Dostoyevski, Çarlık rejimini şiddet yoluyla devirmeyi hedefleyen bir derneğin faaliyetlerine ortak olduğu gerekçesiyle Sibirya-Omsk’ta dört yıl ceza çeker. Hayatın karanlık yüzüne çarptığı dört yılın ürünü, bu belgesel-gerçekçi anı-romandır. Öte yandan, bu cezayı, Rus halkına karşı işlediği günahın kefareti olarak yorumlayan yazar, kahramanı Goryançikov ve öteki mahkûmların üzerinden derin iç dünya yolculuklarına çıkarak ruhun kurtuluşunu arar.
Ölüler Evinden Anılar: Bir tabutta diri diri gömülmek…
***
ÖLÜLER EVİNDEN ANILAR VE
DOSTOYEVSKİ ÜZERİNE ÖNSÖZ
“Çok tuhaf, ama sık sık tekrarlanan bir olgudur,” diye başlar Lukács’ın ‘Dostoyevski’ yazısı, çünkü, dünya edebiyatını etkileyen yeni insan tipi genç bir ülke olan Rusya’da bütün sorunlarıyla birlikte ortaya çıkıp oradan uygar dünyaya ulaşmıştır. Almanya’dan Werther, İngiltere ve Fransa’da bu yeni insanın temsilciliğini yaparken, yüzyılın ikinci yarısında o zamanlar uzak, az bilinen, neredeyse bir efsaneler ülkesi olan Rusya’dan da Raskolnikov bu yeni insanı dünya edebiyatına sunmuştur. Gerçi, egzotik, uzak, Batı uygarlığına yabancı dünyalardan kültür ve sanat örnekleri etkileyici sonuçlarıyla her zaman Batı’ya ulaşmışlardır, ancak Lukács’a göre, Werther-Raskolnikov olayı, ilkece bunlardan farklıdır. Bir egzotiğin, dış, uzak bir kültürün gölgesine sığınmamışlardır bu iki yeni insan tipi. Örneğin gelişmemiş, çağdaş uygarlığın sıkıntılarına, sorunlarına ve krizlerine henüz yabancı bir ülke olan Rusya’dan, ansızın, insan kültürünün o zamanki bütün sorunsalını en uç noktada biçimlendirip anlatan yapıtlar ortaya çıkmaya başlamıştır.
Bu gelişmeyi anlamamızı kolaylaştırmak için “sorunun çözülmesi” ile “soruna ilişkin soruyu sorma” düzlemlerini birbirinden ayırmamız gerekir. Örneğin İskandinavya’da İbsen “soruyu sadece sorar”; Flaubert de öyle. Onlar zaten sorunları ele alırken, psikolojik-ahlaksal boyutu, toplumsal boyuttan daha fazla öne çıkartmışlardır Lukács’a göre.
Tolstoy ve Dostoyevski ise sorunu olanca derinliğiyle ve genişliğiyle ortaya atar. Tolstoy’un aristokrasiye, onun çevresine ait (siyaset, bürokrasi, ticaret vb. ile uğraşan) kişileri, görünürde hantal, hareketsiz, ama aslında derin bir dönüşümün eşiğinde olan halk ile, köylü kitleleri ile bağlarını koparmış, dolayısıyla da ideallerinin, ahlaksal ölçütlerinin, psikolojik, ruhsal dirençlerinin nesnel zeminini yitirmişlerdir.
Dostoyevski ise gözünü kente çevirmiştir. Eski Rusya’nın çözülmesi sürecini ve yeniden doğuş tohumlarının yeşermesini, “insanı aşağılayan ve ona hakaret eden”, tutkunu olduğu Petersburg gibi bir büyük kentin sosyal ortamında, sefalet ve yoksulluğu içinde inceler. Büyük kentin, büyük kent içindeki özellikle soylu zümrenin yaşantısının halk hareketinden tamamen uzak oluşu, kendine bir yön ve hedef bulmak için mücadele eden halk hareketi ile uzun süre bir türlü buluşmaması, soyluların, bunların çevresindeki sosyal katmanların, entelektüellerin, özellikle siyasi hareket liderlerinin tabandan kopukluğu, Dostoyevski romanlarının ve öykülerinin temel sorunu olarak çıkar karşımıza. Dostoyevski insanının büyük kent içindeki umutsuz yalnızlığı, yaşamak, geçinmek için çalışmak zorunda olmayan, hayatın anlamını yitirmiş, saçmalaşmış insanın yalnızlığıdır.
Ölüler Evinden Anılar’a Giriş
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 11 Kasım 1821’de Petersburg’da (sonraki Leningrad) bir ordu cerrahının oğlu olarak dünya geldi. Annesi bir tüccar kızıydı. Öğrenimini özel bir okulda sürdürecek, yaz aylarını Tula’daki çiftliğinde geçirebilecek kadar “üst zümreden”di. 1837-1844 arasında askeri okula devam etti. 1847’ye kadar İnsancıklar, Öteki, Ev Sahibesi, Beyaz Geceler, Bir Yufka Yürekli gibi ilk edebiyat çıkışlarının ardından, Çar I. Nikolay’ın baskıcı yönetimi altında politik ve toplumsal reform hareketinin etkisi altına girince, bütün hayatını geri dönüşsüz bir biçimde etkileyecek dört yıllık bir mahkûmiyet dönemini geçirmek üzere, 10 aylık bir tutukluluk süresinin ardından, idamın eşiğinden dönüp 23 Ocak 1850’de Batı Sibirya’daki Omsk Cezaevi’nin kapısından içeriye girdi.
Dostoyevski 1847 yılından itibaren, Fransız ütopyacı sosyalistlerinden Fourier’nin görüşlerinin tartışıldığı bir tür özel politik kulübe devam etmeye başlamıştı. Toplantıları organize eden kişi Mihail Petraşevski’ydi. Biyografi yazarları ve öteki uzman yorumcular Dostoyevski’nin bu gruba duyduğu ilgiyi farklı etmenlere dayanarak açıklamaya çalışmışlardır. Dışişleri bakanlığında çevirmen olarak çalışan ve varlıklı bir genç olan M. Petraşevski’nin evinde 1845’ten itibaren düzenlenen “cuma toplantıları” Avrupa’nın batısının politik kavgalarla altüst olduğu, halk ve burjuva demokratik devrimlerin ortalığı kasıp kavurduğu döneme rastlar. İşte böyle bir iklimde, Çarlık monarşisinin hâkim olduğu, demokrasi ve sosyalizm düşüncelerinin, Slavizm-Batıcılık tartışmalarının gündemi tuttuğu bir ülkede, Dostoyevski ile birlikte başka birkaç aydın daha bu toplantılara anlaşılır nedenlerle katılıyorlardı. 1848’de Petraşevski “cuma toplantıları” ile yetinmeyip köylüleri sosyalist devrime yönlendirecek bir dernek kurmaya karar verince, aralarında Dostoyevski’nin de bulunduğu 34 kişi tutuklanıp, bunlardan 22’si kurşuna dizilerek idam edilme cezasına çarptırıldı. Kimi biyografi yazarları, Dostoyevski’nin bu politik gruba duyduğu ilgiyi, gençlik idealizmine, genç insanın isyancı, başkaldırıcı dönemine bağlamak ister; kimilerine göre de bu katılım, gençliğe bağlanacak bilinçsiz bir coşkunluktan çok, radikal bir politik tavır alma kararlılığının sonucudur. Gerçekte Dostoyevski’nin, alabildiğine olağandışı kimliğiyle çevresini etkileyen ütopik sosyalist Petraşevski’ye duyduğu saygı ve hayranlığın ve sonu gelmez Fourier teorisi tartışmalarının, asıl belirleyici etmen olmadığını; gözümüzü başka bir yere, bu merkezi hareketin çevresindeki uydulardan birine, esrarengiz Palm-Drov ‘hücresine’ çevirmemiz gerektiğini düşünenler vardır. Dostoyevski’nin mahkûmiyetine yol açan suçlamalardan biri, başkalarıyla birlikte hükümete karşı metinler yazıp bunları evdeki litografla çoğaltıp dağıtmaktı; ama asıl suçlama gizli bir gazete kurup monarşiyi şiddet yoluyla yıkmaya çağrı yapan yazılar yayınlamaya kalkmış oldukları biçimindeydi. Bu suçlama, Dostoyevski’nin biyografi yazarlarının ve çoğu uzmanın gözünden sıkça kaçmaktadır.¹ Komplonun düzenleyicisi devrimci terörist Nikolai Speşnev Palm-Drov grubunun arkasına gizlenmişti. Her ne kadar Dostoyevski’nin bu komplocuların arasında yer almış olduğunu gösteren açık seçik belgelerden yoksunsak da, onun meseleyi bildiğini ve grubun bu kanadına sempati duymuş olduğunu düşünmek pek de yanlış olmaz.²
Dostoyevski 1873’te Grajdanin adlı tutucu haftalık dergide yazdığı köşe yazılarına “Bir Yazarın Günlüğü” başlığını atıyordu. Bunları, 1876’da ayrı bir aylık yayın olarak çıkardı. Bunlardan birinde, hiçbir zaman bir Naçayev olamayacağını, ama bir Naçayevist olmasının mümkün olduğunu yazmıştır. Dostoyevski’nin Speşnev ile ilişkisi kalın bir sis perdesi altında kalmıştır. Kesin olan, Dostoyevski’nin tutuklanmadan kısa bir süre önce, bu kişinin görüşlerinin çoğunu benimsemiş olduğudur. Monarşiyi ve ona bağlı hükümeti şiddet yoluyla devirme fikri de büyük olasılıkla bu benimsediği fikirler arasında yer almaktadır. 1869-1872 yılları arasında yazdığı Besi (Ecinniler/Cinler) romanının konusunun kaynağı, ihanet edebileceği kuşkusuyla öldürülen Moskovalı bir öğrenci hakkındaki sansasyonel haberlerdi. Dostoyevski yorumcuları, devrimcileri alaycı, yergici bir dille anlatan bu romandaki kişiliği karmaşık Stavrogin tipinin kaynağının da Speşnev olduğundan kesinlikle emindirler. Stavrogin çekici, etkileyici kişiliğiyle romandaki liberaller ve devrimcilerin ötesinde, devrimci düşüncelerden dönen ve kurban seçilen Şatov’u da adeta büyülemiştir. Stavrogin, Tanrı’ya olan inancını yitirmiş olduğundan, içinde doğuştan var olan iyilik duygusu da körelmiştir.
Dostoyevski, Ölüler Evi’ne girmeden önce yukarıda da belirttiğimiz gibi kısa romanlar ve öyküler yazmıştı. Bu anlatıların ana temasının da, tıpkı sonraki birçok anlatısında olduğu gibi, insana düşman büyük kentin sosyal çevresinde yaşanan çaresizlik içindeki hayatlar olduğuna işaret etmiştik. Sosyal ortamın büyük baskısının insan ruhunda bulduğu karşılık, hayalperestlik ve uyanıkken görülen rüyalardır. Dostoyevski kahramanları da bu kurala uyarlar; onun kahramanları fanteziler dünyası içinde özgürlüklerini yaşamaya çalışırlar; hayal dünyasına sığındıkları yerde de gerçek dünya ile bütün bağlarını koparırlar; kişilikleri de artan ölçüde gerçekliklerini yitirir; başlangıçta insanı yüceltici bir etki yapan bu fantastiğe kaçışlar, sonda hayal kırıklıkları ve ruhsal çöküntü olarak geri teper. Hozeyka (1847; Ev Sahibesi) anlatısında Ordinov’un Katarina’ya duyduğu aşk, denetlenemeyen heyecan ve duygular ile deliliğin ve fiziksel gerçeğin tuhaf bir sentezinden oluşur. Beyaz Geceler’in hayalperesti, Nastenka’ya duyduğu hislerin mutluluğunu, ancak kasvetli, badanaları solmuş, tavanını örümcek ağları kaplamış odasına dönünce yaşar; her şey bittikten sonra. Dostoyevski anlatılarında bu hayaller, gerçekliğin saçma, anlamsız bir inkârı, hayat karşısındaki bir cahilliktir de; gülünç, tuhaf, sıra dışı hayalci kişi, kendini, gücü sınırsız bir fatih gibi de algılar. İşte bu politik hayalci tipinin, Dostoyevski’nin cezasını çektiği o dört, hatta beş yıl içinde düşüncelerini sıklıkla işgal ettiğini kendi ifadesinden çıkartıyoruz. Hapse girmeden önceki aylarda yazılı ifadesine Petraşevski’nin özelliklerini açıklayıcı notlar düşerken, bu özelliklerin çoğunu doğru dürüst açıklamanın mümkün olmayacağını belirten Dostoyevski, ona sık sık sokakta rastladığını, nereye gittiğini ve neyin peşinde olduğunu sorduğunda, birkaç kuru cevabın dışında bir şey alamadığını belirtir. “Petraşevski, eyleme dönüştürmek üzere olduğu bazı tuhaf planlardan söz ettiğinde, insan, ne plan ne de onun hakkında ne düşüneceğini bilemez,” der yazar. “Ceviz kabuğunu doldurmayacak meseleleri içinden çıkılmaz hale getirmekte, iki yılda çözülemeyecek olayları yarım saatte çözmeye kalkmaktadır bu kişi. Hep hareket halindedir, hep bir şeylerle meşguldür…” Hayalcinin kendi kendisini emmesidir bu, başkalarını ve pratiği algılama, farkına varma konusundaki yetersizliği, onun zaafını oluşturur… Nuh deyip peygamber demeyen bu politik kişilikler, başkalarının görüşlerini onayladıkları yerde de bunu sırf daha sonra kendi görüşlerinin reddedilmesini önlemek için yaparlar… Dostoyevski, Petraşevski’nin evinde gerçekte bir oyun oynandığını, yanılgı sonucu bu oyunun ciddiye alındığını yazacaktır.
Petraşevski ve nihilistlerin yanı sıra, sözünü ettiğimiz şiddet yanlısı Speşnev ve “eylemcileri” de Dostoyevski’nin Sibirya’da yaşadıklarında belirleyici oldukları kadar, onun sonraki hayatına uzanan fiziksel, ruhsal sorunlarda da pay sahibidirler. Dostoyevski’nin epilepsisini 1848 yılının sonundan, tutuklu bulunduğu 10 ay süre içinde takip eden Doktor S.D. Yanovski, hastasının gittikçe daha melankolikleştiğini, daha çabuk öfkelenir, çileden çıkar hale geldiğini ve en sudan sebeplerle bile kavgaya tutuştuğunu belirtecektir. Yanovski, bu semptomların organik bir nedeninin bulunmadığını ve söz konusu depresif durumun muhtemelen kısa süre içinde geçeceğini söyleyerek Dostoyevski’yi yatıştırmaya çalışır. Ama berikinin yanıtı serttir: “Hayır, geçmeyecek ve daha uzun süre bana ıstırap verecek. Speşnev’den borç aldım (500 ruble) ve şimdi tamamen onun ellerindeyim artık. Hiçbir zaman bu kadar büyük bir borcu ödeyemeyeceğim ve o da zaten ödememi kabul etmeyecektir. Böyle biri işte o.” Doktorun belirttiğine göre Dostoyevski şu ifadeyi birkaç kez tekrar etmiştir: “Anlıyorsun değil mi, bundan sonra benim de kendi mefistotelesim (şeytanım) var.”
Speşnev’in Dostoyevski’nin beyninde şeytani bir güç olarak yer tuttuğu açıktı. Bir ateist, terörist ve komünist olan Speşnev’in, Dostoyevski üzerindeki bu gücü, hapiste geçen dört yıl boyunca ahlaki ve psikolojik bir krizi tetiklemiş olabilir miydi? Mümkündür. Ancak onun tutuklanması, yargılanması, cezaya çarptırılması ve hüküm giymesi sırasında yaşanan korkunç olayların ve bu olayları izleyen ceza çekme sürecinin, yazarın, o ilk kahramanları gibi bir rüyadan uyanması, bir hayal âleminden çıkıp gerçekliğe çarpması anlamına gelmekten çok, işlenen bir günahın cezasını çekmek olarak anlaşıldığına dair birçok belirti bulunmaktadır. Omsk’taki baraka tipi koğuşlarda akla gelebilecek binbir yoksunluğa, açlığa, yarı çıplak katlanılan, zaman zaman eksi 40 dereceye varan soğuğa, çoğu alt tabakadan gelme adi suçluların, Dostoyevski’yi kendilerine düşman, soylu zümrenin temsilcisi olarak görüp ellerinden geleni artlarına koymamalarına, her fırsatta aşağılayıp horlamalarına ve benzeri eziyetlere bir de okuma imkânsızlığını eklemek gerekiyor. Kardeşine yazdığı mektupta³ içeriye gün ışığını sızdırmayacak kadar kalın, buz tutmuş camlardan, koğuşlar içinde yıkanan çamaşırlardan, insan pisliğiyle kayganlaşmış zeminden, dışarıya, temiz havaya çıkmalarına izin verilmeyişinden söz ederken, kitapsızlıktan da yakınıp durur. Okunmasına izin verilen tek kitap İncil’dir. Edebiyat tarihi ve biyografi yazarları, cezaevi hayatının acılarını dindirmeye yarayan bu kitabın, Dostoyevski’nin aynı zamanda İsa’ya yepyeni bir inançla bağlanmasına yol açtığını ileri sürerler. Anlayış ve dünyaya bakıştaki bu dönüşümün, cezasını, Tanrı’ya ve onun düzenini temsil eden kurumlara karşı işlediği günahın kefareti olarak kabullenmesine yol açtığı görüşü genellikle benimsenmiştir. Pyotr ve Pavel Kalesi’nde 10 ay acılı bir bekleyişin ardından ölüme mahkûm edilmiş ve 21 kişiyle birlikte kurşuna dizilme hazırlıklarına girişmişken infaz yerinde –düzmece bir af senaryosuyla– son saatte cezasının ötekilerle birlikte tecil edilmesi ve insanı neredeyse ölmediğine pişman edebilecek bir yerde cezasını çekmek zorunda kalışı, onun hayata, işlediği günahların hesabını ödeyebileceği bir imkân olarak bakması sonucunu mu getirmiştir?
Dostoyevski Sibirya’daki infaz yıllarının başında, ülkemizdeki çevirilerinde “Anılar” sözcüğü tercih edilmiş olsa da Ölüler Evinden Notlar olarak da çevirebileceğimiz yeni romanı üzerinde çalışmaya başlamıştı. Az önce de belirttiğimiz gibi, hayatta kalma koşullarını en alt düzeyde karşılayabilen fiziksel bir ortamda elbette yazmanın psikolojik zihinsel koşulları oluşsa bile, fiziksel koşullarından söz etmek imkânsızdı. Zaman zaman ağır mide krizleri de geçiren Dostoyevski revire gittiği günlerden birinde Troitski adlı bir doktor onun notlar almasına izin verir. Dostoyevski fırsat buldukça tuttuğu bu notlara sonradan, aklında kalanları da ekleyerek 522 maddelik “Sibirya Notları”nı oluşturur. Kopuk, bölük pörçük ifadelerden, ileride değerlendirilebilecek ipucu sözcüklerden ve şarkılardan oluşan bu maddelerin her biri, belirli bir durumla, bir karakterle ya da öyküyle ilintilidir. Dostoyevski bu maddelerin 200’den fazlasını Ölüler Evinden Anılar adlı anı-romanda kullanacaktır sonradan. Metne kaynak oluşturan malzemenin doğruca gerçek hayattan alınmış olması, metne, kendini hemen ele veren bir canlılık, sahicilik ve kendiliğindenlik boyutu katmakta ve Dostoyevski’nin bu dönemdeki metinlerinin tümünü belirleyen yeni bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır.
Biri Sibirya öncesi olmak üzere toplam 5 yılı bulan mahkûmiyet yıllarını, Semipalatinsk kasabasında Batı Sibirya Garnizonu’nun 7. Taburu’ndaki zorunlu askerlik yılları izler. Bu yıllar neredeyse önceki hapislik hayatını aratacak kadar sıkıcı ve baskıcıdır. Ancak görev duygusunun desteğiyle burada subay rütbesine kadar yükselip dostlar edinen Dostoyevski, edebiyattan uzak kalışının yarattığı boşluğu, kardeşinin yolladığı kitaplarla gidermeye çalışmış, 1857’de çocuklu dul bir kadınla yaptığı evlilik kendisini ekonomik yönden sıkıştırınca, yazarlık yapmak mecburiyeti yeniden doğmuştur. Bu dönemin ürünü, sulu gözlü bir taşra halkını anlatan Amcamın Rüyası adlı güldürücü öyküdür. Bunu Stepançikovo Köyü (1858) izler. Ölüler Evinden Anılar hâlâ yazılmayı beklemektedir. Bu iki anlatı, eleştirmenlerin dikkatini çekmez. Dostoyevski on yıl önce, eli kolu zincirli ayrıldığı Petersburg’a özgür bir insan olarak dönerken, Sibirya’da derlediği maddeleri henüz derli toplu bir metin olarak değerlendirmemiştir.
Dostoyevski onu kendilerinden gören ve eski bir siyasal tutuklu olarak yüceltmeye kalkan radikal politik kişilere itibar etmeyip yeni Çar II. Aleksandr’ın reformcu politikalarını destekler. Henüz Batı modernitesine karşı kesin bir tavır almamıştır ve Batılılaşma ile Slavcılık akımlarını birleştirme kaygısıyla dergi çıkarmaktadır. Yazar, 1859’da ilk kez ciddi ciddi “Notlar”ını ele alır ve metni iki bölümlük bir anı-roman olarak tasarlar. 1860’ta Russian World adlı gazetede tefrika olarak yayımlanmaya başlar ve gerek okuyucu gerekse eleştirmenler tarafından büyük bir ilgiyle karşılanır. Anlatılanların hatırı sayılır bir infial uyandırdığı, tepkilerin yönetim katlarına kadar uzandığı ve Ölüler Evinden Anılar’ın yayımlanmasının ardından Omsk’taki cezaevinde önemli düzeltmeler yapıldığı, kitabın Almanca çevirisinin önsözünde belirtilmektedir.
Bu kitabın zihinsel, ruhsal ve fiziksel sarsıntıların, yaşamayı imkânsızlaştıran zorlukların sonucunda ortaya çıkmış bir metni temsil ettiğini hatırda tutmamız, metnin üslup ve yapısına ilişkin özelliklerini de anlamamıza yardımcı olacaktır. Dostoyevski, kardeşine yazdığı mektupta, “Bu dört yılı bir tabuta kapatılıp diri diri gömüldüğüm bir süre olarak değerlendiriyorum,” der. 1856’da A.N. Maykov’a şöyle yazmıştır: “Elim boş kaldığında mahkûmiyetimle ilintili anılarımın en ilginç olanlarını yazıyorum, ama bunların arasında tamamen kişisel olan bir şey bulunmuyor.” 1859’da gene kardeşi Mihail’e şöyle yazar: “Bu Ölüler Evinden Anılar artık kafamda tamamlandı, kesin bir biçime kavuştu… kısa bir kitap olacak bu; meçhul bir kişinin notları bunlar, ama ilginç olduklarından emin olabilirsin.” Dostoyevski anılarını anlatmak için hayali bir roman kahramanı kullanır; bu kurmaca kişi, “ben” anlatı tekniğiyle başından geçenleri anlatmaktadır. Mektupta sözü edilen bu meçhul kişi, eski mahkûm Aleksandr Petroviç Goryançikov’du.
Romandaki Goryançikov’un kişiliği bize kimi ilginç açılımlar sunar. Girişte ana hatlarıyla çizilen bu karakter; Dostoyevski’nin ilk anlatılarında ortaya çıktığını söylediğimiz gerçeklikten kopuk, kendi dünyasına kapalı, hayaller içinde yüzen kişilerinden izler taşımaktadır. Solgun, içedönük, ketum, sıra dışı davranışları olan, deliliğin sınırında bir kişidir. Başlıca amacı, dünyanın geri kalan kısmından olabildiğince uzak ve yalıtılmış yaşamaktır. Yıllar sonra, Tolstoy’un Kreutzer Sonat adlı ünlü uzun öyküsündeki Podznişev gibi, karısını kıskançlık nedeniyle öldürmüş olan Goryançikov’un arkasında kâbus dolu mahkûmiyet ve sürgün yılları vardır. Geceleri penceresinden yanan bir ışık görünmektedir. Gün ışığına kadar oturup ne yapar bu adam; yoksa yazmakta mıdır? Yazıyorsa ne yazıyordur? Kitabın girişinde Goryançikov’un notları hakkında açıklama yapar notların/anıların yayınlayıcısı. “Küçücük yazılarla dolu, yarım bırakılmış, belki de yazarın kendisince bir kenara atılıp unutulmuş, kalın, her yeri dolu bir not defteri bulmuştur. Bağlantısız, kopuk kopuk da olsa bu notlar, Aleksandr Petroviç Goryançikov’un 10 yıllık mahkûmiyetini anlatmaktadırlar. Bu anlatı kimi yerlerde, zorlayıcı bir duygunun bastırmasıyla yazılmış gibi düzensiz, titrek, sarsılmalarla dolu bir el yazısıyla çiziktirilmiş, tuhaf, korkunç anıları içeren başka bir anlatıyla kesilmektedir. Bunları birkaç kez okuyan “yayıncı”, delilik anında yazılmış olduklarına hemen hemen kanaat getirmiştir. “Notların yazarının, Ölüler Evinden Manzaralar diye adlandırdığı bu notlar bana ilginç geldi,” der yayınlayıcı.
Roman bir belgesel gerçeklik boyutu içerir ve anlatılanlar, Omsk’taki cezaevi koşullarının gerçekliğine çok yakındır. Kitabın esasını özyaşamsal anıların oluşturduğu ve Dostoyevski’nin kitabın ilgi görmesini sağlayacak önemli etken olarak onun belgeselliğine bel bağladığı da kabul edilebilir. Kitabın olağanüstü ustalıkla kurulmuş bir anlatım tarzı, yapısı vardır. Hapishane içindeki hayat, mahkûmların huyları, karakterleri, hırsızların, haydutların hayat öyküleri, suçluların tek tek kişiliklerinin tanımlanması ve betimlenmesi, suç psikolojisine yönelik yorumlar, hapishane koşullarının akıl almaz zorluklarının betimlenmesi, gazetecilik, felsefe, folklor vb. bütün bu düzlemler, bütün bu malzeme metnin yapısı içine neredeyse gelişigüzel, özgürce dağıtılmıştır. Öte yandan gene bütün ayrıntılar özenle seçilmiş, hesaplanmış, belirli bir plana göre metnin içine yerleştirilmiştir. “Anıların” anlatım ilkesi durağan değil, dinamiktir. İlk bölümde ceza mahalli hızlı bir şekilde anlatılmakta; bu ritmik, döngüsel tempo daha sonra yavaşlayıp yerini; banyoya gidişlerin, Noel yemeğinin, temsilin, zaman sırasını izleyen ağır anlatımına bırakmaktadır. İkinci bölümde bu zaman sırasına göre anlatma tekniği de terk edilmekte ve hâlâ yoğun bir gerçeklik, hayata yakınlık izlenimi korunmakla birlikte, sonraki yıllara ilişkin olaylar özetlenmektedir.
Gelgelelim, kitabı salt bir belgesel gerçeklik metni düzeyine çekmek hata olacaktır. Kitabın bir ruhsal krizi, ruhun ölümünü ve bir uyanışı da anlattığını kavramak önemlidir. Toplumda ve yönetici katlarda gerekli ilgiyi ve tepkiyi uyandırdığını öğrendiğimiz bu metni, bir belgeler toplamı gibi almak, onun önemli bir boyutunu gözden kaçırmak gibi olumsuz bir sonucu getirecektir; Dostoyevski’nin, Goryançikov’u merkeze koyduğu ve bir bakıma arkasına gizlendiği kitabında, kişi olarak kendisinin (kişiliğinin) gözlerden kaçacağı, görüş alanının dışına çıkacağı yolundaki öngörüsü doğrudur. Ama acaba, yeterince saklanabilmiş midir bu kurmaca kişiliğin arkasına, ya da saklanmak istemiş midir gerçekte yazar?
Kitapta, karakteri ayrıntıyla çizilmiş gibi görünen merkezdeki tek figür, azap içindeki, sıra dışı Goryançikov figürüdür. Bu kurmaca “ben” o belgesel gerçeklik dünyasının içinde “derinleşmekte”, (hani Dostoyevski ile hemen örtüştürmeye kalkışacağımız bu roman figürü) bir iç çelişkiler ağında kıvranıp metni bir başka düzleme de çekmektedir: Goryançikov’un muhtemelen karısını öldürdüğü için mahkûm edilip sürgüne yollandığı söylenmiş olsa bile, birinci kitabın ikinci bölümünde Akim Akimiç’in söyledikleri Goryançikov’un, aynen Dostoyevski gibi siyasi bir mahkûm olduğunu ima edip bu iç krizi adeta gerçek sahibine iade eder.
Öyleyse bu anı-roman, içerdiği her türlü belgesel gerçekliğin ötesinde, bir yeniden uyanışı anlatmaktadır; ruhun yeniden uyanışını. Diri diri gömülmüş kişi en başta kendisi gibi olanlara soyluluklarından ötürü hınç duyan, şiddetin, gaddarlığın, insafsızlığın temsilcisi olan, her türlü koşulda kendi özgürlüklerini yaratan bu insanların dünyasından gelen titreşimleri “tabutunda” algılamaya başlar. Kardeşi Mihail’e, serbest bırakıldıktan hemen sonra yazdığı bir mektupta, ona soylu gözüyle bakan, kendileri ise köylü ya da zanaatkâr olan mahkûmların kötü niyetli, çabuk öfkelenip hiddetlenen, adi, bayağı kimseler olduklarını belirtmiştir. Oysa daha sonra, “Hırsızların, haydutların arasındaki dört yıllık mahkûmiyetim sırasında insanı keşfetmeyi başardım,” diye yazacaktır. “İnanır mısın, aralarında derin, sağlam, harika karakterde olanlar var ve o kaba yüzeyin altındaki pırıltılı altını bulmak ne kadar sevindirici… kimilerine saygı duymamak imkânsız… haydutluktan hapse girmiş genç bir Çerkez’e okuma yazma öğrettim. Bana nasıl bir şükran duydu anlatamam. Bir başkasıyla vedalaşırken ağladı. Ona biraz para vermiştim; az bir şey, ama bana duyduğu minnettarlık sınırsızdı. İçinde bulunduğum zihinsel ve ruhsal duruma saygı gösterdiler… mahkûmiyetimden kalma ne kadar çok popüler tip ve karakteri beraberimde getirdim bilemezsin… Rusya’yı değilse bile Rus insanını pek çok kişiden daha iyi tanıdım sanırım.”
Suç ve Ceza’nın kahramanı Raskolnikov da kurmaca figürümüz Goryançikov gibi adi bir suçtan, tefeci kadını baltayla öldürmekten hüküm giyer; o da bir ceza sömürgesine, Sibirya’ya sürülmüştür. Öğrenci Raskolnikov da alt kesim halktan biri değildir tıpkı Dostoyevski gibi. O da mahkûmlarla aynı sosyal geçmişi paylaşmadığı için hor görülür, aşağılanır. “Sen bir beyefendisin,” derler mahkûmlar ona, “Baltayla birini öldürmek bir beyefendiye yakışmaz!”
Raskolnikov, mahkûmlarla birlikte bir gün kiliseye gidip dua eder. Günün birinde bir kavga çıkar, “Sen bir ateistsin!” diye bağırır mahkûmlar ona, “Tanrı’ya inanmıyorsun, katledilmen gerekiyor.” (Suç ve Ceza). Raskolnikov intiharı düşünür, bocalamaktadır; “büyük yalanın farkındadır”, bu çöküşün gelecekteki hayatının başlangıcı, bir diriliş olduğunu anlamaz Raskolnikov.
“Büyük yalan” radikal politikalar izlerken ya da onların temsilcilerine inanırken Tanrı’ya karşı işlediğine inandığı suçtur Dostoyevski’nin. (Raskolnikov’un ya da Goryançikov’un). Şeytan Speşnev tarafından tuzağa düşürülmek, baltayla adam öldürülmeye eşdeğer bir olgudur Dostoyevski’nin yorumunda; hatta sanki birinci suç daha büyüktür, daha büyük bir günah. Çünkü o Rus halkına karşı işlenmiştir. Dostoyevski, yorumculara göre, ulusal ve inançsal bilincin tecellisini Karamazov Kardeşler’de, bu en son büyük romanında karşımıza çıkarır.
Ölüler Evinden Anılar’ın sonunda prangaları yere düşen Goryançikov’u yeni bir hayat beklemektedir. Prangalarını yerden alıp onlara bakar; bir anda öylesine uzaklaşmıştır ki onlardan, kısa bir süre önce ayaklarında olduğuna bile zor inanmaktadır. Ölümden sonra yeniden diriliş anıdır bu, özgürlükle birlikte Tanrısal bir armağan olarak kişiliğin insana iade edildiği an.
Dostoyevski’yi varoluşçu felsefenin alanı içine çeken, “kişilik ancak özgürlük ile var olur” anlayışının büyük romanlarından önceki ilk ortaya çıkışıdır Ölüler Evinden Anılar. “Yavaş yavaş yenilenme yoluyla” başlayacak yeni bir hayatın (Suç ve Ceza) eşiğindedir kişi ya da “evrensel yeniden doğuşun” (Karamazov Kardeşler).
Sınırı Zorlayan İnsan
Lukács, Dostoyevski’nin sık sık altı çizilen ve ilk önemli ortaya çıkışını Ölüler Evinden Anılar’da gerçekleştiren bu manevi, dinsel kurtuluş temasını geniş bir tarihsel, sosyo-politik ve kültürel bağlam içinde yorumlamaya çalışır.
Lukács, Batı edebiyatının önemli simaları ile Dostoyevski arasındaki temel bir ayrımın altını çizerken, ondaki plebeist (halkçı, alt katmanlara özgü duygu ve düşüncelere itibar eden) yanı öne çıkartır. Plebeist eğilimler, örneğin Fransa’da daha çok aristokrat, üst sosyal kesimleri sanatsal bir etki olarak kuşatmış, sonuçta ortaya aristokrat-monden bir psikolojizm çıkmış, iç dünyanın, ruhun incelenmesi eğilimi orada daha çok aristokrat, entelektüel kesimin bir ayrıcalığı olarak görülmüştür; alt kesimlerin bunalımları ise çok kaba, bire bir ihtiyaçlara bağlı, ekonomik nedenlidirler; derin bir psikolojik incelemeyi hak etmezler bu edebiyat anlayışında. Demek ki soylu zümrenin iç dünyasının deşilmesi anlamındaki “iç dünya kültü” çifte bir vurgu kazanır. Bir yanıyla, bireyi trajik sonuçlara götürse de, kendi içine kapanmış, kendini beğenmiş, tavizsiz, kibirli bir ruh vardır karşımızda. Bir yandan da kararlı bir şekilde muhafazakârdır bu psikoloji kültü. İşte, kendi dünyasına hapsolmuş yalnız, büyük kent bireycilerinin ruhsal yıkımları karşısına Batı edebiyatı Katolik Kilisesi’nin manevi kurtuluş vaadinden öteye bir şey koyamaz. Yolunu şaşırmış ruhlara bir huzur ortamı sunabilecek biricik merciidir kilise. Lukács’a göre, Dostoyevski’nin romanları ve yazıları, Ortodoks Kilisesi’ne bu yönde çağrı çıkartırken, Batı’nın burjuva edebiyatının benzer eğilimleri ile örtüşür. Ne var ki Dostoyevski, Ortodoks Kilisesi’ni her ne kadar ruhsal boşluklar karşısında göreve çağırsa da, anlatılarında “sorunu” ortaya koyuşuyla bu dar ufku çok çok aşmış ve Batı’daki paralel anlayışların tam karşısında yer almıştır.
En başta Dostoyevski dünyasında, o Batı’ya özgü, monden-kuşkucu kibirlilikten, kendini beğenmişlikten, entelektüel, aristokrat katmanın kendini yalnızlığıyla ve çaresizliğiyle oynama eğiliminden eser yoktur. Onda çaresizlik, üst zümrelerde olduğu gibi işsiz güçsüz, can sıkıntısı dolu bir hayatın baharatı, kendinle oynanan bir yalnızlık oyunu değil, sahici, hakiki bir çaresizliktir. Dostoyevski kişilerinin çaresizlikleri ve kuşkuları kapalı kapıların dışında umutsuzca bir debeleniş, hayatın anlamını bulma yolunda acılarla dolu, beyhude bir çırpınma, bir mücadeledir.
Bu çaresizlik sahici olduğundan, onda bir ölçüsüzlük ilkesine dönüşmüştür. Dostoyevski bütün güzel ve çirkin, sahici ve sahte biçimleri parçalar; çünkü çaresizlik içindeki kişi, bu biçimleri, aradığı en son ruhsal halin, büyük manevi kurtuluşun, “büyük yalandan kurtuluşun” uygun ifadesi olarak göremez. Toplumsal uzlaşımın insan ilişkileri arasına yerleştirdiği bütün engeller yıkılır. İnsanların yalnızlığının onun anlatılarında müthiş bir edebi güçle karşımıza çıkmasının nedeni, bütün o acımasız yıkmalara, çökertmelere, yerleşik biçimleri parçalama çabalarına rağmen yalnızlıkların, çaresizliklerin bir türlü ortadan kalkmamasıdır.
Yol gösteren, politik yazar Dostoyevski ile edebiyatçı Dostoyevski arasında hep bir gerilim ve çatışma vardır Lukács’a göre. Birincisi, sakinleştirici, muhafazakârdır; edebiyatçı olarak ise sözü, isyancıdır; politik-sosyal niyetleri ile çelişir bu edebiyatın temposu ve ruhu. Sonuçta ruhunda bitmez bir kavga vardır onun. Politik yazar, edebiyatçı Dostoyevski’yi sık sık alt eder. Dünyaya bakışından, yol gösterme kaygısından değil de, isteğinden, iradesinden gelen itkiler ile, romanlarında yarattığı kahramanların o taşan enerjilerini denetim altına alır, onun bilinçli hedef ve amaçlarından bağımsız bu kişilikler zorlanarak politik görüşlerine tabi kılınır. Gorki bu anlamda, Dostoyevski’nin kendi roman kişilerini inkâr ettiğini, hatta onlara iftiralar attığını ileri sürecektir. Ne var ki Dostoyevski ne kadar zorlarsa zorlasın, roman kişilerine tam anlamıyla boyun eğdiremez. Çoğunlukla ondan bağımsızlaşır bu kişilikler, kendi hayatlarını sürmeye başlarlar, varlıklarını en uç sonuçlara, en aşırı deneylere kadar taşırlar. Hayatlarının gelişimine yön veren diyalektik, politik-dinsel amaçlarını tutturmaya çalışan Dostoyevski’yi aşar. Soruyu edebiyat olarak doğru koyduğu için, kişilerini elinden kaçırır yazar. Başlarına buyruklaşıp hayatın diyalektiğini gerçekleştirmelerini önleyemez.
Onun yazar olarak doğru koyduğu ya da sorduğu soru, Lukács’a göre, kapitalist gelişmenin getirdiği, insanın ahlaksal ve ruhsal deformasyonuna bir baş kaldırıdır. Dostoyevski’nin kişileri sosyal olanın kaçınılmaz yolunda kendilerini parçalamaya, dağıtmaya doğru korkusuzca yol alırlar. Dağılmaları, parçalanmaları, kendilerini kendi elleriyle infaz etmeleri, dönemin yaşama şartlarına, kurumlaşmalarına karşı yöneltilebilecek en ateşli itirazdır. Ruhu yozlaştıran, hayatı sefalete iten ve zorbalıkla parçalayan engelleri aşma denemesidir bu.
Bu çaresizlikten ve umutsuzluktan çıkışın doğru yolunu bilmez gibidir Dostoyevski’nin kendisi de. Bilemez de. Politik düşüncelerin yazarı ve romancı Dostoyevski, yanlış bir yön gösterir kişilerine. Ama her gerçek ruh titreşimi, ruhun her arayışı bu engelleri aşma girişimine yöneldiğinden, son tahlilde insanın o alt edilmez gücüyle karşı karşıya geliriz.
Dostoyevski’de her hakiki insan, sonunda yok olup gitse de, bu engelleri aşmaya çalışır. Raskolnikov ile Sonya’nın kaderlerini birleştiren etmen, yüzeyde zıt kişiliklerinin oluşturduğu dış çekicilikleridir. Bu karşıtlığın gerisinde derin bir yakınlık yatar. Sonya’nın sınır tanımaz fedakârlığından söz eder Raskolnikov; kadın tıpkı kendisinin tefeci kadını öldürürken yaptığı gibi, “engelleri” aşmıştır. Sonya’nın bu geçişi daha sahici, daha insani, daha doğrudan ve halkça olduğu için Raskolnikov’unkinden ayrılır. Ama sonuçta her ikisi de arayış ve aşma yolundadırlar.
Burada karanlık aydınlanır. Modern kimsesizlik ve yalnızlıktır bu karanlık. Dostoyevski’nin çaresizlik içindeki kişilerinden biri şöyle der: “Tokun açı anlayamayacağı söylenir, oysa ben şimdi, Vanya, açın bile açı anlayamayacağını görüyorum.” Bu karanlığın içinde, görünen o ki, hiçbir ışık bulunmamaktadır. Dostoyevski’nin bir ışık olarak gördüğü de, bataklıklarda görülen o aldatıcı ışık yansımasıdır.
Dostoyevski’nin kişilerine gösterdiği yollar geçilecek, yürünecek gibi değildirler. Bizzat kendisi bir anlatıcı, yaratıcı olarak bu derin sorunsalı hisseder gibidir, ama öte yandan bir insan anlatıcısı olarak insanın bu anlamda içinde yaşadığı döneme inanabileceğini insandan beklemez gibidir.
Dostoyevski’nin anlattığı dünya onun politik ideallerini bir kaos içinde parçalar. Ama tam da bu kaos Dostoyevski’nin büyüklüğünün ifadesidir, bütün sahte ve çarpıtılmış olana yönelik protestosudur. Onun romanlarında sık sık Claude Lorrain’in “altın çağ” tablosunu anımsayan kahramanlarıyla karşılaşmamız nedensiz olmasa gerekir. Dostoyevski’nin de en derin özleminin sembolü gibidir o “altın çağ”.
Altın çağ: Sahici, hakiki ve ahenk içindeki insanlar ile sahici, hakiki, ahenkli ilişkiler. Dostoyevski’nin kişileri bunun, içinde yaşadıkları çağda bir hayal olduğunu bilirler, ama bu hayalden bir türlü kopmak istemezler, zaten kopamazlar da. Duygularının çoğu, eylem ve davranışlarının çoğu bu hayal ile, bu mutluluk rüyası ile tamamen çelişse de. Bu hayal, Dostoyevski ütopyasının hakiki çekirdeğini oluşturur, insanların birbirlerini tanıyabilecekleri ve sevebilecekleri bir dünya durumu hayali; kültürün ve uygarlığın insanın ruhsal gelişmesine engeller koymadıkları bir dünyanın durumu.
Dostoyevski kişilerinin kendiliğinden, kör isyanı, bu altın çağ uğruna gerçekleşir, kişilerin ruhsal deneylerinin içeriği ne olursa olsun (sıradan bir tefeci kadını öldürmenin ruha yansımaları deneyi gibi) bu altın çağa duyulan bilinçdışı bir özlemdir. Bu isyan Dostoyevski’nin yazar olarak büyüklüğünü ve tarihsel olarak ilericiliğini yansıtır: “Buradan Petersburg’un sefaletinin karanlıkları içine bir ışık yanar,” diyor Lukács, “insanlığın geleceğe giden yollarını aydınlatan bir ışık.”
Veysel Atayman
Kasım 2003, İstanbul
Kaynaklar:
Lukács, Rus Edebiyatı; Bl. III. “Dostoyevski”
Almanca çeviriye önsöz
İngilizce çeviriye önsöz; David Mcduff
————
1 İngilizce çeviriye önsöz. (David Mcduff)
2 Nihal Yalaza Taluy. Milli E. B. çevirisine yazdığı önsözde, Speşnev’in cazibesine dayanamayan Dostoyevski’nin onun etrafında her türlü tehlikeyi göze alan beş altı kişilik bir dernek kurma fikrini ortaya attığını belirtiyor. s. II.
3 İngilizce çeviriye önsöz. (David Mcduff)