Bir melek gibi görünüyor.
Birçok ismi var. Ve öldürüyor,
Arkasında tek bir iz bile bırakmadan…
Bir seri katil Berlin’de cinayetler işlemeye başlar. Üçüncü kurban, yaşlı bir kadın, beyaz bir gömleğin içinde evindeki yemek masasının üzerinde bulunur. Her adli tıp ekibinin korkulu rüyası gerçek olmuştur; ev köşe bucak temizlenmiş, geride tek bir iz bile kalmamıştır. Emniyet teşkilatı, “Temizlik Şeytanı” adını verdiği bu esrarengiz katili yakalamak için son çareyi kendine has, alışılmadık metotlarıyla vahşi bir katliamı aydınlatan Julius Kern’i aramakta bulur. Ancak Kern eskisi gibi değildir, çünkü bu katliamın sorumlusu Tassilo’nun beraat etmesiyle birlikte bu davanın etkisinden bir türlü kurtulamamıştır. Kendini sorgulamaya ve kâbuslar görmeye devam etmektedir. Tam bu sırada karşısına çıkan bu zorlu meydan okuma onu eski günlerine geri döndürür fakat soruşturma bir türlü ilerlememektedir. Zaman gittikçe daralırken Kern de kendisini sonuca götürecek bir ipucu bulma umuduyla uykusuz geceler geçirir ancak katil bir sonraki kurbanını aramaya başlamıştır bile…
Kern sonunda peşinde olduğu adamı yakalamak için ömründe bir daha asla görmek istemediği başka bir seri katilin, Tassilo’nun, yardımına ihtiyacı olduğunu kabul etmek zorunda kalır.
Titiz bir seri katil ile kâbuslarını geride bırakmaya çalışan bir dedektifin kanlı düellosuna hazır olun!
***
GİRİŞ
Uzun süreden beri beklenen misafirle birlikte çılgınlık da eve gelmişti. Harika bir müzik odayı acı tatlı bir melankoliye boğarken, Elisabeth Woelke bilinçaltından gelen uyarıları bir kenara itti.
Her şey fazla güzeldi; göründüğü gibi olması mümkün değildi. Kaçmalı, yardım istemeliydi. Belki de bu akşamın sonunda hayatta kalamayacağını hissetmesine rağmen gülümsedi.
Kanepenin üzerinde zarif bir şekilde oturmakta olan misafirine, “Şarap ister misin?” diye sordu.
Kadını ilk gördüğü andan itibaren etkisi altına almış gülümseyişiyle, “Lütfen,” diye cevap verdi.
Altmış bir yaşındaki eczacı kadın, onu şahsen tanımak, onunla baş başa oturmak için haftalardır bekliyordu. Adam onu daha ilk andan itibaren anlamıştı. Gerçekten anlamıştı. Fakat gülümsemesinin arkasında yatan ürkütücü tehlike, birbirlerine söyledikleri her cümleyle daha da güçleniyordu. Adam, büyük bir güneş gözlüğünün arkasına sakladığı gözleriyle odayı kontrol ediyordu.
Benim ziyaretime çok iyi hazırlanmış, ortalığı toplayıp temizlemiş, diye düşündü adam. Ama buna rağmen, kadına eşlik ederken yapacağı çok iş vardı.
Elisabeth Woelke şarabı ikram ederken, “Tahmin ettiğimden çok farklısın,” dedi.
Adam yumuşak bir sesle, “Peki, nasıl biriyim?” diye sordu.
Adamın sesi bile onu etkiliyordu.
“Nasıl söylesem bilemiyorum. Neredeyse biraz bir…”
Düşündüklerini söylemenin doğru olup olmayacağından emin değildi. Peki ya gerçekten öyleyse?
Adam, “Bir melek gibi mi?” diyerek ona yardımcı oldu.
Adam bunu söyledikten sonra ayağa kalktı ve kadına doğru yürüdü. Sadece ikisi vardı ve kimse onları rahatsız edemezdi. Her şey kadının arzuladığı gibi ilerliyordu.
Adam, “Gel dans edelim,” dedi ve elini ona uzattı.
Chopin’in gece müziği eşliğinde dans etmeye başladılar.
Birbirlerine hiç benzemeyen bu çiftin, sıcak mum ışığında ortaya koydukları korkutucu görüntü tuhaf bir şekilde sessiz ve huzurluydu. Hem de yaklaşan ölümün gittikçe büyüyen gölgesine rağmen. Eczacı kadın, adamın evine getirdiği felaketi sezmesine rağmen gözlerini kapadı ve tehlikeyi görmezden geldi. Çünkü hayatında daha önce hiçbir zaman, şu an onun kollarmdayken hissettiğine benzer bir duyguyu yaşamamıştı, bu tarif edilemez bir histi.
“Yoksa sen onlardan biri misin?” diye adamın kulağına fısıldadı. “Bir melek misin?”
Durdular. Adam güneş gözlüklerini çıkardı ve kadının gözlerinin derinliklerine baktı.
“Bunu mu istiyorsun?” diye sordu.
Kadın bakışlarını çeviremedi, gözlerini adamdan alamıyordu. Sanki dünyanın bütün mutluluğu ve huzuru adamın gözlerine yansıyordu. Vereceği cevabın doğuracağı sonuçları az çok tahmin ediyordu ama bu ona engel olmadı:
“Her şeyden daha fazla,” dedi.
Olay yeri, Julius Kern’in tahmin ettiğinden daha ilgi çekiciydi.
Elizabeth Woelke’nin cesedi, kar beyazı bir gömlek içinde, yapılmış saçları ve makyajıyla oturma odasının ortasındaki yemek masasının üzerinde yatıyordu. Odanın geri kalan bölümü de sanki özel bir gece için hazırlanmış gibi görünüyordu. Mobilyaların, lambaların, hatta ampullerin bile her biri kusursuz bir şekilde temizlenmişti. Pencere camları o kadar güzel silinmişti ki insan cam yokmuş hissine kapılıyordu. Resimler ve çerçeveleri cam ve tahta parlatıcılarıyla temizlenmiş, hatta asıldıkları çiviler bile parlatılmıştı. Odadaki her şey büyük bir itinayla temizlenmiş ve düzene sokulmuştu. Koltuk masasındaki uzaktan kumanda, raflardaki kitaplar, yazı masasındaki fotoğraflar, hemen hemen her şey pırıl pırıldı ve temizlik malzemesi kokuyorlardı.
Kern çok etkilenmişti. Oda, kusursuz temizliğiyle anlatılması güç, ürkütücü bir soğukluk yayıyordu.
Kendi kendine, “Tıpkı bir ameliyat salonu gibi,” diye mırıldandı. Quirin Meisner, Kern’in geldiğini ancak o zaman fark edebildi.
Meisner, sekiz ay içinde üçüncü kurbanın verildiği seri cinayetleri araştırmakla görevli cinayet masasının şefiydi. Bir saat önce, olay yerini görmesi için Kern’i Brandenburg’dan çağırmıştı.
“Bu kadar çabuk geldiğin için teşekkür ederim, Julius,” diyerek Kern’i selamladı.
Kern, “Bu Tanrı’nın belası şehir,” diye cevap verdi. “Bütün manyakları kendine çekiyor ve bu durum kimseyi ilgilendirmiyor.” Meisner alaycı bir tavırla, “Brandenburg seni yumuşattı mı?” diye karşılık verdi.
Julius Kern neredeyse beş yıldır LKA1 Brandenburg’da çalışıyordu. Meslek hayatı ise Berlin’de başlamıştı. Orada olağanüstü soruşturma tarzıyla daha baştan dikkat çekmişti. Suçluların yakalanması için gereken etkili bilgilerin açığa çıkarılmasında hep belirleyici bir rol oynuyordu. Kern hiçbir zaman pes etmezdi. Hatta bütün meslektaşlarının yenilgiyi kabul ettiği zamanlarda bile, o işin peşini kovalamaktan asla vazgeçmezdi.
“Bu üçüncü. İkinci cinayetten sonra seni ekibe çağırmayı düşündüm ama işlerin nasıl olduğunu sen kendin de biliyorsun.” “Niçin beni bu hastalıklı olayın içine çekmek istiyorsun?” Meisner düşünmek için fazla zaman harcamadı.
“Seni yanlış yere park eden arabalara ceza yazman için ça-ğırsalardı daha mı hoşuna giderdi?”
“Anlat o zaman!”
“Adam her zaman aynı şeyi yapıyor. Onları önce kloroformla bayıltıyor, sonra da suda boğuyor.”
“Mücadele izleri var mı?”
“Hayır, görüldüğü kadarıyla kurbanlar kendilerini savunmuyorlar. Hırsızlık da yok.”
“Kurbanlar onu tanıyorlar mıydı?”
Kern etrafına bakmaya devam etti. Meslek hayatı boyunca, bir sürü şey görmüş olmasına rağmen, bu odada gördükleri dikkate değerdi. Suçlunun, cinayetten sonra odayı temizlemek ve düzenlemek için gösterdiği çaba adeta korkutucuydu.
Kern,” Bunun bir ritüel cinayeti olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sordu.
“Onu da düşündük. Ama uzmanlar buna yönelik bir ize rastlamadılar.”
“Ama olmadığını da söylemiyorlar değil mi?”
“Eğer bunu yapmasının dini bir nedeni olsaydı, bunu bize göstermek isterdi, diyorlar. Ancak böyle bir şey yapmadı.”
“Ne istiyor peki? Esas amacı kurbanı öldürmek değilmiş gibi görünüyor. Bunu istese, çok daha kolay bir şekilde becerebilirdi. Yani, bir insanın burayı temizlemesi ne kadar zamanını alır?” “Arkadaşlarımız bunun dört ile altı saat arasında sürmüş olabileceğini söylüyorlar. Eğer yalnızsa.”
Kern, “O yalnızdı,” dedi.
Meisner, “Nasıl bu kadar eminsin?” diye sordu.
“Bu herif kesinlikle yanlış bir şey yapmak istemiyor ve birinin bu olayı bilmesi çok yanlış olurdu.”
Meisner, “Eğer katiller hiç yanlış yapmasalardı, biz ne halde olurduk?” diye sordu.
“Bu herif hata yapmıyor.”
“Bunu nereden çıkardın?”
“Yoksa beni buraya çağırmazdın.”
İkisi de gülümsediler. Kern ve Meisner birbirlerini uzun yıllardan beri tanıyorlardı. Kern, Brandenburg’a atanıncaya kadar sık sık birlikte çalışmışlardı. Meisner, Kern’den yaşça büyüktü. Bu nedenle Kern onu babası gibi görürdü.
Kern, “Adam çok kuvvetli,” diye tespitte bulundu. “Kloroformu kadının suratına uzun bir süre bastırmak zorundaydı. Ben olsam kendimi savunurdum. Bir de cesedi kaldırıp masanın üzerine koymuş. Ona bir lakap taktınız mı?”
“Gençler ona Temizlik Şeytanı diyorlar.”
“Fena değil.”
Kern etrafı inceledikçe, suçlunun geride bıraktığı temizliğin büyüklüğünün daha bir farkına vardı.
“Benim eve de bir uğrasa hiç fena olmaz aslında. Evden çok ahıra benziyor.”
Meisner dikkatlice, “Nathalie hâlâ…” diye sordu.
“Ne yapabilirim? Onun da kendine göre nedenleri var.” Kern’in karısı Nathalie bir süre önce, kızı Sophie’yi de yanma alarak onu terk etmişti.
“Bana anlatmana gerek yok. Ailesi için endişelenen bir adamın nasıl olduğunu ben de kendimden biliyorum.”
Kimlik tespit ekibinin başkanı yanlarına geldi.
“Biz işimizi bitirdik. Adli tıptan gelen gençler cesedi götürmek istiyorlar.”
Pozitif bir cevap beklemeyen Meisner, “Bir şey buldunuz mu?” diye sordu.
“Tıpkı diğerleri gibi ne kan, ne saç ne de DNA var. Oturma odasında, holde ve banyoda parmak izi bulamadık. Kurbanmki bile yok. Diğer odalara ise girmemiş gibi görünüyor.” “Kullandığı malzemeye ne diyorsunuz?”
“Sana listeyi mümkün olduğunca çabuk göndermeye çalışacağım. Bunun dışında sana maalesef fazla yardımcı olamayacağım. Adam yine her yeri çok iyi temizlemiş.”
Kern, “Bunu niçin yapıyor?” diye sordu. “Bir adam cinayet işlediği zaman, mümkün olduğu kadar çabuk oradan kaçmaya bakar. Ama bu saatlerce evin içinde kalıyor.”
Meisner, “Psikologlar asıl bizim dikkatimizi çekmeye çalıştığını söylüyorlar. Bize gücünü göstermek istiyormuş,” diye cevap verdi.
“Demek, Haydi bakalım, beni yakalayın da görelim, kafalarında takılıyor. Hepsi bu lanet olası büyük şehrin anonimliği yüzünden. Milyonlarca insan yaşıyor ve kimse kimseyi tanımıyor. Sonuç olarak da bu ortaya çıkıyor işte: Kendince bir misyon edinmiş manyağın teki! Kadının üzerindeki gömlek ne?”
Kern cesede doğru gitti. Meisner de onu takip etti. “Gömlekleri adam yanında getiriyor. Hepsi aynı model. Seri üretim. Her yerden satın alınabilir.”
“Adam onlara üniforma mı giydiriyor?”
“Öyle görmek istiyorsan, evet.”
Kern düşündü.
“Adam kadınları kişiliklerinden koparıyor! Karakterlerini oluşturan her şeyi ellerinden alıyor. Elbiselerini, saç şekillerini, hatta pisliklerini bile! Hepsini eşit hale getiriyor, hepsi aynı oluyor. Ölümle aynılaşıyorlar! Diğer kurbanlar nasıldı?”
Meisner, “Merkeze gidince dosyayı sana veririm,” dedi ve kimlik tespit ekibiyle gelen arkadaşına, “Bizi biraz yalnız bırakabilir misin, lütfen?” diye sordu.
“Tabii.”
Yakınlarında onları işitebilecek kimse kalmayınca, Meisner sessizce, “Bu adam bizimle istediği gibi oyun oynuyor. Hakkında hiçbir bilgimiz yok. Bizi aptal gibi orta yerde bırakıyor ve korkarım ki cinayetlerine devam edecek. Bana yardım edebilir misin? Sanırım artık ne yapmam gerektiğini bile bilmiyorum, kendime olan güvenimi yavaş yavaş kaybediyorum.”
“Castella ne diyor bu işe?”
“Bırak, o da benim derdim olsun.”
Kern etrafa bakmaya devam etti. Bu odada bir hayat yaşanmıştı. Gülünmüş ve ağlanmıştı. Yaşlı kadın büyük olasılıkla torununu burada karşılamıştı. Misafirlerini burada ağırlamıştı.
Ama son misafiri her şeyi silmişti. Artık bu odada hayata dair tek bir belirti bile yoktu. Burası artık yalnız boş, temiz, düzenli ve soğuk bir odaydı.
Kern, “Senden bir ricam olacak,” dedi. “Onunla yalnız kalmak istiyorum.”
“Nasıl, yalnız mı?”
“Siz onu götürmeden önce bana bir beş dakika ver. Yalnızca ceset ve ben! Baş başa.”
Meisner şaşırmıştı ama arkadaşının alışılmadık araştırma metotlarını biliyordu. Zaten onu tam da bu yüzden çağırmıştı.
Buna rağmen, “Buradan ne öğrenmek istiyorsun?” diye sormadan edemedi.
“Adam bize bir şey söylemek istiyor. Temizlik ve düzen bize verilen bir mesaj. Eğer odayı onun gözüyle yaşarsam, belki onu anlayabilirim.”
Meisner buna karşı gelmedi. İzler tespit edilmiş ve gereken fotoğraflar çekilmişti.
“Tamam, sana on dakika veriyorum. Ama sonra cesedi gerçekten götürmeliyiz.”
Birkaç dakika içinde herkes evi terk etmişti. Kimlik tespit ekibi, güvenlik polisleri ve cinayet masası üyeleri geri dönmüşlerdi.
Şimdi eve bir sessizlik çökmüştü. Evin temizliğinden de güç alan sessizlik, havada karanlık bir bulut gibi duruyordu. Julius Kern, çok iyi temizlenmiş olan odada, Elisabeth Woelke’nin kusursuz bir şekilde hazırlanmış cesediyle birlikte, tek başına duruyordu. Saniyelerce, uykuya dalmış gibi görünen ölü kadının makyajlı yüzüne baktı.
Kern pencereye gitti. Ev, devamlı olarak turist gruplarının ziyaret ettiği Charlottenburg Sarayı’ndan çok da uzakta olmayan Berlin’in Charlottenburg semtinde bulunuyordu.
Gözü, büyük parke taşlarıyla döşeli sokağın karşısında bulunan meyhaneye takılınca, “Küf kokan bayi toplantı lokali,” diye söylendi kendi kendine. “Büyük ihtimalle bodrumunda bir bovvling salonu vardır.”
Bir seri cinayet için alışılmadık bir ortamdı. Cinayet, burada, eski Berlin’in tanınmış ailelerinin oturduğu, yüksek tavanlı eski bir evde işlenmişti.
Bu deliler şimdi de ihtiyarlara saldırmaya başladılar.
u Temmuz günü Elisabeth Woelke eczanesine gitmemişti. Uzun yıllardır birlikte çalıştığı iş arkadaşı ve dostu Astrid Sokorsky ona bir saat boyunca telefondan ulaşmaya çalışmıştı. Bunu başaramayınca, şefinin bir süre önce kendisine verdiği yedek anahtarı kullanmaya karar vermişti.
Woelke ona, “Eğer bir şey olursa, istediğin zaman evime gelebilirsin,” demişti.
O gün bir şeyler olmuştu.
Kocası kanserden öldüğünden beri, Elisabeth Woelke son birkaç yıldır yalnız başına oturuyordu. İki çocuğu da artık Berlin’de yaşamıyordu. Woelke onlarla olan üetişimini koparmamış olmasına rağmen, yıllar geçtikçe görüşme sayıları giderek azalmış, sadece doğum günleri ve Noel yemekleriyle sınırlı kalmaya başlamıştı.
Şimdi Kern’in önünde ölü olarak yatıyordu.
Sana bunu niçin yaptı? Onu tanıyordun, değil mi?
Kern gözlerini ölüden ayırarak düşünceli bir tavırla odanın içinde dolaşmaya başladı. Yalnızca adımlarının sesleri duyuluyordu. Katilin evi ve cesedi geride bırakma şeklinden yola çıkarak bir sonuca varmanın imkânı yoktu. Kadını nerede öldürmüştü?
Kadının üzerinde hangi elbise vardı? Adam burayı tertemiz bir boşluğa çevirmeden önce ev nasıl görünüyordu?
Kern derin bir nefes aldı. Kadın temiz ve hijyenik kokuyordu.
Kokunun tadına vardın mı?
Kern gözlerini kapattı ve kendini katilin yerine koymaya çalıştı. Ama gerçekten ona dönüşebilecek miydi?
Çok akıllısın. Planlamaya çokfazla zaman ayırıyorsun. Sadece bıraktığın izleri silmek istemiyorsun; bunu kolayca yapabilirdin. Senin başka bir hedefin var. Ama ne? Yoksa bizi mi gözüne kestirdin? Elimizdeki tüm olanakları kullanarak peşine düşeceğimizi biliyorsun. Seni yakalayamayacağımızı düşünüyorsun, değil mi? Kurbanlarını nasıl seçiyorsun? Senin ilgini çekebilmeleri için ne gibi özelliklere sahip olmaları gerekiyor?
Kern derin bir nefes daha aldı. Sonra tekrar odanın ortasındaki masanın yanma geldi. Ölünün yüzüne baktı. Kararı kesindi. Meisner’in ekibine katılacaktı. Sonunda yeniden adam gibi bir görevi olacaktı.
Tıpkı katilin de yapmış olması gerektiği gibi, ölünün başında dikilirken, kar beyazı gömleğin üzerinde küçük bir leke fark etti. Daha yakından baktı. Küle benziyordu. Zorlukla görülebilen hafif bir izden fazlası yoktu. Ama oradaydı.
Yoksa ilk hatam mı yaptın?
Kern, bu günden itibaren acımazsızca peşinden koşacağı adamla iletişim kurmaya çalıştı. Ardından:
“Öyleyse, üzerine kaim bir şeyler giy,” dedi.
2
Berlin’den telefon gelmeden önce, Kern korkunç bir gece geçirmişti. Üç yıldır kâbuslar görüyordu. Bu seferki de çok kötüydü.
“Bize bak. Bize bak ve bize ne yaptığını gör.”
Julius Kern başını kaldırmaya cesaret edemedi. Parçalanmış, cam kırıklarıyla kesilmiş kafataslarım fazlasıyla görmüştü. Kendisine, çaresiz gözlerle bakan bir çift! Şişman adamın yarılmış kafatası! Oraya bakmak istemiyordu ama bir şey onu bunu yapmaya zorluyordu.
Kern, ölü gözleriyle kendisine bakmaktan vazgeçmeyen çifte, “Çok üzgünüm,” diye bağırdı çaresizlik içinde.
Birdenbire, beş gövdenin arkasından birisi karanlıktan ortaya çıktı. Yavaş adımlarla masaya doğru yaklaştı. Şimdi sönük mum ışığının altında bir siluet belirmişti. Kern onu hemen tanıdı: Tassüo.
“Git buradan,” diye ona bağırdı.
Mümkün olduğu kadar yüksek sesle bağırmaya çalıştı ama sesi kısık ve boğuk çıkmıştı.
Tassilo, “Beni vurabilirsiniz,” diye cevap verdi. Bu kadar arkadaşça konuşması Kern’i ürkütmüştü.
Kern aşağıya baktı ve demin kendisini iskemleye bağlayan zincirlerin birdenbire ortadan yok olmuş olduğunu gördü.
Tabancam. Adam tam Önümde duruyor. Eğer yeteri kadar hızlı davranabilirsem, onlara bir şey yapamaz.
Tassilo, “Yarma kadar vaktim yok,” diye sözlerine devam etti.
Kanlı çemberin misafirleri korkunç bir ağlamayla masanın üzerine yığıldılar.
“Yoksa yapamaz mısınız?”
Kern’in silahı her zamankinden daha ağırdı. Onu tek eliyle kaldıramıyordu. Ancak iki eliyle tetiği çekmek de atış poligonunda olduğu kadar kolay değildi.
Silahın emniyet mandalı düzgün çalışmıyordu. Emniyeti açtıkça mandal tekrar eski yerine geri dönüyordu. Ayrıca tetik de tutukluluk yapıyordu. Ağlama ve yalvarma sesleri gittikçe artıyor, dayanılmaz bir hal alıyordu. Birdenbire bir tabanca sesi duyuldu.
Kern sonunda bütün gücünü kullanarak tetiği çekmeyi başarmış ama doğru hedefi vurmayı başaramamıştı. Mermi Tassilo’nun omzuna isabet etmişti.
Yara kayboluncaya kadar gülerek üzerini sıvazladı.
Mermi Tassilo’yu bu zamana kadar hiç öldürmemişti. Tek bir gece bile.
Kern her zamanki gibi tam o sırada uyandı. Yaşadıklarının kâbus olduğunu anlaması dakikalar sürdü.
Hâlâ kendine gelememiş bir halde, huzursuzca yatağın Nathalie’ye ait tarafına döndü. Mesleğinin onu rüyalarına kadar takip ettiği zamanlarda yaptığı gibi yine ona sarılmak istedi. Ancak Nathalie’nin sıcak vücudunu arayan elleri birkaç defa boşluğa düşünce, karısının kendisini aylar önce terk ettiğini hatırladı.
Hemen arkasından telefon çaldı. Berlin’deki suç mahallini inceleme teklifini kabul ettiğinde hâlâ uyukluyordu ve nasıl bir çılgınlığın içine düşeceğinin farkında değildi.
3
“Bu hikâye saatli bombaya benziyor. Eğer patlarsa, çok ciddi bir problemle karşı karşıya kalırız.”
LKA Berlin’in bölüm yöneticisi ve Quirin Meisner’in amiri Daniela Castella, Kern’i Brandenburg’dan getirtmesinin hemen ardından Meisner’i yanma çağırmıştı. Dedektiften ziyade bir bale öğretmenini andıran, küçük ve narin kadın, “Şu bizim Temizlik Şeytam’m daha ne kadar basından gizleyebiliriz? Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.
Meisner, “Olayı büyük bir ciddiyetle araştırmaya devam ediyoruz,” diye cevap verdi.
“Peki, ciddiyetiniz yeni bir cesetle karşılaşmamızı engelledi mi? Kurbanı bulan kadınla konuştunuz mu?”
Meisner elini salladı. “Oradan bir şey çıkmaz.”
Castella’nm huzursuz olduğu belliydi. Tükenmez kalemini sinirli bir şekilde masaya vuruyordu.
“Gazeteciler bunu elbet bir gün öğrenecek ve büyük bir patırtı koparacaklar. Kern de ortalarında kalacak.”
Meisner, Castella’nm ne demek istediğini anlamıştı.
“Onu olayın dışında tutmak istiyorsunuz, değil mi?”
“Kern hâlâ o samanlık hikâyesinden kurtulmuş değil. Tassüo’nun kitabı da yakında yayınlanacak. Sakın bana bunun onu hiç ilgilendirmeyeceğini söylemeyin. Bir de şu hiç bitmeyen röportaj istekleri var tabii. Benim bile sinirim bozuluyor.”
“Doğru, hâlâ acı çekiyor. Olay yerine ilk gidenlerden biri de oydu. Kimse bunu kolay kolay atlatamaz.”
“Ve siz de buna rağmen onu takıma almak istiyorsunuz, öyle mi? Yok, hayır, teşekkürler! Normalde Brandenburglu meslektaşlarımız bizden eleman isterler, biz onlardan değil. Niçin geçirdiği şoktan hâlâ kurtulamamış bir adamı buraya getirtiyorsunuz? Onun yeni bir başarısızlığa daha dayanamayacağını göremiyor musunuz?” Meisner, Castella’nın endişesinin gerçek olduğundan şüpheliydi. “Gerçekten Julius için mi endişeleniyorsunuz? Yoksa polisin imajının zedelenmesinden mi korkuyorsunuz? Yani Kern isminin açığa kavuşmayan cinayetlerle bağlantılı olması…”
“Bu ihtiyacım olan son şey. Eğer gerçekten onu çağırmamı istiyorsanız, bunu yaparım. Ancak umarım bir hata yapmıyoruz-dur. Anlaşabildik mi?”
Meisner, şefinin ne demek istediğini anlayabilecek kadar iyi tanıyordu onu.
“Gözüm onun üzerinde olacak, söz veriyorum. Olayın onu aştığını gördüğüm an onu tekrar gruptan çıkaracağım.”
“Tabii çok geç değilse! Bana bir defasında, Kern’in bıçak gibi keskin köpek dişleri olduğunu ve davasını bir kere ısırdı mı bir daha asla bırakmadığını söylemiştiniz. Hatırlıyor musunuz?” “Öyledir. Tassilo’yu yakalayana kadar günlerce uykusuz kalmıştı.”
“Peki, sonucunda ne oldu? Herif şimdi işlediği suç sayesinde tonlarca para kazanırken, Kern de her gün adamın hayranlarının bayram etmesini seyretmek zorunda kalıyor. Hem Kern’in karısına ne oldu? Onu bu olay yüzünden terk etmemiş miydi?”
Meisner, “Evet,” diye cevap verdi.
“Size sosyal çevrenin ne kadar önemli olduğunu anlatmalı mıyım gerçekten? Kern’in köpek dişleri körelmiş olamaz mı?” “Zaten bu yüzden onun en doğru kişi olduğuna inanıyorum. Kern geri dönmek istiyor. Tekrar eskisi gibi olmak istiyor. Ve bunun için savaşacaktır.”
Castella gözlüğünü düzeltti. Sonra koltuğuna yaslanarak Meisner’e baktı.
“Kern’in eski bir arkadaşı olduğunuzu bilmesem, olayı çözemediğiniz zaman boynunu uzatacak bir günah keçisi aradığınızı sanacağım.”
4
Meisner, Kern’i bürosunda, “Takıma hoş geldin! Toplantı biraz sonra. Önce bir dosyalara bakmak ister misin?” diyerek karşıladı. “Evet, kısaca bir bakabilirim. Külü ne yaptınız?” “Arkadaşlar üzerinde çalışıyorlar. Adamın sigara içtiğini mi düşünüyorsun?”
“Kim bilir, belki de temizlikten sonra bir keyif sigarası yakmıştır. Ama onun tarzına uymuyor, değil mi?”
“Tarzına neyin uyup neyin uymadığını sana söyleyebilmek için neler vermezdim.”
“Psikologlar ne diyor?”
“Şimdiye kadar hiçbir şey söyleyemediler. Yirmi yaşlarının ortalarında, erkek, zeki. Cinsel bir dürtüyle hareket etmiyor.” “Bu önemli. Acaba nedeni kurbanların yaşlı olmaları mı?” “Olabilir. Önce iki erkek, sonra bir kadın… Ve cinsellikle bağlantılı hiçbir şey yok, öyle mi? Hayır, başka bir amacı var. Bizimle dalga geçmek istiyor.”
“Bunu da gayet iyi bir şekilde yapıyor.”
Meisner dosyaları Kern’in önüne sürdü.
“Cinayet işlemek onun için sadece bir araç,” dedi. “Eğer onu yakalamak istiyorsak, esas amacının ne olduğunu öğrenmemiz gerekiyor. Bu konuda bir fikrin var mı?”
Kern, cesetle yalnız kaldığı zaman ne hissettiğini hatırlamaya çalıştı.
“Kurbanlarını bir müzedeymiş gibi sergiliyor. Belki de onları bir zafer ganimeti olarak görüyordur,” diye düşündü “Onları bize gururla göstermek mi istiyor?”
“Ya gurur ya da kibir. Belki de kusursuz cinayet işlemek isteyen sapıklardan biridir.”
Meisner, “Ama bir cinayetin kusursuz olması için, onun kaza ya da intihar olduğunu düşünmemiz gerekiyor,” dedi.
“Ama böyle bir cinayet, onu bizim tarafımızdan takip edümenin vereceği zevkten mahrum eder. Üstelik hayranları olmayacaksa, kusursuz bir suç işlemenin ne anlamı var ki?”
Meisner, “Evet, o da tam olarak bunu istiyor. Bizi düelloya davet ediyor,” dedi.
“Gazetelerde aptal gibi görünmemizi istediğinden eminim. Basma ne diyeceksiniz?”
“Her zamanki küçük paketi. Ceset bulundu, araştırmalara başlandı, cinayetin nedenleri araştırılıyor. Medyada büyük bir ses getirmesine müsaade edemeyiz.”
Ağzından medya sözcüğü çıkar çıkmaz Meisner hafifçe titredi. Kern bunu fark etmişti.
“Tamam, tamam,” diyerek arkadaşını yatıştırdı. “Her şeyi gayet yakından takip ettiğinizi biliyorum.”
Meisner başını salladı.
Sonra, “En iyisi bunu toplantıda da söyle,” dedi. “O zaman bunu da atlatırsın. Hepsi seninle birlikte çalışacakları için çok mutlular. Şu Tassilo hikâyesini de artık aklından çıkar.”
Meisner istemeden yanlış bir laf etmişti.
Kern, “Tassilo’yu aklımdan mı çıkarayım?” diye tepki gösterdi. “Güzel söylüyorsun da, sen oğlunun olayım kolayca akimdan çıkarabildin mi?”
Meisner gözlerini yere indirdi. Şimdi de Kern söylediklerine pişman olmuştu.
“Öyle söylemek istememiştim,” diyerek özür diledi. Meisner’in oğluyla olan dertleri, onun Nathalie’yle olan sorunlarından daha az değildi.
Kern, “Daha ne kadarı var?” diye sordu.
“İki yıl. O da iyi hal indirimi uygulanırsa.”
“Lanet olsun.”
Meisner, “Daha çocukken, süpermarketten bir çikolata çalmıştı. Onu yakalayıp polis arabasıyla eve göndermişlerdi. Bu çok ağırına gitmiş, bütün gün ağlamıştı,” dedi. “Julius, kendi kendini suçlamaktan vazgeçmelisin. Bana inan. Bunlar benim de başıma geldi. Etrafımızda olan bitenleri kontrol edemiyoruz. Sen olmasaydın, Tassilo’yu hiç yakalayamayacaktık. Sonrasında olanlar senin suçun değil.”
“Beni oyuna getirdi.”
“O herkesi oyuna getirdi. Ama hepsi geçti. Şimdi, sırf bunu yapabileceğini bize göstermek için insanları öldüren bir seri katil şehirde dolaşıyor. Sana ihtiyacım var. Ama öyle yarım yamalak değil, tüm kuvvetinle yanımda olman gerekiyor.”
Kern, kendilerini dinleyen biri olup olmadığını anlamak için kapıya baktı. Sonra sessizce sordu: “Bu Temizlik Şeytanı’nm içimizden biri olabileceğini hiç düşündün mü?”
Meisner de kapıya bir bakış attı.
“Hangi izleri silmesi gerektiğini bildiği için mi böyle düşünüyorsun?” diye karşılık verdi sessizce. “Başta ben de öyle düşünmüştüm ama sonra vazgeçtim.”
‘‘Temizleme şeklinden dolayı mı?”
“Evet. Bizden biri işi daha kolay yapardı. Görüldüğü kadarıyla, Temizlik Şeytanı bizim çalışma tarzımızı bilmiyor. Dolayısıyla da her yeri temizliyor. Hatta iz kalması mümkün olmayan yerleri bile siliyor. Her malzeme için özel bir temizleyici kullanıyor.”
Kern sırıttı.
“O zaman gerçekten bizden biri değil. Bizim gençler bu iş için fazla tembel.”
Meisner ortamın rahatlamasına çok sevindi. Sonra da, “O zaman dosyalara kısaca bir göz at. Geri kalanını toplantıda konuşuruz, tamam mı?” dedi.
“Castella da geliyor mu?”
“Evet, bir kravat taksan iyi olur.”
Kern’in dosyaları incelemek için toplantıya kadar bir saati vardı. Temizlik Şeytanı ilk cinayetini geçen yılın 17 Ekim günü işlemişti. Yönetim danışmanı August Danner, öldürülmesinden bir gün sonra temizlikçi tarafından bulunmuştu. Onun da cesedi oturma odasının ortasında duruyordu. Onun da bedeni yıkanmış, saçları taranmış ve üzerine beyaz bir gömlek giydirilmişti. Ayrıca banyosu, holü ve oturma odası da özenle temizlenmişti.
Dört ay sonra bulunan ikinci kurban, çatı ustası Kurt Mankwitz’te de durum farklı değildi. Şimdiye kadar yapılan araştırmalardan pek fazla bir şey çıkmamıştı. Gömlekler her köşe başında satılıyordu. Katilin kullandığı temizlik malzemelerinin listesi de bir işe yaramıyordu. Birçok farklı özel temizlik malzemesi kullanmış olmasına rağmen, bunları da bütün marketlerde, inşaat malzemeleri
satan dükkânlarda bulmak mümkündü. Komşuların sorgulanması da bir sonuç vermemişti. Mankvvitz’in kadın komşularından biri suçluyu gördüğünü söylemişse de, anlattıkları hep çelişkili şeylerdi. Sonradan yaşlı kadının gözlerinin iyi görmediği ve katili görmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkmıştı. Sonunda bunları biraz ilgi çekmek için söylediğini itiraf etmişti.
Kadın bir milyondan fazla nüfusa sahip bir şehirde yaşamasına rağmen, bir adada oturuyormuş gibi yapayalnızdı. Sen de yalnız mısın? Yoksa sen de mi sadece ilgi çekmek istiyorsun?
Kern, şimdiye kadar yapılan araştırmalardan yeni bir şey öğrenemeyeceğinden korkuyordu. Quirin ve takımı iyi iş yapmışlardı ama belki de gözden kaçırdıkları küçük bir şey vardı. Tıpkı Tassilo’da olduğu gibi. Belki külün analizi yeni bir bilgi verirdi.
Birkaç dakika sonra toplantı başlayacaktı. Acaba Meisner’in önerisine uyup toplantının başında konuya girmeli miydi? Galiba en doğrusu bu olacaktı.
Meisner, “Şimdi üçüncü kurbanımız da oldu,” diyerek kendi cinayet komisyonunun toplantısını açtı. “Buna mani olmak için çok çalıştık. Ama ne yazık ki ancak bu kadarını yapabildik. Şimdi bu cinayetin katilin son kurbanı olması için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. Bu nedenle ekibimizi güçlendirdim. Çoğunuz onu zaten tanıyorsunuz. Brandenburg LKA’dan Başkomiser Julius Kern. Bugünden itibaren bizimle birlikte çalışacak.”
Sekiz kişilik grup bunu uygun bulduklarını göstermek için masaya vurdular. Sonra Kern söze başladı.
“Buraya geçici bir süreliğine geldiğimi söyleyebilirim,” diye başladı. “Quirin, olay yerini görmem için, beni sabah erkenden yataktan kaldırdı. Dosyaları da inceledim. Zor bir iş. Umarım size yardımcı olabilirim. Enseleyelim şu herifi!”
Odanın arka köşesinden Dennis Baum söz aldı: “Adamı yakalarız. Ama televizyona çıkacağına, hapse girse daha iyi olur.” Odada bulunanlar gülümsemelerine engel olamadılar. Dennis sportmen görünüşlü, atletik, esmer tenli ve devamlı olarak spor ayakkabıyla dolaşan genç bir delikanlıydı.
Meisner, “Bu da bizim muzip arkadaşımız,” dedi. “Dennis. İyi bir polistir ama berbat bir komedyendir.”
Kern, “Önemli değil. Zaten bu konuya girecektim,” diye cevap verdi. “Tassilo’nun medyada ne kadar ün yaptığını hepimiz biliyoruz. Devamlı olarak benimle röportaj yapmak istiyorlar ama ben hepsini geri çeviriyorum. Bir faydası yok. Adam serbest ve öyle de kalacak. Yapacak bir şey yok. Hepimiz durumun başka türlü olmasını isterdik ama her zaman kazanamayız. Maalesef.” Castella söze karışarak, “Bu küçük ara konuşmadan sonra, tekrar seri katilimize dönsek iyi olacak,” dedi. “Özenli bir şekilde çalıştınız ama buna rağmen bir sonuca varamadık. Başkomiser Kern’i bu işin içine çekmek Quirin’in fikriydi. Araştırmalarımıza yeni bir soluk getireceğini ümit ediyorum. Yani Tassiloyu bir kenara bırakıp önümüze bakalım demek istiyorum. Teşekkür ederim.” Meisner durumdan faydalanmayı bildi.
“Judith, komşuların soruşturulması sonucunda elimize geçen bilgiler nelerdir?”
Başkomiser Judith Berr gruptaki tek kadındı.
“Pek bir şey yok. Yalnız biri bir şeyler duymuş. Kurbanın evinden hafif bir müzik sesi geliyormuş. Belki temizlik sırasında çıkardığı sesleri radyoyla bastırmak istemiştir. Kim bilir?”
Kern gruba, “Kurbanlarını nasıl seçiyor?” diye sordu. Dennis Baum, “Pek fazla ortak noktaları yok,” diye cevap verdi. “Farklı cinsiyetler, farklı yaş grupları ve farklı çevreler. Ama hepsi de yalnız yaşıyordu.”
Kern,” Kadının onu tanıdığını mı düşünüyorsunuz?” diyerek sorularına devam etti.
Mesner, “Onlarlayken rahatsız edilmeyeceğini ve temizlik için yeterli zamanı bulacağını biliyordu.”
Kern, “Adamın aklından zoru olmalı. Yoksa bu işi bu kadar soğukkanlı bir biçimde yapabilmesi mümkün değil,” dedi. Dennis Baum tekrar söz aldı.
“Burası Berlin. Akından zoru olan en az üç yüz bin kişi vardır.” Castella, “O zaman hemen onları kontrol etmeye başlayabilirsin,” diye cevap verdi.
Kadın, toplantı salonundan çıkmak için ayağa kalktı. Kapıya gelmeden tekrar arkasına döndü ve Meisner’e bakarak, “Lütfen bir kez daha yanıma uğrayın, sizinle konuşmam gerekiyor,” dedi.
Meisner, kadının gözlerinin Kern’e takıldığını fark etmişti. Kendisiyle ne konuşmak istediğini tahmin edebiliyordu.