Bu yılın ilk Sevgililer Günü telefonu sabah saat yedide geldi. Genellikle güne çalan telefonla başlarım, o yüzd “Bilemiyoruz, bir bilgimiz yok,” dedi polis memuru. Derken kapı açıldı, içeriden elinde naylon eldivenli biri çıktı. Belli ki delil arama oyunu başlamıştı.
Kütüphanesini düşündüm; sırf kitapları bir önceki dairesine sığmadığı için bu eve taşınmıştı. Binlerce kitap… Özenle, belli bir sıraya göre yerleştirilmiş. Hepsini didik didik edecekler, yerlerinden indirecekler, dağıtacaklar. O an böyle saçma şeyler geçiyor aklımdan. Evden yüze yakın CD almışlar bir de… O CD’leri anımsadım, güldüm.
Yeni evine yeni bir CD dolabı yaptırmıştı, henüz o dolabı dolduracak kadar CD’si yoktu. O yüzden sırf göstermelik olsun diye uyduruk CD’ler getirmiştim ona. Promosyon olarak gazetecilere yollanan, adı sanı bilinmeyen şarkıcılardan.
Ortak bir arkadaşımızla alınan bu CD’leri konuşurken, “Benim de filmlerim vardı onda, şimdi onları da almışlardır,” dedi. “Merak etme,” dedim, “Senin filmlerini ben epey zaman önce çalmıştım zaten.” Bizler, Soner ve ben, bizim arkadaşlarımız hayatı böyle yaşarız; eğlenerek, kendimizle dalga geçerek, insani zaaflarını saklamadan, gülmeyi ihmal etmeden.
Uzaktan görenler Soner Yalçın hakkında bir sürü efsane uydurur durur; çünkü asosyaldir, pek kimseyle görüşmez, dışarılarda gezmez, bütün gün oturur çalışır ve haftalık programı da bellidir. Perşembe yazı yazar, Cumartesi oğlunu spora götürür, hafta içi bir gün Asmalımescit’teki çok sevdiğimiz meyhane Cavit’te buluşuruz…
O gün evine gelen polisler bunu bilmezler mi? Nasıl bir hayat yaşadığını, az-çok kim olduğunu? Uzun süredir “teknik takip” altındaymış zaten; fiziki takip olduğu da söyleniyor. Anladığım kadarıyla üç senedir telefon konuşmalarını da dinliyorlarmış.
Onunla yaptığım konuşmaları da basına sızdırmaktan hiç rahatsızlık duymadı polis. Bütün hayatımızdan, güldüğümüz kızdığımız üzüldüğümüz anlardan devlet haberdar demek ki… Gerçi bu ihtimale karşı, “İyi ki dinliyorlar, en azından kim olduğumuzu, nasıl bir hayat yaşadığımızı biliyorlar,” diyorduk.
Gözaltına alınmadan birkaç hafta önce evde yemek yapıyordum, Soner de tesadüfen uğramıştı ve bir türlü pişmeyen fasulyeler üzerine konuşuyorduk. Evet, taze fasulye üzerine… İlk kez etli fasulye deniyordum ve bir türlü yumuşamıyordu. Bu işlerden hiç anlamamasına rağmen bana “Düdüklü tencere alman lazım,” demişti.
Sonra uzun bir düdüklü tencere muhabbeti başladı aramızda. “Kaç para, çok mu pahalı, acaba Amerika’dan mı getirtsem,” diye… İnternet’e girdim, araştırma yaptım. “Sen bunları nereden duydun?” diye sordum.
Bir an, “Bilmeyen de bizleri kendi aramızda çok gizli ve ciddi şeyler konuşuyor, darbe planı yapıyor zanneder,” diye espri yaptı. Hangi şakayı yaptıysak gerçek oldu o andan sonra: Hayat sanatı mı taklit ediyor bilmiyorum ama belli ki Türk devleti şakayı taklit eder hale geldi.
Kendi kendime kafamın bir kenarına yazdım: Yaptığımız şakalar hayatımızı belirlemeye başladı. Şaka yapmaktan da çekinir hale geldim artık. Soner Yalçın’a sabah altı baskınının yapıldığı gün eş zamanlı olarak dört adrese daha gitti polis.
Mesai arkadaşları, kurucusu olduğu odatv.com’un yöneticileri Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Ayhan Bozkurt’un evlerine ve haber sitesinin merkezine baskın düzenlendi. Dört gün içinde gözaltına alınanlardan sadece bir kişi serbest bırakıldı. Soner Yalçın ve iki meslektaşımız “Ergenekon Örgütü’ne” üye olmak ve “halkı kin ve nefrete sürüklemek” suçundan tutuklandı. Ha, bir de “devlete ait olan gizli belgeleri yayınlanma” suçları vardı.
Kastedilen belgelerin neredeyse tamamı Bütün bu davalarda da onlarca fabrikasyon delil, iddianamelerde muazzam çelişkiler, çarpıklıklar, inandırıcılığı zedeleyecek açıklar ortaya çıktı… Ve Ergenekon tutuklamalarında, birbirlerini tanımadıkları halde aynı örgüte üye olmakla suçlanan, hedef alınan insanlarda giderek tek bir ortak motif görüldü:
Cemaat’e dokunmak. Fethullah Gülen Cemaati’nin emniyetteki yapılanmasını araştırdığı bir kitabı yayımlamak üzereyken tutuklanan Ahmet Şık, “Dokunan yanıyor,” diye iki kelimeyle çok net özetledi. Önce televizyonlar çökertildi. Sonra gazetelerin kimyasıyla oynandı, yazarların kalemi kırıldı. Ardından sıra İnternet sitelerine geldi…
Hemen hemen bütün medyanın sindirildiği, pek çok haberi vermekten çekindiği bir ortamda günde 100-150 bin tekil izleyiciye hitap eden odatv.com bir “vaha” gibiydi: Hükümetin ve Cemaat’in hoşuna gitmeyecek haberler bir tek burada yayınlanıyordu. Ergenekon ve Balyoz davalarındaki çarpıklıklar hiç çekinilmeden, belgeleriyle haber yapılıyordu.
Bu haberlerin neredeyse tamamı da göz önündeki belgelerden, başka haberlerin satır aralarından yola çıkarak hazırlanıyordu. Pek çok kişinin konuştuğu, haber değeri olan ama korkulan haberlerdi odatv.com’un yayınlandıkları.
Çok basit ve temel bir gazetecilik yapılıyordu kısacası. Ama Türk medyası iddianame okumadan iddianame üzerine haber yapan gazetecilerle dolu olduğundan odatv.com’un tamamen ortalıkta duran belgelerden yaptığı haberler “şok” etkisi yaratıyordu tabii.
Aslında mesele odatv.com’un her biri hayati önem taşıyan bu haberleri neden yaptığı değil, medyanın geri kalanının neden yapmadığı. Neden çelişkilere başka gazeteler dikkat çekmiyor? Neden birkaç köşe yazarı dışında hiç kimse bu konulara girmiyor?
Neden muhalif yayın yapmak sadece birkaç bağımsız gazetecinin büyük fedakarlıkla kurduğu bir web sitesine kalıyor? Son sekiz yılda Türkiye’de medya çökertildi de ondan. Son sekiz yılda bütün büyük gazetelerin Genel Yayın Yönetmenleri değişti mesela…
Aynı durum televizyon kanalları için de geçerli. Kendi gazetesiyle özdeşlemiş, gazetenin logosuyla beraber anılan köşe yazarları yerlerinden oldu. Bir kısmı işsiz kaldı, bir kısmı başka yerlere transfer oldu. Medya gruplarına vergi cezası gibi baskılar yapıldı, bazılarına el koyuldu, dönüştürüldü, yeni patronlar, yeni gazeteciler yerleştirildi.
Zamanla anladık ki AKP iktidarının, özellikle de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sadece kendi aleyhindeki “bazı” haberlere itirazı yok: O hakkında olumsuz herhangi bir şeyin çıkmasını istemiyor. Ne olursa olsun, ufak ya da büyük fark etmiyor.
Birilerinin onu sevmeyeceğini, onu eleştireceğini bir türü kabul etmiyor. Sevmeyenleri, karşı çıkanları, direnen ve ısrar edenleri de sindirmek yolunu seçiyor. Soner Yalçın, bu baskın olmasaydı odatv.com’u ekrana taşımayı düşünüyordu.
Bu iş için bütün hazırlıklar tamamlanmış, kadrolar oluşturulmaya başlanmış ve birkaç gün içinde yayına geçecek hale gelmişti Oda TV. Web sitesi bile bu kadar kuvvetliyken televizyon kanalının yaratacağı etkiyi tahmin etmek güç değil. Dahası, Oda TV büyük ihtimalle CHP’nin atıl durumdaki televizyonu Halk TV’nin frekansı üzerine kurulacaktı.
CHP’den bu kanalın satın alınması için görüşmeler başlamıştı. “İçeriden” avukatı aracılığıyla gönderdiği mesajda “AKP seçim kampanyasını benimle başlattı,” demesi boşuna değil; böylece bir taşla hem muhalefet susturuldu, hem Ergenekon ve CHP vurulmuş oldu hem de ve çok daha kuvvetli bir mecranın önü büyük ölçüde kesildi.
Sonradan bu operasyonla ilgili sızdırılan bütün haberler de zaten CHP’yi hedef alıyordu: Halk TV’nin devri için yapılan görüşmelerdeki ayrıntılar, kanala program yapması düşünülen potansiyel isimler, odatv.com muhabirlerinin CHP’liler hakkında gündelik (ve haber olmayan) konuşmaları, anlaşma şartları vs…
Haberler CHP’yi vurmaya başlayınca, ilk gün bu operasyona karşı sesini yükselten CHP de korktu, sindi, kompleks yaptı ve davayı sahiplenmedi. Seçim öncesi ana muhalefet partisini Ergenekon’la, medyayı yeniden tasarlamak gibi ütopik fikirlerle bir araya getirerek itibarsızlaştırmaya, yıpratmaya yönelik bir operasyona bile sesini yükseltemedi…