir atılım yapın.
Clare’in yüzüğü uzunca bir süre elinden çıkarmadığını hatırlıyorum. Sonra Natasha’nın yüzüğü çekiştirişini, “Bende sıra! Bende sıra!” diye bağırışını, hatta “Yavaş çıkarın!” diye uyarışımı hatırlıyorum.
Yani, sorumsuzca davrandım denilemez işte. Masada elden ele gezen yüzükten gözlerimi ayırmıyordum.
Derken dikkatim dağıldı çünkü çekiliş başladı ve ödülleri şahaneydi. İtalya’da bir villada bir hafta tatil, çok şık bir güzellik salonunda saç kesimi, Harvey Nicholstan hediye çeki… Salonda çekilen biletler, çağırılan numaralar derken bir hayhuy çıktı, “Benim!” diyen kadınlar yerinden fırlayıp sunucuya koşuyordu.
İşte her şey o sırada bozuldu, İşte o anı düşününce midem bulanıyor, keşke diyesim geliyor. Zamanı geri alabilseydim, tam o saniyeye dönerdim. Orada oturan kendime hızlı hızlı yürür, “Poppy, önceliklerini unutma,” derdim.
Ama insan fark etmiyor işte, değil mi? O an yaşanıyor, o hayati hatayı yapıyorsunuz ve bitiyor, herhangi bir şekilde önleyebilme fırsatı heba oluyor.
Sonrasında olan şuydu, Clare çekilişte Wimbledon’a bilet kazandı. Clare canım ciğerimdir, çok severim ama biraz silik bir tiptir. Millet gibi yerinden fırlayıp “Kazandım! Kazandım!” diye bas bas bağırmak yerine, elini birkaç santim kaldırdı. Aynı masada oturan biz bile anlamadık kazandığını.
Tam Clare’in çekiliş biletini havaya kaldırışı kafama dank ederken sunucu kadın, “Kazanan talihli yoksa, bir daha çekeceğiz sanırım…” dedi.
“Seslensene!” diye dürttüm Clare’i ve kendi elimi deli gibi sallamaya başladım. “Burası! Kazanan talihli burada!”
“Yeni numaramız… 4-4-0-3.”
Tüm şaşkınlığım karşısında salonun diğer köşesinden kahverengi saçlı bir kız hoplayıp zıplamaya, biletini savurmaya başladı.
“Kazanan o değil!” diye kafa tuttum. “Sen kazandın.”
“Önemli değil ya.” Clare oturduğu yerde sindi.
“Tabii ki önemli!” diye bağırdım kendimi tutamayıp ve masada herkes koptu.
“Hadi Poppy!” diye bağırdı Natasha. “Hadi bakalım, Beyaz-Atlı-Prenses! İşe el koy!”
“Hadi Beyaz-Atlı!”
Bu da aramızda eski bir espri. Okulda bir kere hamsterları kurtarmak için imza toplamıştım ve herkes bana Beyaz Atlı Prenses demeye başlamıştı. Ya da kısaca Beyaz Atlı. Sözde en meşhur lafım da, “Tabii ki önemli!”2
Her neyse. Uzun lafın kısası, iki dakika sonra kendimi sahnede, kahverengi saçlı kızın yanında sunucuyla arkadaşımın numarasının geçerli olduğunu tartışırken buldum.
Biliyorum, masadan hiç kalkmamalıydım. Yüzüğü bir saniye bile olsa gözümün önünden ayırmamalıydım. Ne kadar aptalca olduğunun farkındayım. Ama savunmam şu, yangın alarmının çalacağını bilmiyordum, nereden bileyim?
Gerçeküstüydü adeta. Bir saniye önce herkes mutlu mesut çay partisinde yerinde otururken bir sonraki saniye havada sirenler çalıyordu ve kıyamet koptu, millet ayaklandı ve çıkışa üşüştü. Annalise, Ruby ve diğerlerinin çantalarını kapıp çıkışa koştuğunu gördüm. Takım elbiseli adamın teki sahneye çıkıp beni, diğer kızı ve sunucuyu yandaki kapıya doğru itekledi ve diğer taraftan gitmemize izin vermedi. “Güvenliğiniz bizim için önceliklidir,” deyip durdu.3
O zaman bile o kadar endişelenmedim. Yüzüğün ortadan kaybolacağı aklımın ucundan geçmedi. Kızlardan birinde güvendedir ve nasılsa dışarıda buluşacağız, bana verecekler sandım.
Dışarısı tabii ayrı bir keşmekeşti. Otelde bizim çayla aynı anda büyük bir iş toplantısı daha düzenleniyormuş, farklı farklı kapılardan işadamları dökülmeye başladı, otel personeli megafonlarla bir şeyler duyurmaya çalışıyordu, araba kornaları derken, o hengamede Clare ve Natasha’yı bulmam bayağı vakit aldı.
“Yüzüğüm sizde mi?” dedim anında, suçlayıcı bir tonda konuşmamaya çalışarak. “Kimde kaldı?”
İkisi de boş boş baktı.
“Bilmem.” Natasha omuz silkti. “Annalise’te değil miydi?”
Böylece de gene kalabalığa dalıp Annalise’i aradım ama onda değilmiş, o da Clare’de sanıyormuş. Ve Clare de, Clemency’de sanıyormuş. Clemency de, “Ruby’de değil miydi ama o gitti galiba,” dedi.
Panik öyle bir duygu ki, insanı iliklerine kadar etkisi altına alıyor. Bir an için sakin, huzurlu, hala içinizden, “Saçmalama. Kaybolacak hali yok ya,” diye tekrar eden bir insansınız. Bir saniye sonraysa Marie Curie Çayı personeli beklenmedik koşullar nedeniyle çayın iptal edildiğini duyurmaya ve hediye torbalarını dağıtmaya başlıyor. Bütün arkadaşlarınızsa metroya yetişmek için koşturup sırra kadem basıyor. Ve parmağınız bomboş. İçinizden bir ses ise kendini paralıyor, “Aman Tanrım! Biliyordum! Böyle olacağını biliyordum! Bana antika yüzük emanet edende kabahat! Büyük hata! Çok büyük hata!”
İşte böylece de bir saat sonra kendinizi koca bir masanın altında sürünürken, pis otel halısının kıllarını incelerken ve bir mucize olsun n’olur diye dualar ederken buluveriyorsunuz. (Üstelik de nişanlınızın babası mucize diye bir şeyin var olmadığı, tamamen batıl inançtan kaynaklandığı ve hatta aman Tanrım demenin bile zayıflık belirtisi olduğu üzerine tuğla gibi bir cilt kitap yazmış olmasına rağmen.)4
Birden telefonumun ekranının yanıp söndüğünü fark ediyorum ve titreyen parmaklarımla onu elime alıyorum. Üç mesaj gelmiş ve bir umutla hepsini alt alta açıyorum.
Naptın, buldun mu? Annalise xx
Pardon tatlım, hiç görmedim. Merak etme, Magnus’a benden laf çıkmaz. N xxx
Selam Paps! Tanrım, ne iğrenç bir şey yüzüğünü kaybetmek! Aslında ben gördüm galiba… (devamı var)
Donakalarak telefona bakıyorum. Clare görmüş mü? Nerede?
Masanın altından emekleyerek çıkıyorum ve telefonumu etrafta sallıyorum ama mesajın geri kalanı bir türlü gelmek bilmiyor. Burada sinyal o kadar düşük ki. Böyle beş yıldızlı otel mi olur? Dışarı çıkmak zorundayım.
————
1 Uzmanlık alanı Kültürel Sembolizm. İkinci buluşmamızdan sonra Sembolizmin Felsefesi kitabını hızlı okuma yöntemiyle okudum ve sanki çok uzun zaman önce tesadüfen, kendi zevkimmiş de okumuşum gibi yaptım. (Ki doğrusu, o da bunu yutmadı ya, neyse.) Her neyse, diyeceğim o ki, okudum. Ve beni en çok etkileyen şuydu: Her taraf dipnot doluydu. O kadar alıştım ki. Çok kullanışlı değil mi sizce de? Canınızın istediği yere sokuşturuyor ve zeki görünüyorsunuz.
Magnus, dipnotlar asıl anlatmak istediğin konu değilse ama yine de ilgini çeken bir noktaysa, o zaman kullanılır diyor. Evet. Bu da benim dipnotlar hakkındaki dipnotum olsun.
2 Ki, aslında hiç demem. Tıpkı Humphrey Bogart’ın filminde, “Tekrar çal, Sam,” denmediği gibi. Tamamen bir şehir efsanesi.
3 Tabi ki otelde yangın falan çıkmamıştı. Alarm sistemi kısa devre yapmıştı. Her ne kadar sonradan öğrendiysem de, bu beni hiç teselli etmedi.
4 Poirot hiç şöyle demiş miydi, “Aman Tanrım!” Bence dedi. Ya da Sacrebleu! Ki o da aynı anlama geliyor. Ve bu da Antony’nin teorisini çürütmez mi, ne de olsa Poirot’nun gri hücreleri herkesten güçlii? Belki bir gün bunu Antony’ye de söylerim. Cüretkar bir anımda. (Ki, yüzüğü kaybetmişsem, bu asla yaşanmayacak bir andır.)