Roman (Yabancı)

Paris’te Balayı

pariste-balayi-jojo-moyes-pegasus-yayinlariJojo Moyes’in merakla beklenen kitabı Ardında Bıraktığın Kadın’la tanışmak için küçük bir başlangıç.

Âşıklar şehri Paris’te yeni evli iki çift…

Genç ve güzel Liv, 2002 yılında zengin ve çekici bir mimar olan David’le evlenir. Rüya gibi bir balayı geçirme hayaliyle Paris’e gelseler de beklenmedik bir sorun evliliklerini daha ilk günden sorgulamalarına yol açar. Acaba aralarındaki büyük aşk onları bir arada tutmaya yetecek midir?

1900’lerin başında ünlenen ressam Édouard Lefèvre, tabloları için kendisine modellik yapan Sophie’ye âşık olur. Bir kadına bağlanmayı daha önce asla aklından geçirmemiş olsa da Sophie’nin, hayatının kadını olduğuna inanıp ona evlenme teklif eder. Ancak genç Sophie kısa bir süre sonra evlilik hayatının beklediğinden çok daha farklı olduğunu, aşkı için büyük fedakârlıklarda bulunması gerektiğini anlar…

Farklı yüzyıllarda yaşanan kadın erkek ilişkilerini, sevgiyi ve evliliği anlatan Paris’te Balayı, büyük aşkların ölümsüz olduğunu kanıtlıyor.

“Mutlaka etrafınızdaki insanlara da okutmak isteyeceğiniz sımsıcak bir kısa roman. Moyes karizmatik, inatçı ve hayattan ne beklediğini bilen karakterler yaratıyor.”
-Independent on Sunday-

“Paris’te Balayı kahkahalar attırıyor, yoğun hislerle gülümsetiyor ve bir bebek gibi ağlatıyor.”
– Closer-

***

I

Paris, 2002

Liv Halston, Eyfel Kulesi’nin parmaklıklarına sımsıkı tutunup ışıl ışıl parlayan tel örgülerin arasından Paris’e bakarken kendisi kadar korkunç bir balayı geçiren başka biri daha olabilir mi acaba, diye düşünüyordu.

Etrafındaki turist aileler manzarayı görünce heye­canla bağrışıyor ya da kayıtsız güvenlik görevlisinin gözleri önünde tellere yaslanıp fotoğraflarını çeken arkadaşlarına poz veriyorlardı. Batı yönünden öfkeli fırtına bulutları yaklaşıyordu. Sert esen rüzgâr da ku­laklarını uyuşturmuştu.

Biri kâğıttan bir uçak fırlatmıştı ve Liv uçağın kıvrılarak aşağıya doğru süzülüp gittikçe ufalarak gözden kaybolmasını izledi. Kocası aşağıda, görkemli Haussmann Bulvarı’nın. küçük bahçelerin, mükemmel biçimde düzenlenmiş parkların ve Seine Nehri’nin nazik dalgalarla titreşen kıyısının yakınlarında bir yerdeydi. David balayının daha ikinci gününde, çok üzgün ol­makla birlikte, o sabah biriyle iş görüşmesi yapması gerektiğini söylemişti. Dilinden düşürmediği, şehrin bir ucundaki binayla ilgili bir işti bu. Ve yalnızca bir saat sürecekti. Geç kalmayacaktı. Sorun olmazdı, değil mi?

Liv de ona, giderse bir daha dönmesine gerek ol­madığını söylemişti.

David ilk başta Liv’in şaka yaptığını sanmıştı. Liv de onun şaka yaptığını düşünüyordu. Kocası tedirgin bir şekilde gülümseyerek, “Liv, bu önemli bir konu,” demişti.

Liv» “Balayımız da öyle,” diye yanıtladı. Sanki birbirlerini ilk defa görüyorlarmış gibi bir ifadeyle bakışmışlardı o anda.

“Aman Tanrım. Aşağıya inmeliyim.” Beline sardığı çantası ve kızıl saçlarıyla Amerikalı bir kadın, Liv’in birkaç santim ötesinden geçerken suratını buruştur­muştu. “Yüksek yerler bana göre değil. Gıcırdadığını hissettin mi?”

“Ben bir şey hissetmedim,” dedi Liv.

“Kocam da senin gibi. Çok soğukkanlı. Bütün gün burada kalabilir. O lanet asansörle yukarı çıkarken sinirlerim gerilmeye başlamıştı zaten.’ Kadın pahalı makinesiyle azimle fotoğraf çeken sakallı bir adama baktı ve ürperip parmaklıklara tutunarak asansöre doğru yürüdü.

Eyfel Kulesi çikolata tonunda kahverengiye bo­yanmıştı. Böylesine zarif bir yapı için tuhaf bir renkti. Fikrini David’e söylemek için tam dönüyordu ki onun orada olmadığım hatırladı. David ona bir haftalığına Paris’e gitmeyi teklif ettiği andan beri hayaller kurmaya başlamıştı. Sarmaş dolaş bir halde, büyük ihtimalle akşam saatlerinde birlikte Işıklar Şehrine bakacaklardı. Liv mutluluktan sarhoş olduğunu düşünüyordu. David de ona tıpkı evlenme teklifi ettiğinde baktığı gibi bakacak, Liv dünyanın en şanslı kadını olduğunu düşünecekti.

Ancak cuma günü Londra’da çok önemli bir toplantıya katılması gerekince o bir hafta, beş güne düşmüştü- Ve bu beş günün ikinci gününde çok önemli bir toplantı daha çıkmıştı. Liv şimdi gözleriyle aynı renk olduğu için aldığı ve David’in de gözünden kaçmayacağını düşündüğü yazlık elbisesinin içinde, kararan ve çiselemeye başlayan gökyüzünün altında titreyerek bekliyor, lisede öğrendiği Fransızcasıyla bir taksi çağırıp otele mi gitmeli yoksa bu moralle uzun ve yorucu bir tren yolculuğuna katlanıp Londra’ya mı dönmeli diye dü­şünüyordu. Sonra asansör kuyruğuna girdi.

“Sen de mi şeninkini burada bırakıyorsun?”

“Neyimi?”

Amerikalı kadın yanı başında duruyordu. Gülüm­seyip Liv’in ışıltılı alyansını işaret etti. “Kocanı.”

“O… o burada değil. Bugün bir işi çıktı.”

“Ah, iş gezisine mi geldiniz? Ne güzel. O işlerini hallederken sen de gezip hoşça vakit geçirirsin.” Kadın güldü. “Çok iyi yapıyorsun tatlım.”

Liv son defa Champs-Elysees’ye bakarken midesine bir sancı saplandı. “Evet,” dedi. “Çok hoş vakit geçiri­yorum gerçekten de.”

“Tanımadan apar topar evlenmek yavaş yavaş pişman­lığa götürür…” Arkadaşları onu uyarmıştı. Bunu şakayla karışık söylemişlerdi ama David ona evlenme teklif ettiğinde birbirlerini yalnızca üç ay on bir gündür ta­nıdıkları için Liv o şakanın altındaki imayı da sezmişti.

Gösterişli bir düğün istememişti. Bunu yaparsa annesinin yokluğu kara bir bulut gibi üzerine çökerdi. Böylece David’le birlikte Roma’ya uçup Condotti Caddesi’ndeki ufak ama inanılmaz derecede pahalı bir tasarımcıdan beyaz bir elbise almışlardı. David parma­ğına nikâh yüzüğünü takana kadar da düğün töreninde söylenenlerin tek kelimesini dahi anlayamamıştı. Dü­ğünü organize eden ve şahitlerden biri olan David in arkadaşı Carlo, Liv’in onurlu, itaatkâr bir eş olacağına ve David’in başka kadınlarla birlikte olma isteğine saygı göstereceğine yemin ettiğini söyleyerek Live takılmıştı.

Liv tam yirmi dört saat boyunca buna gülmüştü. Doğru bir şey yaptığını biliyordu. David’le tanıştığı andan beri biliyordu. Babası gazetelere hüzünle bakıp üzüntüsünü içten kutlamalarla maskelemeye çalıştığında da bili­yordu. Kendisi o güne dek evlilik hayalleri kurmamış olsa da babasının kurmuş olabileceğini fark ettiğinde biraz suçluluk duymuştu. Birkaç parça eşyasını David’in evine taşıdığında da doğru bir şey yaptığını biliyordu. Thames Nehri’nin yanı başındaki şeker fabrikasının tepesindeki cam yapı, David’in ilk tasarımlarından ve yapılarından biriydi. Düğünü ile balayı arasındaki altı hafta boyunca her sabah Liv gökyüzünün çevrelediği cam evde uyanıyor, uyuyan kocasına bakıp birlikte iyi bir çift olduklarını düşünüyordu. Bazı tutkular gerçekten de karşı konulamayacak kadar büyüktü.

“Biraz şey hissetmiyor musun… Ne bileyim, ondan bir hayli gençsin.” Jasmine bacağını mutfak lavabosuna yaslamış ağda yapıyordu. Liv de masanın başında otur­duğu yerden onu izlerken ithal sigara içiyordu. David sigaradan hoşlanmazdı. Bu yüzden Liv bir yıl önce sigarayı bırakacağına söz vermişti. “Pek hoş bir şey söylemediğimin farkındayım ama biraz düşünmeden hareket ediyorsun sanki. İddiayı kaybedince saçlarını kestirmen ya da işini bırakıp dünyayı dolaşmaya baş­laman gibi.”

“Bunu yapan tek kişi ben miyim sanki?”

“Bu ikisini aynı gün içinde yapan tanıdığım tek kişi sensin. Bilmiyorum Liv… her şey çok çabuk gelişiyor.” “Ama doğru şeyi yaptığımı hissediyorum. Birlikte çok mutluyuz. Beni üzecek ya da kızdıracak bir şey yapacağını da sanmıyorum. O…” Liv duman halkasını floresan lambaya doğru üfledi. “Mükemmel biri…” “Kesinlikle çok hoş biri. Ben yalnızca senin evlen­diğine inanamıyorum. Aramızda evlenmeyeceğine dair yemin eden tek kişi şendin.”

“Biliyorum.”

Jasmine ağda kâğıdını çekti ve korkunç bir acıyla yüzünü buruşturdu. “Ah, lanet olsun. Çok acıdı… Ama David gayet formunda. O ev de harika. Şu delikten çok daha iyi olduğu kesin.”

“Onunla birlikte uyandığımda şu gösterişli der­gilerden birinden fırlamışım gibi hissediyorum. Her şey yerli yerinde. Kendi eşyalarımı götürmeye bile gerek duymadım. Keten çarşafları bile var, düşünsene. Gerçek keten.” Liv sigarasından bir nefes daha üfledi. “Ketenden yapılmış!”

“Evet. Peki, o keten çarşaflan kim ütüleyecek?” “Ben ütülemeyeceğim tabii ki. Temizlikçisi var. O işleri benim yapmam gerekmiyormuş. Benim düzen­siz bir kadın olduğumu biliyor. Hatta yüksek lisans yapmamı istiyor.”

“Yüksek lisans mı?”

“Boş boş oturmak için fazla zeki olduğumu düşü­nüyor.”

“Bu da seni ne kadar tanıdığını gösteriyor.” Jasmine bacağında alınmamış kıl kalmış mı diye görmek için bileğini çevirdi. “Yapacak mısın peki?”

“Bilmiyorum. Onun evine taşınmak, evlilik ve diğer her şey yeterince vaktimi alıyor şu sıralar, önce kendimi evlilik fikrine alıştırmalıyım.”

“Birinin karısı olmaya…” Jasmine muzip bir ifadeyle sırıttı. “Aman Tanrım. Sana karıcığım diyecek.”

“Dalga geçme. Bu fikir hâlâ ürkütüyor beni.” “Karıcığım!”

“Yeter!”

Jasmine bunu defalarca tekrar edince Liv havluyu ona fırlattı.

Liv döndüğünde David oteldeydi Otele yürümeye karar vermişti ve gökyüzü yanlırcasına yağmur yağdığı için sırılsıklam olmuş, elbisesi ıslak bacaklarına yapışmıştı. Resepsiyona yürüdüğünde görevlinin ona, daha balayında kocası iş toplantısına giden bir kadına bakıyormuş gibi im ah bir bakış attığına yemin edebilirdi.

Liv odaya girdiğinde David telefonda konuşuyordu. Dönüp Liv’e baktı ve konuşmasını yarıda kesti. “Nere­deydin? Seni merak ettim.”

Liv ıslak hırkasını çıkarıp dolaptan bir askı aldı, “Eyfel Kulesine gittim. Sonra da yürüyerek döndüm.” “Sırılsıklam olmuşsun. Hemen banyoyu hazırlayayım.” “Banyo yapmak istemiyorum.” Aslmda istiyordu. Dönüş yolu boyunca banyo yapmaktan başka bir şey düşünmemişti.

“O zaman çay söyleyeyim.”

David oda servisini aramak için ahizeyi kaldır­dığında Liv dönüp banyoya girdi ve kapıyı kapattı. Kapı kapandıktan çok sonra bile David’in arkasından bakakaldığının farkındaydı. Neden işi inada bindirdi­ğini kendisi de bilmiyordu. Döndüğünde kaçırdıkları günü telafi etmek için ona iyi davranacağını planlamıştı oysa. Ne de olsa sadece bir toplantıydı. Zaten Londra’yı baştan başa gezerken önünden geçtikleri modem cam ve çelik yapıların geçmişi ve tasarımıyla ilgili David’in ona bilgiler verdiği ilk buluşmalarında onun nasıl biri olduğunu anlamıştı.

Ama otel odasının kapısından içeri girer girmez bir şey olmuştu. David’in telefonda konuştuğunu görüp yine bir iş görüşmesi yaptığını anlaması iyi niyetini yerle bir etmişti. Beni merak etmiyordun, diye düşünüp öfkelenmişti. Yeni binanın girişi için ne kalınlıkta cam kullanacağınızı ya da çatı kolunun ekstra havalandırma şaftını taşıyıp taşımayacağını konuşuyordun kesin.

Sıcak suyu açıp otelin pahalı banyo köpüğünü içine doldurdu ve küvete girip kendini sıcak suya bırakırken derin derin iç geçirdi. Birkaç dakika sonra David kapıyı çalıp içeri girdi.

“Çayını getirdim,” dedi ve fincanı mermer küvetin kenarına bıraktı.

“Teşekkürler.”

Liv gitmesini beklediyse de David kapağı kapalı klozete oturdu ve öne eğilip onu izledi.

“La Coupole’da yer ayırttım.”

“Bu gece için mi?”

“Evet. Sana söylemiştim. İnanılmaz duvar resimleri olan restoran…”

“David, ben gerçekten çok yorgunum. Çok yürüdüm. Bu gece dışarı çıkmak istediğimden emin değilim.” Konuşurken David’in yüzüne bakmıyordu.

“Başka bir gece için rezervasyon yaparlar mı bil­miyorum.”

“Özür dilerim. Ben odaya bir şeyler söyleyip uyu­mak istiyorum.”

Neden böyle davranıyorsun, diye içinden kendini azarladı. Neden halayının kötü geçmesi için özellikle çabalıyorsun?…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Eugenie Grandet

Editor

Emile Zola – Nana (v2)

Editor

Temizlikçi

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası