Roman (Yerli)

Operadaki Darbuka

operadaki darbuka 5edc725c28151İnsanlar doğası gereği doğar büyür ve ölür, aslında herkesin hayatı yazsak roman olur niteliktedir, buna kafadan attığımız hayatlarda dahil, asıl roman olacak hayatlar ya herkesin ibret alacağı yada imreneceği hayatlardır, buna kafadan attıklarımızda dahil, Esat ve Cenk iki erkek, anneler, babalar, kardeşler, düşmanlar ve tabi ki sevgili kadınlar, yaşamak bir inceliktir diyerek bu ikisi adına en anlamı cümleyi söylemiş oluyorum.
Esat; bir gazino patronu ve espri denilen olguyu yıllar önce kaybetmiş, kadınları sadece seks objesi olarak gören, terminatör kadar vicdanlı adam, ama suzanına karşı öyle olmayacaktır, hayatının en büyük mutlu olabilme fırsatını en büyük ikinci kıyametiyle elinden kaçıracaktır, Esat ibret alınacak bir hayat.
Cenk; fabrikatör oğlu, böyle Yeşilçam gibi değil, baya baya fabrikatör oğlu ve ailesiyle sürekli husumeti var, kötü birisi esat kadar, onunda burcusu var, sevdiği kadını sevmeye fırsat bulamıyor, bir toz bulutu kadar gerçek sayılacak çevresindeki insanlardan, ibret alınası ikinci adam Cenk.

Her sayfada farklı finaller var ve hiçbir karakterlerin amaçsızca konuşmadığını göreceksiniz, bir satırda bile okuyacak olduğunuz bilmem kaç sayfayı sarsabilir iki kelime yatıyor. Sen ben biz onlar kadar gerçek bir kitap ve hayatlar, ben tek kelimesine bile inanmıyorum, gerçi ben yazdım ama sizler hayata inanıyor ve aynı hayatı ciddiye alıyorsanız inanabilirsiniz. Buna gayet müsait bir kitap, maço, temiz Necdet, tuğlacı Tuğrul, kurt Muhsin, bozuk hasan, gibi uzayıp giden insanlar zinciri, bu yazı sahası kitabı reklam etme alanı ama ben bunu istemiyorum, demek istediğim bizler kadar gerçek bir kitap o kadar.

“Operadaki darbuka” YEDİNCİ YENİ akımının ilk eserlerinden olan bir kitap unvanına sahiptir.

***

Ailemi tanırsınız…

Mutlu bir çocukluk geçirdim. Hep sıradan oyunlar, yokuşlardan üstüne binip indiğimiz frenli bilye arabaları, körebeler, önümüze gelene yüz tekmeler falan… Gayet hepiniz gibi bir çocukluk geçirdim. Sıradanlığımı aileme borçluydum. Babam sabırlıydı ve bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın felsefesiyle yaşardı. Tuttuğu takım kırmızı beyaz milli takım ve partisi de ekmek partisiydi. Adı Hasan, arkadaşları ona kahvede “bozuk Hasan” derlermiş, çünkü ne zaman hangi oyunu oynuyorsa oyunun kendi üstüne kalacağını anladığı anda bozuk atmaya başlar, sinir stresle hepten çekilmez hale gelirmiş. Tekstil fabrikasında çalışıyordu. Bıyıklıydı ama ne sağ ne sol onun bıyığı, kendine özgü: Biraz Ayhan Işık, hafif de Öztürk Serengil tarzıydı. Bıyığı bile farklıydı adamın, anneme saygı duyar ama benim yanımda ya da milletin içindeyken sadece, çünkü bazı geceler duyardım ettikleri kavgaları. Aslında kahvedeki arkadaşları babamı her haliyle çözmüşler, yani bozuktu biraz, evet bozuk Hasan benim babamdı. Annem mutfak kadınıydı: hani hep mutlaka ocakta bir tencere vardır ve altı yanıyordur, bazen kısık bazen yüksek ateşte. Altın günü falan bilmezdi bizim kadınlar, kısır günü yaparlardı. Herkes tığını şişlerini bez bir sarraf torbasının içine koyup bugün bize yarın başka annem gibi bir kadının evine giderlerdi. Annem kapalıydı, konu din olunca pek bilgisi olmamasısına rağmen mahallemizin kısır günlerinde, dedikodudan kalan muhabbet aralıklarında dinden de konuşurlar, herkes bilmediği ne var ötekinden çalardı. Olsun hepsi de iyi kadınlardı ama yanlarında olmayan hangi kadın varsa mutlaka onun bir falsosunu bilirlerdi. Aslında hepsi birbirinin falsosunu bilirlerdi ama kadınlar işte, rol yeteneği doğuştan mükemmel yaratıklar. Annemin arkadaşları annem hakkında ‘’sinirlendiğinde gözü hiçbir şey görmez, ammmann düşman olunmaz kız onunla, sus sus kulağına gitmesin sakın’’ derlerdi. Bunu farklı versiyonlarda beş altı kez duymuştum. Adı Semra’ydı ve benim annem melek gibi bir kadındı. Gerçi hiç melek görmedim, nedir ne değildir tam bir şey söyleyemem ama annem bir melekti, en kesin ön yargım budur. İki tane de abim vardı, Muhsin ve Tuğrul. Semtin en hızlısı Muhsin abimdi. Tuğrul abim ise yavaş ve sakin. Ben üçüncü tekne kazıntısı olduğum için hep ara elemandım, abilerime selam götürmekten başka bir işe yaradığımı hatırlamıyorum. Ha bir de bakkala gitmem ve ev ahalisinden kim su isterse istesin onu benim doldurup getirmem dışında. Muhsin abim ben ilkokulu bitiresiye kadar yanımızda durdu ve sonra gitti. Maceracı bir insandı, nereye gitse oralı olurdu ve hemen her konuda bilgisi vardı. “Kurt Muhsin” derlerdi ona da ve gitmek istedi, gitti. Ne babam “Dur!” dedi, ne de o annemin “Gitme!” deyişlerini dinledi. Tuğrul abim evci bir insandı. Muhsin abimin birlikte olduğu kızlar hâlâ Muhsin abimi bana sorarlar ama Tuğrul abim ortaokulundan sonra girdiği tuğla fabrikasında bir çalışmaya başladı, askerliğini yaptı geldi ve orada yine devam edip babam gibi olmayı seçmeyi kabul etti. Aynı hayalleri, aynı saatlerde uykuları, aynı hanım ve aynı çocukları kabul etmişti ve o da bozulacaktı Hasan gibi. Sadece jenerasyon değiştiği için belki markalar farklı olacaktı ama Tuğrul abim babam gibiydi. Bu sebepten babam da Tuğrul abimi tutar, ona arada bir şeyler danışırdı. Gerçi babam yine bildiğini yapardı ama olsun, yemekten sonra babamla Tuğrul abim iyi mukayeselerde bulunurlardı. “Tuğlacı Tuğrul” derlerdi ona da. Bizim semtimizböyleydi: herkesin lakabı vardı gururla taşıdığı ya da babam ve kopyası olan oğlu Tuğrul gibi bozuk attığı.

.

Ben yanıyordum, o ise belki de sadece ısınıyordu…

Dünyaya yaklaşımımı sorgulayacak bir devlet adamı ya da insan sarrafı çıkmadı karşıma. Umutsuzluk dediğiniz her neyse artık galiba ben onun üreticisiyim. Herkes adına herkesten nefret edebilir ve icraata geçerek ortalığı karıştırabilirim. Gücüm kuvvetim var ama paralık değil, yüreklik bir kuvvetten bahsediyorum. Neyse, yanımda daha önce birlikte olmadığım ve hiçbir orospuya benzemeyen Suzan vardı. Suzan öyle herkesle pek görünmez. Mesela bir aile yemeğine babası işçi, annesi ev hanımı, kendisi de üniversiteyi dereceyle bitirmiş tertemiz bir kız olarak yanınızda götürebilirsiniz. Sizi hiç bozmaz yani. Öylesine akıllı, bir o kadar da güzeldi. Yanındakini yemeyi çok iyi bilir Suzan. Hatta bizim çocuklardan biriyle sadece bir gece çıkmış ve çocuğu o gece yolup mesleğini icra etmeden gitmiş ki çocuk da pintinin tekidir. “Helal olsun!” dedim içimden Suzan’a. Güzelliğinin farkında olan bir kadın kadar tehlikeli bir tetikçi yoktur, bütün sülaleyi birbirine kırdırabilir yani Suzan öyle bir kadın. Onu ilk aradığımda hiç tereddüt etmedim, numarasını bizim çocuktan aldığımı söyledim ve bu gece müsait olup olmadığını sordum, o ise direk “Gel beni şu adresten al” dedi. Arabayla evinin yakınına gittim.

-Suzan ben.

-İyi, ben de Esat.

-Pek konuşmuyoruz galiba?

-Nereye gidelim Suzan?

-İyi bildiğim bir bar var oraya gidelim.

-Tamam.

Suzan yanımdaki koltuktan beni izliyordu ara ara, ben ise üstündeki elbisenin rengini bile bilmiyordum daha ve eminim ki o benim yüzümdeki bütün kıvrımları bile ezberlemişti. Her sokak lambasının altından arabayla geçerken gözleri suratımdan yana parlıyordu. Ben konuşmadım, o konuşmadı, sadece gidiyorduk. Gitmeye alışkındım ben, genelde yalnız, şimdi de yalnızım aslında ama beni izleyen bir yabancı var yanımda. Yabancıları severim çünkü onlara kendinizi istediğiniz gibi tanıtabilirsiniz ama ben Suzan’a olduğum gibi davranarak kafasını karıştırıp ezberini bozmayı düşünüyorum. Kokusu arabanın içinde şehvetime taklalar attırıyordu, tek bir mimiğimi bile oynatmamıştım ona, kafasında belli başlı senaryolar vardı biliyorum. Ben ona soracaktım neler yapıyorsun, nerelisin gibi sıradan şeyler ve o da herkese verdiği farklı cevapların aynılarını bana verecekti. Eteğinde iki tane gül deseni vardı, vitesi atarken fark etmiştim o ikisini, saçları kızıl, teni ise soluk benizliler kabilesinden çıkmış gibi bembeyazdı. Rus zannedebilirdim onu ama Suzan’dı işte, sıradan bir orospuydu. Telefonumun çalmasıyla kafamdaki düşünceler bir anda deliklerine girdiler, arayan Harun’du.

-Abi bir genç geldi birilerinin isimlerini verdi seninle konuşacakmış.

-Ne genci aslanım?

-Abi bilmiyorum ama senin adresin var çocuğun elinde, senin adını falan da biliyor.

-Her adresimi, adımı bilen benle konuşsun mu Harun?

-Ne yapayım abi?

-Gönder bugün gelmiycem.

-Gelmezsin dedim zaten ama beklerim diyor.

-Beklemesin, gerekirse dövün gönderin.

-Abi söylemeyi unuttum ama zaten baya bir dayak yemiş eleman.

-Verin bi masa takılsın o zaman.

-Parası da yokmuş cüzdanını almışlar, zaten ondan dayak yemiş.

-Harun yeter aslanım be he, valla yeter. Tamam, ne yaparsa yapsın, sen çözmüşsündür onu şimdiye, ne yapacağını bilirsin. Ona göre takıl işte, yorma beni hadi görüşürüz.

-Tamam abi.

Telefonla konuşmayı zaten sevmem bir de bu Harun’un gereksiz konuşmaları beni iyice yaşlandırıyor. Harun ben yokken mekânın kasasında duran, yeri geldiğinde şef garson olan, bana fazlasıyla saygılı, millete gerektiği kadar piç, sayısal işlere kafası basan bir çocuktur. Çocuk diyorum ama bana göre çocuk, yoksa yaşı 27 ya da o civarlarda işte. Yıllardır yanımda, bir iki kız mevzusunda biraz başımı ağrıttı ama onu hiç ezdirmedim, o da beni hep öz abisi gibi bildi. Hiç sormadım ailesini ya da daha önce neler yaptığını. Bir sabaha karşı geldi iş istedi benden, direk gel şu masaları düzeltelim dedim. O gün bu gündür Harun harun oldu yanımda, fakat Tokatlı olduğunu biliyorum. Suzan varlığını hatırlatır gibi seslendi yanımdan şuh sesiyle:

-Barı geçtin ama…

-Orayı biliyorum başka yere gidicez.

-Fikrimi sorsaydın beyefendi!

-Fikirler değişir.

-En azından sorsaydın dedim, değiştiklerini ben de biliyorum zaten.

-Değişecekti zaten sormama gerek yoktu.

-Senle bir anlaşma yapalım?

-Ne anlaşması?

-Şimdi şöyle, sen belli ki dominant birisin, kontrol edemediğin ne varsa hep boka batacağından tedirgin olanlardansın.

-Ee?

-bu gecenin dominantı ben olayım?

-Olur.

-Ama böyle olmaz.

-Nasıl olsun Suzan?

-Bara mara gitmiyoruz evine çek arabayı.

-Tamam.

Ben tamam dedikten sonra gıkı çıkmadı Suzan’ın. Evim ikinci katta. Merdivenlerden çıkarken Suzan’ı çaktırmadan süzdüm. Tek parça, dizlerine kadar etekli mavi bezin üstünde sağına soluna güller serpiştirilmiş bir elbisesi vardı. Çantası beslenme çantası gibi ufak ve cırtlak pembeydi, sağ bacağında ise uzunlamasına bir dikiş izi vardı. Kapıyı açarken yanımdaki duruşu garipti: dışarıda oyun oynamış da eve girip terli terli su içmek için acele eden haylaz kız çocuğu gibiydi. Ayakkabılarını kapının dışında bırakarak açtığım kapıdan sızrverdi içeri ve ışığın yerini ezbere biliyormuş gibi hemen holün ışığını açtı. Arkasından girdim, ayakkabılarımı içerde çıkardım. Onunkiler kapının dışında kalmıştı, almadım içeri, ayakkabılarının bekçisi yoktu.

-Evin leş gibi kokuyor ve koku şu odaya yaklaşuğımda keskinleşiyor. Evinde cesetler mi var?

-Ev işte yorgun geliyorum.

-Gazete, dergi, kitap hiçbir şey yok burada.

-Okumaya zamanım olmuyor.

Mutfaktan iki bira alıp geldim.

-Bu gece içmek istemiyorum.

-Tamam.

-Sen de içme.

-Neden?

-Anlaşmayı unutma patron benim.

-Bokunu çıkarma Suzan.

-Hayır sen çıkarma içmiycez işte.

-Ne o hemen işini halledip gideceksin heralde?

-İşim neymiş?

-Sevişmek.

-Sevişelim işim oysa eğer ve ben de gideyim. Senin bu emrivaki tavırlarını ancak karın çeker.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Olivera (Yıldırım Beyazıt’ın Büyük Aşkı )

Editor

Kehribardaki Yusufçuk

Editor

Huzur Sokağı

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası