Roman (Yerli)

Peruk Gibi Hüzünlü

peruk gibi huzunlu 5ed400eae22f8 Dostluk, arkadaşlık, sevgi, tutku, bağlılık ve keder… Bu duygular arasında mekik dokuyan, gönül kırıklıklarını ustalıklı bir sevecenlikle onarmaya çalışan bir kitap, Peruk Gibi Hüzünlü.

İlk öykü kitabı Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler ile adını duyuran Yalçın Tosun, kısa sürede ikinci baskısı yapılan bu kitabıyla 2011 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’ne de layık görülmüştü. Öyküleri, edebiyat yazıları ve röportajları Adam Öykü, Notos, kitap-lık, Roll ve Radikal Kitap dergilerinde yayımlanan Yalçın Tosun’un kitaba adını veren “Peruk Gibi Hüzünlü” adlı şiiri Mabel Matiz tarafından bestelenmiş ve sanatçının aynı adlı albümünde yer almıştı.

***

İÇİNDEKİLER

Muzaffer ve Muz • 11
Altın Günü • 16
Masumiyet • 24
Beyaz Sabun • 28

II
Hantal Köpek • 35
Üç Kadınlı Şehir • 41
Tuhaf Adam • 47
Yakup’un Bulduğu • 55

III
Onat’ın Odası • 63
Üç Adamlı Zaman • 74
Bazı Köfteler • 82
Bir Bavul İçin Noktürn (Hiç Çekilmeyecek Bir Film) • 87

IV
Ferda’nın Unuttuğu • 93
Bir Gök Bakımlık • 96
Muhayyel’in Aradığı • 101
Madam Marini’nin Tamamlanmış Bir Resmi • 104

Uzay için,

Serapa.

Muzaffer ve Muz

Son dersi kırmak benim fikrimdi. Ama bu sıcak Mayıs günün­de kalabalık bir halk otobüsüne binerek hayvanat bahçesine git­mek Ali’nin aklına geldi. Ne zamandır yakınlık duyduğu, hay­vanat bahçesinin en yaşlı şempanzesini görmek istiyordu. İşkolik babası ve neredeyse deli, kübist bir ressam olan annesinden bunaldıkça buraya gelip dertleşiyormuş bu şempanzeyle. Onun sakin ve umursamaz havaları hoşuna gidiyormuş.

Bundan birkaç hafta önce hayvanat bahçesine gittiğimizde beni Muzaffer’le tanıştırmıştı. Evet, şempanzemizin adı Muzaf- fer’di ya da Ali öyle olmasını uygun bulmuştu. Vücudundaki kılların birçoğunu yitirmiş, neredeyse dişsiz, dünyanın en hü­zünlü gözlerine sahip bir şempanzeydi bu. Orada olduğumu­zu umursamaksızın, bakımsız kafesin en uzak köşesinde dünyayla ilişkisini en aza indirgemiş ve hareketsiz bir halde etrafı­na bakıyordu.

Otobüse bindiğimizde biletçinin yakınında boş bulduğu­muz yerlere seğirttik ve zar zor da olsa yan yana sığabildik kol­tuklara. İkimiz de oldukça şişmandık aslında ama Ali’nin vü­cudu bana göre daha fazla umut vaat ediyordu. Boyu benden on santim kadar daha uzundu ve oldukça geniş omuzları var­dı. (Sakallarının çıkmaya başlamış olmasından bahsetmiyorum bile.) Gene de bu özellikleri, kıçının benimkinden daha küçük olmasını sağlamamıştı. Otobüse bindiğimiz anda içerdekiler, belki sadece şişman ergenlere karşı kullandıkları o iğrenmeyle dolu yüz ifadelerini takınarak bizi baştan aşağı süzmüşlerdi. Ah Otobüs öbür yolcuları da alıp hareket ettiğinde etrafımı in­celemeye başladım. Ali yine düşüncelere dalmıştı, biraz önü­müzde ayakta bekleyen kızı fark edip etmediğinden emin ol­mak istedim. Yavaşça bacağımla bacağını dürttüm. Ali oralı ol­madı, zaten kız çok güzel falan değildi. Hareketim buna benzer durumlarda ergen olmanın zorunlu kıldığı hareketlerden biriy­di sadece, yapmasaydım bir şeylerin eksik kaldığını hissedecek­tim. Ama kafası cama dönük bir şeyler mırıldanan Ali’de karşı­lığını bulmadı.

“Muzaffer’e muz alalım.”

Elimde olmadan kıkırdadım. Elimle de ağzımı kapattım, çarpık çurpuk dişlerim görünmesin diye. Muzaffer ve muz… Komikti işte, o zamanlar bana böyle şeyler komik geliyordu. Ali’nin gülmediğini fark edince bir şeyler söylemek istedim.

“Bende para yok.”

“Bende var.”

Evet onun her zaman benden daha çok parası olurdu ama öteki paralı çocuklar gibi bunu hava atmak için kullanmazdı. Bir yere gittiğimizde hesabı onun ödemesi olağan bir durum ol­muştu artık. Bu durumun beni rahatsız ettiğini söyleyemem. Et­seydi bile, hayattaki tek arkadaşımla aramda sorun çıkarmasına izin veremezdim.

Çok güzel olmayan ama orada dikilerek dikkatimi çekmeyi başaran kız biraz ilerleyerek tam yanımda durdu. Çantası om­zuma çarpıyordu ve buna için için seviniyordum. Kafamı hafif kaldırarak yan gözle yüzüne baktım. Bizden üç dört yaş büyük olmalıydı ama hayat hakkında çok şey biliyormuşçasına bakı­yordu. Hiç öpüşüp öpüşmediğini düşündüm. Nasıl öpüşüyor­du eğer öpüşüyorsa? Ne çok izlemiştim filmlerde. Kimisi sade­ce karşısındakinin üst ya da alt dudağını emiyor, kimisi dilini o arsız boşluğa cüretkâr bir hızla sokuyordu. Ben, dedim kendi­me, nazikçe öperdim. Bu düşüncemi kafamla da onayladım. Ne dudakları hoyratça emer, ne dilimi ansızın yollayıverirdim içe­ri. Bir kuş kanadının çıplak tene sakince değmesi misali bırakır­dım öpücüğümü o ürkek dudaklara. Hayalimde sadece dudaklar vardı ama. Bir yüz, bir beden ya da bir kişi değil. Sadece du­daklar.

Kız çantasını açarak bir şey arıyormuş gibi yaptı, sonra hiç­bir şey almadan kapattı. Ah şu kadınlar ve onların gizemli ha­reketleri. Bu hareketini fark ettiğimi bildirir bir şekilde yine yan gözle yüzüne baktım. Oralı bile olmadı.

Otobüsten inince, Ali’nin kadınlar hakkında söyledikle­ri geldi aklıma. Geçen gün soyunma odasında öteki çocukların beden öğretmeni Ayla Hanım hakkında yaptıkları müstehcen yorumları ikimiz de duymuştuk. Çıkışta yavaş yavaş yürürken durdum ve sordum.

“Sen de beğeniyor musun Ayla Hanım’ı?”

Yüzüme çapkınca baktı.

“Oğlum (bana bazen oğlum derdi,) sen kadınlardan hiç an­lamıyorsun. O kadının kutuplar kadar soğuk olduğuna bahse girerim. Eminim sevişirken tavandaki su lekelerini değişik hay­vanlara benzeterek vakit geçiriyordur.”

Kadınlar hakkında benden daha fazla bilgi sahibi olup ol­madığını bilmiyordum ama öyleymiş gibi görünmeyi severdi ve ben de ona inanırdım. Şişman vücutlarımızın herhangi biri ta­rafından beğenilme ihtimali hakkında birbirimize söylemediği­miz benzer düşüncelerimiz olduğuna da emindim. Bunları ko­nuşmuyor oluşumuz da aramızdaki gizli anlaşmalardan biriy­di. Sonra söz öpüşmeden açıldı ve öpüşmenin incelikleri hak­kında bana birkaç söz söyledi. Ona göre öpüşürken gözler kesin­likle kapalı olmalıymış. Dişlerin -bunu söylerken gözlerini ben­den kaçırdı- bakımına da çok özen göstermek gerekirmiş çünkü insanın ne zaman öpüşme fırsatı yakalayacağı belli olmazmış. Bir de hoşlandığım bir kız olursa ve onu yanağından arkadaşça öpme şansım olursa öpücüğümü dudağın tam yanına, dudakla yanağı ayıran o sınır noktasına koymalıymışım ki, kız ondan ne kadar hoşlandığımı anlasınmış.

“Sen bunları nereden biliyorsun?”

“Ben bilirim oğlum.” (Evet, gene oğlum dedi.)

“Hiç öpüştün mü ki sen?”

Çapkınca gülümsedi ve susarak önünde renk renk meyve­lerin sıralandığı manava doğru ilerledi.

Muzları Ali’nin çantasına koyduk. Hayvanat bahçesine gel­diğimizde kapıdaki görevli hayvanlara yemiş ya da meyve ver­menin kesinlikle yasak olduğunu hatırlattı. Bunun çok uygula­nan bir kural olmadığını bildiğimizden bir şey söylemedik.

Sıcak altında, şişman bedenlerimizden yayılan tuhaf koku­ların eşliğinde yavaş yavaş yürüdük. Hayvanat bahçesinin bir­çok köşesinde hayvanlarla değil birbiriyle ilgilenen çiftler var­dı. Bizim de bakışlarımız hayvanlardan çok onlara kayıyordu. Muzaffer’in olduğu kafese yaklaştığımızda etrafta bir güven­lik görevlisinin olup olmadığını kolaçan ettikten sonra muzla­rı çantadan çıkarttık. Dört muz vardı toplam, Ali ikisini bana verdi. Muzaffer’i görmek için sabırsızlanıyorduk ama kafesin­de değildi. Yerini mi değiştirdiler acaba diye düşünürken önceki gece öldüğünü öğrendik. Daha doğrusu intihar ettiğini. Elimiz­de unuttuğumuz muzlara umursamaz bakışlarla bakan görev­li intihar sözcüğünü kullanmamıştı ama Ali adamın anlattıkla­rından bu sonuca vardı. Dün gece Muzaffer kafesin belalısı genç şempanzeye bulaşmış ve kendini öldürtmüştü. Çünkü kelliğe, dişsizliğe ve eklemlerindeki ağrılara artık dayanamıyordu, o da onurlu bir yaşlı şempanzenin yapması gereken şeyi yaparak bir anlamda intihar etmişti.

Ali bu düşüncelerini bana aktarırken en ufak bir üzüntü be­lirtisi göstermiyordu. Halbuki Muzaffer koca dünyada kıskan­dığım tek varlıktı; Ali’nin onu ne kadar sevdiğini biliyordum. Anne ve babasından çok ondan bahsederdi bana. Ne diyeceği­mi bilemedim, elimdeki muzlardan birini soyarak yemeye baş­ladım. Sık sık yediğim bir şey değildi nasıl olsa ve o an yapacak daha iyi bir şey aklıma gelmedi. Ali yanıma gelerek elimdeki di­ğer muzu aldı ve kafese doğru fırlattı. Sonra kendi elindekilere de aynı şeyi yaptı. Elimde yarısı yenmiş muzla kalakaldım. O an arkadaşımın ne kadar üzgün olduğunu anladım.

Muzaffer mezarında -ölü şempanzeleri de insanlar gibi gömdüklerini varsayıyordum- boylu boyunca yatarken Ali şiş­man bedenini titreterek ağlamaya başladı. Kendim dışında bir erkeğin ağladığını ilk kez görüyordum. Elimdeki yarısı yenmiş muzu kenara koyup yanma yaklaştım ve kolumu omzuna koy­dum. “Git başımdan oğlum” dedi. Kolumu omzundan çekme­ dim ve şempanzeler için de belki bir cennet olabileceğini, üzülmemesini söyledim. Söylediğim anda da pişman oldum. Ne ap­tallık ama! Gözlerime baktı ve o da öteki kolunu benim omzu­ma attı. Böylece kafa kafaya vermiş olduk. O hâlâ iç çekerek ağ­lıyordu. Kafesin karşısındaki çimenlikte kafa kafaya vermiş iki şişman ergendik. Muzaffer ölmüştü ve bu iki ergen başına aynı şeyin gelmesi için sık sık dua ediyordu.

“Ali” dedim, “Sen de hiç öpüşmedin değil mi?”

Kafasını yerden kaldırmadan öylece durmaya devam etti. Ağlamasını durdurmaya çalışıyordu. Elimle çenesinden tutarak yüzünü kaldırdım. Yanağıyla dudağının buluştuğu sınır nokta­sına bir öpücük kondurdum ve oradan şişman bedenimin izin verdiği en yüksek hızla uzaklaştım…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Julius Caesar- Hasan Ali Yücel Klasikleri

Editor

Başka Gökyüzü

Editor

Şahane Gelin

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası