Roman (Yerli)Türk Edebiyatının En İyi 100 Eseri

Ölmeye Yatmak – Adalet Ağaoğlu

Saat07.Asansörle tam on altı kat çıktık. On altıncı katta indik. Bana odayı gösterecek oğlanın peşinden yürüyorum. Kısa bir koridor geçti. Bir odanın önünde durdu. Ben de durdum. Kapıyı açtı, içeri girdik.
Perdeler sıkı sıkıya kapalı. Çocuk perdeleri açıp dışarısını göstermek istedi. Engel oldum. Lambaları yaktı. Banyo kapısını açtı. Oranın da lambalarını yaktı. Bir şey isteyip istemediğimi sordu. İstemediğimi söyledim. Bahşişini verdim; gitti.
O çıkınca kapıyı hemen kilitledim. Bütün ışıkları söndürdüm. Çarçabuk soyundum. Köşedeki yatağı açtım. Çırılçıplak içine girdim; ölmeye yattım.
Bakmadım ama saat yedi buçuk falandır. Aşağıda otele kaydımı yapan delikanlıdan duydum sanıyorum.
Çantamı odanın bir köşesine fırlatmıştım. İçinde bir buçuk paket sigara, bir çakmak, kırmızı kaplı bir not defteri, güneş ve okuma gözlüklerim, bir kalem, yarım simit, dibine ermiş ruj tüpü, bozuk para cüzdanım ve kapalı bir zarf içinde beş bin lira var.
Beş bin lira o zarfın içinde yalnız değil. Üç dört satırlık bir notla birlik. Birkaç saat önce, paranın yanı sıra o zarfa kapattığım notta ne demiş olduğumu anımsamıyorum. Anımsamaya da çalışmıyorum. Sadece, böyle bir iş yapmış olmama şimdi gülesim geliyor. Ama denenecek son şeyin eşiğinde de ciddi olmayı beceriyorum.
Ölüm bazen o denli çabuk gelmiyor. Ölümle savaşmak gerekiyor. Gülünecek en uygun anda gülmeyi kasıklarıma hapsedişim bundandır belki. Ölmeye yatarken ölümle savaşmak gerekeceğini düşünmemişim. Doğdu Gün Işıklan Ülkü nün Sümerbank keteni bordo renk perde, okul sahnesini tam örtmüyordu. Hademe Cemal, müsamerede perdecilik edecek. Elindeki ipi az çekiyor, perde aralığı hiç kapanmıyor. Bütün korkusu da, ya hiç açılmazsa?.. Günlerdir bütün işi bunu prova etmek. İpi usulca geriyor, bırakıyor. Yeniden geriyor, bırakıyor.
Perdenin gerisinde çocuklar itişip kakışıyorlardı. Toz, yağ, sirke, sidik ve bitotu karışımı bir koku. Okulun her günkü alışılmış kokusunun az daha yoğunu. Kekremsi, ama yıllar geçtiğinde de hilâ duyulabilen, duyulmasından tat alınabilen bir koku. Bazı zamanlar insanın kendi kokusunu sevmesi gibi bir şey.
Başöğretmen, eski bir Ermeni evinden bozma okulun ikinci kat koridorunu geçti. Ahşap duvar delinerek sahneye bir kapı açılmıştı. O kapının önünde durdu. Başöğretmeni ilkin, bahçede yüzünü yıkamaktan dönen Namık gördü. Koşup sahne içine haber vermek istedi, ama Başöğretmen in önüne geçemedi. Duvar boyunca kıyın kıyın yanaştı. Soluğu kesildi. Başöğretmen, Namık ı yengeç yürüyüşü içinde gördü:
– Ne dolaşıp duruyorsunuz hâlâ ortalıkta? Beni rezil mi edeceksiniz? diye bağırdı. O hızla sahnenin koridora açılan tek kapısından içeri daldı.
Üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıflar öğretmeni Dündar Bey, sahnede çocuklara son öğütlerini veriyordu:
– Unutmayın! Koro biterken, yani ilelebet derken ikiye ayrılacaksınız. Bir, üç, beş, yedi, dokuzlar bir yana; iki, dört, altı, sekiz ve onlar bir yana. Siz ayrılınca aradaki bu pencere görünecek. İyi ayrılın. Yoksa, her şey bozulur. Ulu Önderimize de çok büyük saygısızlık olur. Tamam mı? Anladınız mı? Kan ter içindeydi. Çocuklara uzun uzun baktı, haykirdı:
– Ali!.. Ali, beni mahvettin! Toparlacık, fırça saçlı bir çocuk, titredi. Ellerini hazır ol a koydu. Başına bir sumsuk bekledi.
– Hani senin kara papyonun, kahrolmayası? Hani, nerde?
– Lastiği koptu öğretmenim… Kopuverdi… Kara kıl dokumadan soluk siyah, uzun kısa pantolonunun cebinden beyaz lastiğe dikilmiş kelebek biçimi bir kumaş parçası çıkardı. Papyona benzetilmeye çalışılmış bu kara nesneyi, evin ambarında kuyruğundan yakaladığı bir fare gibi tutuyordu. Çocuklar, birbirlerini dürtüp gülüşüyorlardı. Dündar Bey, evinde, demir maşayla ondülelediği saçlarını sıvazladı. Sınıfına göre yaşı en büyük, en iri kız öğrenciye döndü:
– Semiha! Gel buraya!.. Şunun lastiğini dik. Ekle. Koş… Acele edin… Saat geldi!.. Semiha, iğne iplik bulmak için korkunç bir telaşa düştü. Bu arada Namık ın kafasına da iki yumruk indirdi. Öğretmen Dündar, öğütlerini sürdürüyordu:
– Koro bitti. Siz yavaş yavaş ikiye ayrıldınız. Siz yavaş yavaş ikiye ayrılınca Büyük Atamız çıktı. Ulu Atamız üstümüze bir güneş doğmuş gibi yüzünü gösterirken koro bitiyor. Atamız gidiyor. Atamız gitti… Hemen polkaya başlıyorsunuz. Erkekler, damlarının önünde eğiliyorlar. Damlarını alıyorlar falan… Derken polka bitince rondoya başlıyorsunuz… Haa, Aysel, rondoyu oynarken kazık gibi durma. Rahat ol. Sen de Hasip!.. Kapının önünde çember çevirmiyorsun. Rondo oynuyorsun. Kafanı da ayet okur gibi sallama. Camide değilsin. Uygarlık kaynağı bir okulun sahnesindesin. Uçkurunu topla kerata!.. Rondo bitince Mesleklere geçiyoruz. Tamam mı? Anlaşıldı mı? Başöğretmenin sahne içinde olduğunu o sırada gördü. Savcı nın kızı Sevil de gruptan ayrılıp, bir kibrit sandığının ardından usulca süzülerek kendini Başöğretmene gösterdi.
Başöğretmen, ellerini arkasına kenetlemiş, sabırsızca ortalıktaki dağınıklığa bakıyordu. Kolları kısa, soluk, çizgili ceketi, ı,ı/!;ili dokuma gömleği, bol kısa paça, göbeğine dar gelen pantolonuna, çocuk kakası rengindeki kunduralarına rağmen lıır başöğretmenden çok, bir cami hocasını andırıyordu. Ama o larihte bir başöğretmen olarak da fazla yadırganmıyordu. Hayır, lııhem de. Latin harfleriyle adını yazmayı beceren, azıcık da, ı leğişimlere karşı yumuşakbaşlı davranan her orta yaşlı kimse, bir ıl,c ilkokuluna başöğretmen olabüirdi. Başöğretmenin kırmızı loparlak yüzü, ağda yapıştırılmış gibi parlıyorsa, bu da, hafızlığında önüne fazla pekmez konulmuş olmasındandır herhalde.
Çocuklar toptan hazır ol a geçmişlerdi. Öğretmen Dündar, ı ıiıları elinin tersiyle bir adım geri itti:
– Buyrun Başöğretmenim, buyrun… Ben de çocuklara son ı ığütlerimi veriyordum. Malmüdürü bir vazo gönderecekti. Hala gelmedi… Ben diyorum ki… Başöğretmen, tombul ellerini havaya kaldırdı. Öğretmen 1 ündar ın sözünü kesti:
– Vazo da olmayıversin canım. Kıyamet kopmaz ya? Burası Merkezi Hükümet değil. Nihayet bir ilçe okulu. Elimizden geleni yaptık. Vazo üstünde fazla durmayıverin. Gerisi tıkır tıkır gitsin, ben razıyım. Çekilen bunca sıkıntıya değsin bari. Öldük canım!..
Çocukların arasından bir parmak kalktı. Kaymakam ın oğlu Aydın, en şıkları, yüreklilikle bağırdı:
– Aysel saçlarını örmemiş ama öğretmenim!.. Bütün başlar Aysel e döndü. Kızın sarıya yakln kumral saçları ta beline kadar dökülüyordu. Sıtmadan sarı yüzü hemen kiraz alına döndü. Belinden aşağı bir ter indi. Başöğretmen kaşlarını iyice çattı. Öğretmen Dündar a can sıkıntısıyla baktı:
– Gördünüz mü işte?.. Daha saç meselesi bile… Öğretmen Dündar ın içini öfke bürüdü. Aysel den çok, Kaymakam ın oğluna kızıyordu: Bu oğlan da ikide bir, birini gammazlar. Pis şımarık. Bıktım bu kendini beğenmiş meretten. Ama neme gerek, her şeyi yine tastamam işte.
Ütülü siyah kısa pantolonu, ipek beyaz gömleği, sahici siyah papyon kravatı, beyaz çorapları, siyah rugan iskarpinleri, güzelce kolonyalanıp taranmış saçları… Koro için de, polka ve rondo için de verdiği modelden daha güzel herbir şeyi.
– Sana teşekkür ederim, Aydın oğlum. Evet, hepimiz birbirimizi gözden geçirmeliyiz. Bir eksiğimiz var mı, yok mu, görmeliyiz. Artık son dakikalarımız bu… Birden Aysel e döndü:
– Size saçlar gergince taranacak, derlenip toplanacak, demedim mi? Bütün çocuklar hep bir ağızdan,
– Dediniz öğretmenim! diye bağırınca, Başöğretmenin önünde aklanan Öğretmen Dündar da, Aysel in saçlarını Ülker e havale edip, sızlanmaya başladı:
– Günlerdir herbir şeyi tek tek anlattım bunlara efendim. Ama suç çocuklarda değil ki. Analarında, babalarında asıl… Bütün evleri tek tek dolaştım. BiÜyorsunuz. Tek tek. Yine de… Ellerini çaresizlikle iki yana açtı. İçini çekti:
– Buna da şükür!.. Başöğretmen düşündü. Dündar Öğretmen şükretmekte haklıydı. Doğrusu, iyi kötü, yine bir şeyler hazırlanmıştı işte. Birinci ve ikinci sınıflar öğretmeni henüz çok yeni, çok da genç olduğu için yük kendisine, en çok da Dündar Öğretmen e düşmüştü.
– Ama o da fazla büyüttü işi canım. Koro, peki. Meslekler, iyi. Türküler, pek güzel. Ergenekon Destanı, pekâla, mükemmel… Eee, polkada ne diye diretti bunca? Merkezden gelen emirde, Batı ya pencere açılması isteniyordu. İyi ya işte; Savcı nın kızı keman çalacak. Kız öğrenciler erkek öğrencilerle birlikte Çiçekler ve Böcekleri oynayacaklar. Polka ille gerekli miydi? Polkada oğlanlar kızlara sarılacaklar. Elele tutuşacaklar. Evet, belki Batı ya daha geniş bir pencere açılmış olacak, ama bütün kasaba halkı da ayağa kalktı. Çocuklarını okuldan geri almak isteyenler bile çıktı. Baksana, Kör Enver, kızının müsamereye girmemesi için sonuna dek direndi. Şimdi yolda gördü mü, başını çeviriyor bana. Sağda solda da, kerhaneci, diyesiymiş. Gavur Hoca adı bitti, şimdi de bu. Kaymakam dan çekinmeselerdi, bunca yıllık hemşerilerimle nerdeyse toptan aram açılacaktı canım. Şu iş bir bitse hayırlısıyla. Derken kendine acıdı Başöğretmen. Ülker in küçücük ellerinde saçlarını ördüren Aysel e acıdı:
– A kızım, niye şu işi evinde annene yaptırmadın? dedi.
Kızcağız yutkundu. Sıtmalı karnını Ülker in arkasına sakladı:
– Babam anneme kızdı da, Başöğretmenim… Annem de, Ben karışmam ne olursa olsun! dedi… Ben de geç kalıyordum. Annem de ağlıyordu sonra… Kendisi de sessizce ağlamaya başladı. Ülker in arkasına iyice gizlendi. Gözleriyle Semihayı aradı. Ondan yardım bekledi.
Çmn çoğunun durumu bu. Daha çok yerli halk kızlarının. Dündar Öğretmen farkında: Her ev, ya içinden bir ölü çıkmış, ya kapısına kırmızı bir fener asmş gibi. Çocukların sızıldanmaları, rnkocaların artan günlük kavgaları hep aynı nedenle: Okulda ilk müsamere. İlk mezuniyet müsameresi. Geç büe kaldı bu okul. Bu yıl da olmasaydı, Öğretmen Dündar karalar bağlayacaktı. Beceriksiz, yenik, ülküye sırt çekmiş olacm. Ondan sonra, saf dışı duyar kendini. Boşlukta salanır kalır. Merkezi Hükümet e bir çağırsalar, kimsenin yüzüne bakmaya surat kalmaz. Başöğretmen i wrlayışla n bundan. Kulağının dibinde arı gibi vızıldayışları. Polkayı kabul ettirmek için bir seferinde,
– Atam, Atam, Büyük Atam!.. diye hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Ağlayışı içten.
Başöğretmen:
– Herkes geldi. Çabuk olun bari dedi.
Sesi bu kez, hoşgörülü, yumuşak.
Okulun sıraları yanyana dizilmiş. Bazı öğrencilerin babaları, anaları, hısım akrabaları, fötrlü, kasketli, başörtülü, sıkmabaşlı; yerlerine oturmuşlardı. Bazıları, erkeklerden bazıları, başlarını açmayı akıl etmişler. Yaşlı kadınlar damalı örtüleriyle yüzlerini kapatıyorlar. İçlerinden on kez,
– Alahım sen günah yazma diye yakarıp dua ederek, üç kere bağırlarına tükürüyorlar.
Erkek kadın
– umum bir yerde ilk bulunuşları. Yine de Başöğretmen etmiş: İlk sıralar, sandalyeler gerisinde, yerli halktan erkeklere ayrı, kadınlara ayrı yerler ayırtmış.
Seyirciler arasında sadece iki kadın, başlarına tavuskuşu tüyleriyle süslü şapkalar giymişlerdi. Biri Kaymm ın karısı, öteki Savcı nınki. Jandarma Kumandanı yalnızdı. İlçeye yeni atanmış olduğu için karısını, çocuklarını getirtememişti henüz.
Eşraf ve esnaftan Şakir Ağa, Koca Torik, Katip Osman, Emin Efendi, hepsi, tavuskuşu tüylü kadınlarla birlikte okul sıralarının önüne dizilmiş sandalyelerde oturuyorlardı. Kaymakam en önde, hasır bir koltukta. Sağında Savcı, solunda Jandarma Kumandanı. Yanında boş bir sandalye: Başöğretmenin yeri. Savcı nın yanında da boş bir sandalye: Doktor un yeri. Sonra sırasıyla Malmüdürü, Tahrirat Katibi ılçenin deyimiyle
– Taret Katibi . Doktor bekardır. Sarı saçlarını parlatarak her yere geç gelmeyi, kendisini henüz bir hastadan dönüyor göstermeyi ve böylece herkesten daha ülkücü olduğunu belirtmeyi sever. Her şeyin durup oturduğu en uygun bir saatte içeri girecektir. Beyaz gömleğinin açık yakası ceketinin üstüne devrilmiş olarak. Bütün başlar ona dönecektir. Otuzunu geçip de hala evlenememiş bulunan ablası, seyirciler arasında, tavuskuşu tüylü kadınların yanında, şifon eşarbı başında, bir kendini beğenmeyle yerinden kımıldanacaktır. Giderek bu ve buna benzer gizli şeyler de olacaktır işte.
Sünnet düğünlerinde çalan bando, bir iki bum bum dan sonra
– İstiklal Marşı na başladı. Çocuklar, sünnet düğünlerinin bandosu eşliğinde, perde gerisinden ağır ağır,
– Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen diye başlayınca, önce Jandarma Kumandanı, başında kokartlı şapkası, ayağa kalkıp dimdik selam durdu. Ötekiler onu izleyip ayağa kalktılar. Ancak başörtülü kadınlardan hemen hepsi, utanarak yerlerinde kaldılar. Onları da Macuncu Zühtü dürterek kaldırdı.
– İstiklal Marşı , bir cenaze marşı ağırlığıyla bitti. Herkes yerine oturdu. Perdenin gerisinden tik tik tik tik bir değnek sesi işitildi. Sonra, Dündar Öğretmenin alçak sesi:
– Dikkat! Bir… ki… üç!.. Ardında çocuklar, kimi biraz önden, kimi biraz geriden, ama yine de bir ağızdan,
– Yurdun tanyerinde doğdu gün ışıkları ülkününe başladılar. Kendileri henüz görünmüyorlardı. Ama sünnet düğürılerinin bandosu, sarı pirinçten kocaman bombort larıyla, sahneyi bir türlü tam örtemeyen bordo keten perdenin bir ucundan görünebiliyordu.
Koro:
– Hayda karanlıklar savaşı var, atıl ileri Türk ten ulu yok bir millet Türk e açık şan yolu Işık yolu Cumhuriyet!
– diye bitirdikten sonra, hemen bir başka marşa geçti. Bu kez de perde gerisindeki seslerde nefes nefese bir koşudur başlamıştı:
– Volga Volga!.. Volga Volga!..
Arkadaşlar çıktık yola Zaferimiz şen olsun Gönüller neşe dolsun Hayda da hayda, hayda da hayda Arkadaşlar çıktık yola!..
– Derken, bordo keten perdenin ardında bir kıpırdanma. Sonra bir sessizlik. Bir ara Öğretmen Dündar ın maşalanmış saçları perdenin aralığından püskürdü. Bir kolu, birini itti. Öteki kolu, aralık perdeyi birleştirdi. Yeni bir sessizlik. Perdenin alt ucu da kısa kalmıştı. Bu yüzden Öğretmen Dündar ın ordan oraya koşan kahverengibeyaz pabuçları izlenebiliyordu. Çocukların, sarı, siyah, lastik, kösele, potin, kundura; eskiyeni; birbirini tutmaz pabuçları da… Ali ise çarıklarının içine işlemeli, uzun tiftik çoraplar giymiş. Köyden eşekle onun mezuniyet müsameresini görmeye ve gece Ali yi köye götürmeye gelen amcaoğlu, seyirciler arasında, en geriden bile çocuğu hemen tanıdı. Kendi kendine bir tuhaf güldü. Azıcık da yüreği çarptı.
Başöğretmen sahneden, artık perdenin açılacağı bu en önemli anda ayrıldı. Ayaklarının ucuna basa basa geldi, Jandarma Kumandanı nın yanına oturdu.Jandarma Kumandanı onun sırtını okşadı ve birden çocukların sesi, inceli kalınlı, önlü arkalı yeniden yükseldi. Bando eşliğinde, bir ayin söyler gibi söylüyorlardı:
– Ey Türk Gençliği Birinci vazifen Türk istiklalini Türk Cumhuriyetini… Sümerbank keteni perde ağır ağır açıldı. Tam da açılamadan takılıp kaldı. Tüh, battık! Oldu mu olanlar? Hademe Cemal, can havliyle ipi salladı. Perde az daha açıldı. Dört buçuk sıra olmuş çocukların bir bölümü göründü. Çocuklar, sağdan soldan ortada kileri sıkıştırıyor, uçta kalanlar da görünmek istiyorlardı. Bu itişip kakışma arasında yine de koroyu sürdürdüler:
– İlelebet muhafaza ve müdafaa etmektir!.. Gönülleri elverdiğince ortada bir boşluk bırakarak ikiye ayrıldılar. Sahnenin arka duvarındaki dört köşe bir delikten bir pencere Atatürk ün yüzü göründü. Hademe Cemal ipe yeniden asıldı. Perdenin bir yanı açıldı, öteki kanadın ipi koptu.
Yine de başarılmıştı işte. Sekizle on dört yaş arasında otuz kadar çocuk,sahnede sıraya cnliş iki grup halinde dumyorlardı. Yürekleri sünnet düğünlerinin bandosundaki davul gibi güm güm vurarak. Oğlanlar uzunlu kisalı açıklı koyulu siyah pantolonlar, ipekliden, satenden dokuma beze değişen beyaz görrılekler giyinmişlerdi. Boyunlarında gerçek ve gerçeğe benzer birer siyah papyon. Kızların üstünde de açıklı koyulu, uzunlu kısalı, askuı kara önlükler. İçlerinde renkleri kar beyazından krem rengine değişen bluzlar vardı. Bluz altına kara kıldan bükülmüş bağcıktan tut, ipek kurdeleye kadar varan fiyonklar. Hepsi bando eşliğinde:
– İlelebet muhafaza ve müdafaa etmektiiiirl.. derlerken ortadan gelişigüzel bölündüklerinde, sahnenin arka duvarı seyircilerce görülüvermişti ya, asıl görünen, bu ahşap arka duvarda sonradan açılmış dört köşe küçük bir pencereydi. Atatürk ün Türk gençliğine seslenişi sürerken, Öğretmen Dündar da sahne gerisinde, dört köşe deliğin dibinde diz çökmüş, çerçeveli bir Atatürk portresini yavaş yavaş bu delikten yukarı itiyordu. Bu kez öncülüğü Kaymakam yaptı; kişa başladı. Onun kalkışını Jandarma Kumandanı nın, Savcı nın, Başöğretmen in, ardından tavuskuşu tüylü bayanların ve geride oturanlardan bazılarının aikişları izledi. Başları örtülü birkaç kadın avuçlarını birbirine yapıştırdılar, ama ses çıkmadı. Macuncu Zühtü arkada, ayakta, en son ve en uzun alkışladı. Doktor da briyantinli sarı saçlarıyla o sıra girdi içeri.
Son alkışlardan biraz parsa topladığı için Jandarma Kumandanı ona, tebessümü altında gizli bir öfke duydu. Başöğretmen yerinden kalktı. Doktor u önceden ayrılmış yerine buyur etti.
Perdenin yeniden kapanması gerekiyordu. Fakat sağ kanadın ipi koptuğu için bu iş pek kolay olmayacaktı. Dündar Öğretmen, sahne gerisindeki yerinden koşup geldi. Hademe Cemale işaret etti. Kendilerini gizleyip elle çektiler perdeyi. Birkaç çocuk da onlara yardım etti. Pantolonlarındaki çengelliiğnelerden ikisiyle perde birleştirildi.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Sebastian Knight – Bir Endülüs Hikâyesi

Editor

Ellery Queen – Y’nin Esrarı

Editor

Bostan

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası