Roman (Yabancı)

Peter Pan Ölmeli

peter-pan-olmeli-jhon-verdon-koridor-yayincilik

John Verdon’un şimdiye dek yazdığı bu en şaşırtıcı romanında, her olayı bulmaca çözer gibi ele alan Dave Gurney, polisin belirttiği şekilde işlenmesi imkansız olan bir cinayeti sıra dışı dehasıyla çözebilecek mi…

Varlıklı bir işadamı, annesinin cenazesinde suikasta kurban gitmiştir. Suçlu bulunan karısı tutuklanır ve ömür boyu hapse mahkum edilir. Onun masum olduğuna inanan sürgündeki dedektif Hardwick, bu esrarı çözebilecek tek kişinin, Dahi Dedektif DaveGurney’in kapısını çalar.
Suikastçının, bulunduğu noktadan hedefi vurabilmesinin imkansızlığı sadece Gurney’in dikkat edebileceği küçük bir ayrıntıydı.
Gurney, soruşturma için delilleri toplamaya başladıkça birbiri ardına tuhaflıklar olduğunu fark eder ve çok geçmeden tehlikeli bir adamın, sonucunda sadece ölüm olan şeytani hamleleriyle karşı karşıya kalır. Bu adamla alay eden herkes, bir gün ansızın ortadan kaybolmuş, kendilerinden bir daha hiç haber alınamamıştır. Öldürürken hep aynı şarkıyı mırıldanan, dünyanın en azılı tetikçisi, çocuk görünümlü olduğu için “Peter Pan” denilen sihirbaz bir cani.

“Dehşet verici bir olay ve çatallı yol ayrımında bir dedektif. Kesinlikle başarılı bir kombinasyon.”
-New York Daily News-

“SherlockHolmes gibi Gurney de gerçeğe o derece susamış, hassas ve mantıklı.”
-New York Times-

“John Verdon gizemli bir olayın akıl almaz örgüsünü işlerken hikayenin en beklenmedik anında ortaya çıkıveren, şeytani bir kurnazlığa sahip.”
-Washington Post-

***

Giriş

Cinayetler Başlamadan Çok Önce

Bir zamanlar büyük bir ulusun, nükleer bir gücün başkanı olma­yı hayal etmişti.

Başkan olarak parmağı nükleer silahın tetiğinde olacak, par­mağının ufacık bir hareketiyle nükleer füzeleri firlatabilecekti. Büyük şehirleri yıkıp mahvedebilecek, insanlığın pis kokularını yok edebilecek, çürükleri ortadan kaldırıp, her yeri tertemiz ede­bilecekti.

Fakat olgunluk çağıyla beraber, daha pratik bir perspektif, mümkün olabilecekler konusunda daha gerçekçi bir anlam çıktı ortaya. 0 artık nükleer tetiğe hiçbir zaman ulaşamayacağının bilincindeydi.

Fakat başka tetikler de vardı ortalarda. Zamanla bir gün ge­lecek, bir kere, bir tetik çekmekle çok daha fazla şeyler yapıla­bilecekti.

Gelişme çağında, yirmi yaşından önce, başka bir şey düşün­memişti zaten ve şimdi de düşünürken, geleceğiyle ilgili bir plan kafasında şekillenmeye başladı, özel yeteneğinin, sanatının, uz­manlık alanının, yani tam olarak özelliğinin ne olacağını anla­maya başladı. Ve bu da az bir şey sayılmazdı, çünkü daha önce kendisi hakkında hemen hiçbir şey bilmiyordu, kim ya da ne ol­duğu konusunda pek bir bilgisi yoktu.

On iki yaşma gelene kadar, çocukluğu konusunda hemen hiç­bir şey hatırlamıyordu.

Sadece bir karabasan kalmıştı aklında.

Ve o karabasanı, o korkunç kabusu tekrar tekrar gördü.

Sirk vardı o rüyada. Annesi diğer kadınlardan daha ufak tefekti. Korkunç bir kahkaha, atlıkarıncanın müziği, hayvanların derin, sürekli homurtuları vardı.

Sonra palyaçoyu hatırladı.

Dev gibi palyaço ona para veriyor ve sonra da canını acıtı­yordu.

Hırıltı gibi bir sesle konuşan palyaçonun nefesi de çok pis, adeta kusmuk gibi kokuyordu.

Sonra o kelimeleri hatırladı. Kabusta duyduğu sesler o kadar netti, açıktı ki, kenarlan taşa vurulup kırılmış buz parçası kadar sivriydi, keskindi. “Bu bizim sırrımız. Bunu başkasına söylersen dilini kesip kaplana yediririm.”

I .Bölüm

Ölümün Gölgesi

New York’un kuzey bölgesinde, Catskill Dağlan’nda Ağustos ayı dengesiz bir aydı, bazen Temmuz ayının o dayanılmaz sıcak­ları hissedilir, bazen de gelecek olan uzun kış aylarının kapalı havalan, fırtınaları yaşanırdı.

İnsanın zaman ve mekan duygusunu aşındıran bir aydı Ağus­tos. O ay Dave Gurney’e, hayatta ne yapacağını bilemiyormuş gibi bir his, bir kafa karışıklığı getirdi sanki. Ve bu kafa karışıklığı, üç yıl önce, yirmi beş yıl çalıştıktan sonra NYPD’den (New York Polis Departmanı) emekli olunca başladı ve Madeleine’le beraber doğup büyüdükleri, yetiştikleri, eğitim aldıkları ve çalış­tıkları şehirden ayrılıp taşraya gidince daha da arttı.

O sırada, Ağustos’un ilk haftasında, kapalı bir havada, uzak­larda gök gürültüleri duyulurken, alçak Barrow Tepesi’ne tır­manıyorlardı. Yaban ağaççileği çalılarıyla dolu ve uzun zaman önce terk edilmiş üç küçük göztaşı madenini birbirine bağlayan toprak yolu izlediler. Madeleine her zaman durup dinlendikleri alçak kayaya doğnı çıkarken o da onu takip ediyordu. Karısı hep orada durur ve ona öğüt verirdi: Etrafına baksana, cennet gibi yer. Çok güzel bir yer burası, rahatına bak, bunun tadını çıkar.

Karısı birden durdu ve “Bu bir dağ gölü mü?” diye sordu.

Gurney gözlerini kırpıştırarak baktı. “Ne dedin?”

Karısı yıllar önce terk edilen göztaşı madeninin çukuruna dolmuş durgun suyu göstererek, “Şunu diyorum,” dedi. Yuvarlak bir göl değildi bu, yol üzerinde oturdukları yerden diğer yandaki söğüt ağaçlarına kadar yaklaşık yetmiş metre genişliğinde bir su birikintisiydi ve üzerine düşen ağaçların gölgeleriyle göz aldatan fotoğrafları andırıyordu.

“Bir dağ gölü mü dedin?”

Karısı heyecanlı bir ifadeyle, “Geçen gün tskoçya dağların­da yapılan bir gezinti hakkında harika bir kitap okudum,” diye devam etti. “Yazar birçok kez dağ göllerinden söz etmiş. Ben de onları bir tür kayalık havuz olarak hayal ettim.”

“Hımm, olabilir.”

Uzun süre konuşmadılar. Sonunda Madeleine, “Şurayı görü­yor musun?” diye sordu, “işte, ben tavuk kümesini oraya, kuş­konmaz tarlasının yanına kurmamızın daha iyi olacağını düşü­nüyordum.”

Gurney o sırada söğüt ağaçlarının sudaki yansımasını seyre­diyordu. Başını kaldırdı ve ağaçların arasından geçen, terk edil­miş bir ormancılar yoluna, sonra da hafif yamaçtan aşağıya doğ­ru baktı.

Yürüyüşe çıktıkları zaman hep bu eski maden yanındaki ka­yada durup dinlenirlerdi, çünkü arazileri – eski çiftlik evi, bahçe­deki tarhlar, elma ağaçlan, havuz, yeni yaptıkları ahır ve ambar, etraftaki tepelik çayırlar (uzun süredir biçilmemiş, otlayan hay­vanlarla dolu çayırlar), arazilerin çevresi ve yolları – bu noktadan çok iyi görünürdü. Madeleine her zaman yaptığı gibi, bu kayaya çıkmış, hayran gözlerle manzarayı seyrediyordu.

Fakat Gurney başka şeyler düşünüyordu. Madeleine bu nokta­yı, buraya yerleşmelerinden kısa bir süre sonra keşfetmiş ve ona da göstermişti. Ama Gurney o zamandan beri, bu noktayı, çiftlik­lerine girecek ya da çıkacak tehlikeli bir adamın en kolay avlana­bileceği, bir keskin nişancı için en ideal nokta olarak görmüştü.

(Bunu karısına söyleyemezdi elbette, çünkü Madeleine haftanın üç günü bölge psikiyatri kliniğinde çalışıyordu ve onun bir paranoyak olduğunu düşünüp tedaviye götürmek isteyebilirdi.)

Tavuk kümesinin yeri, büyüklüğü, nasıl olacağı konusu her gün konuşup tartıştıkları konulardan biriydi. Bu konu da yine Madeleine’i heyecanlandırıyor, ama onu oldukça sinirlendiriyor­du. Madeleine’in ısrarıyla Mayıs ayı sonunda dört tavuk almış, onları ambara koymuşlardı ama evin yakınında bir kümes inşa etme fikri kabul edilmişti.

Karısı neşeli bir sesle, “Kuşkonmaz bahçesi ve elma ağaçlan arasındaki boşluğa güzel, etrafı çevrili küçük bir kümes yapabili­riz,” dedi. “Böylece hayvanlar sıcak havalarda sığınacak gölgeli bir yer bulurlar.”

Gurney, “Tamam,” dedi ama bunu bıkkın bir ifadeyle söyle­mişti.

Konuşmaları daha fazla devam etmeyecek gibi görünüyordu. Ama Madeleine aniden bir şey görmüş gibi başını kaldırdı.

Gumey şaşkın şaşkın ona bakıp “Ne var?” diye sordu.

“Dinlesene.”

Gumey’in işi gereği her zaman yaptığı şeydi dinlemek. Ku­lakları iyi işitirdi, ama Madeleine’in işitme duyusu daha güçlüy- dü. Birkaç saniye sonra, rüzgarın titrettiği yaprakların hışırtısı azalınca, Gumey tepenin aşağısında, uzaklarda, belki de onların araba yolunda son bulan kasaba yolunda bir ses duyar gibi oldu. Ses biraz daha yaklaşınca, gürültülü bir V8 motorunun homurtu­sunu duydu.

Motoru aynen böyle ses çıkaran eski model bir araba-bir kıs­mı yenilenmiş 1970 model, kırmızı bir Pontiac GTO – kullanan adamın kim olduğunu çok iyi biliyordu.

O arabanın sahibi Jack Hardwick’ti. Birlikte garip bir ölüm kalım savaşı verdiği, profesyonel başarılara imza attığı ve kişi­sel çatışmalar yaşadığı dedektifin bu şaşırtıcı olmayan ziyareti karşısında yüzünü buruşturdu. Aslında onun yakın zamanda ziyaretine geleceğini tahmin etmişti. Adamın Cinayet Masası’ndan zorunlu ayrılışını duyunca bunun başına geleceğini biliyordu Gumey. Hardvvick’in işinden ayrılmasından önce yaşanan bir olayı hatırlayınca, onun gelişine neden sinirlendiğini, neden böy­le gerildiğini anladı. İşin içinde ciddi bir borç meselesi vardı, bir tür ödeme yapılması gerekiyordu.

Alçak kara bulutlar, sanki kırmızı arabanın homurtusundan kaçar gibi, tepenin arkasına doğru kayıyorlardı. Şimdi Gurney’in bulunduğu yerden görünen kırmızı araba çayırlı yoldan çiftlik evine doğru yaklaştı. Önce Hardwick gidene kadar tepede kal­mayı düşündü, ama bunun işe yaramayacağını, adamın onu bek­leyeceğini bildiği için vazgeçti. Bir şeyler homurdanarak kaya­nın üzerinden kalktı.

Madeleine merakla onun yüzüne baktı ve “Onu bekliyor muy­dun?” diye sordu.

Hardvvick’in arabasını hatırlıyor olması Gumey’i şaşırtmıştı.

Karısı onun yüzündeki ifadeyi görünce, “Sadece arabanın ho­murtusunu, gürültüsünü hatırladım,” dedi.

Gumey tepeden aşağıya doğru baktı, tekrar yüzünü buruş­turdu. Kırmızı GTO çok geçmeden evin yanındaki otopark gibi gözüken yere girdi ve onun tozlu Outback’inin yanında durdu. Koca Pontiac’ın güçlü motoru susmadan önce birkaç kez yüksek sesle, gürültüyle çalıştı.

Gumey, “Bir gün geleceğini tahmin ediyordum, ama bugün beklemiyordum,” dedi.

“Görmek istiyor musun o adamı?”

“Aslında o beni görmek istiyor ve ben de bu işi bir an önce bitirmek istiyorum.”

Madeleine başını salladı, kayanın üzerinde oturduğu yerden kalktı ve alnına düşen kısa, kahverengi saçını geriye doğru itti.

Tepeden aşağıya doğru ağır adımlarla inerlerken, maden çu­kurunda oluşmuş küçük gölün ayna gibi parlayan sulan hafifçe dalgalandı ve üzerine düşen söğüt ağaçlarının yansıması bozul­du, gri ve yeşil karışımı binlerce şekilsiz parçaya bölündü.

Gurney hurafelere, kehanetlere inanan bir adam olsaydı, bu bo­zulmanın kötüye işaret olduğunu söyleyebilirdi.

2. Bölüm

Dünyanın Pisliği

Barrow Tepesi’nin yarısını henüz inmişlerdi, ormanın içindey­diler, evlerini göremiyorlardı ve Gurney’in cep telefonu çaldı. Arayan Hardwick’ti, onu numarasından tamdı.

“Merhaba, Jack.”

“İkinizin arabası da burada, bodrumda mı saklanıyorsunuz yoksa?”

“Ben çok iyiyim, ya sen nasılsın?”

“Hangi cehennemdesin sen?”

“Şu anda senin batı tarafında, kiraz ağaçlarının altından aşağı­ya iniyoruz, yaklaşık dört yüz metre uzaktayız.”

“Şu san yapraklı ağaçların olduğu yamaçtan mı söz ediyorsun?”

Hardwick kendisini Gurney’e pek sevdirememişti. Aralarındaki anlaşmazlık sadece küçük sürtüşmelerden, ya da dedektifin yaptığı soğuk şakalardan ibaret değildi, Gumey’in çocukluğun­dan kalma garip bir sesin, bir yankının da etkisi vardı bunda – babasının hiç kesilmeyen alaycı sesiydi bu.

“Tamam, işte tam oradayız şu anda. Senin için ne yapabilirim, Jack?”

Hardwick iğrenç bir sesle boğazını temizledi ve “Esas mese­le, ikimiz birbirimiz için ne yapabiliriz, değil mi?” diye konuştu. “Baksana, gördüğüm kadarıyla kapını açık bırakmışsın. Seni içe­ride beklesem olur mu acaba, ne dersin? Burada, dışarıda bir sürü lanet sinek var da.”

Sert ifadeli bir yüzü olan güçlü kuvvetli Hardwick’in vaktin­den önce kırlaşmış asker tıraşlı saçtan, bir Alaska kızak köpeği gibi mavi gözleri vardı ve alt katın yansını kaplayan büyük, ka­pısı açık odanın ortasında duruyordu adam. Bir uçta kır evlerine özgü bir mutfak vardı. Çift kanatlı bir cam kapının önünde, kuytu bir köşede çam ağacından yapılmış yuvarlak bir kahvaltı masası duruyordu. Yan tarafta, biraz daha ilerde, büyük bir taş şömine ve ayrıca bir sobanın bulunduğu oturma bölümü vardı. Büyük odanın ortasında sade, Shaker tarzı bir yemek masası ve yatım düzine kadar arkalan deri kaplı sandalye görülüyordu.

Gumey eve girince Hardwick’in yüzünde garip bir ifade gö­rüp şaşırdı.

Adamın o garip ifadeyle ev sahibine bakarak, “Tatlı Madeleine nerelerde bakalım?” diye soruşunda bile normal olmayan bir şeyler var gibiydi sanki.

O sırada Madeleine de hafifçe gülümseyerek ve meraklı ba­kışlarla içeriye girip lavaboya doğru ilerlerken, “Geldim,” diye cevap verdi ona. Elinde, evin yan tarafından topladığı yıldız çiçeğine benzer çiçeklerden yapılmış bir demet vardı. Çiçekleri mus­luğun yanma bıraktı, Gurney’e baktı ve “Bunlan şimdilik buraya bırakıyorum,” dedi. “Daha sonra bir vazo bulur koyarım içine. Şimdi yukarıya çıkıyorum, biraz işim var.”

Kadın merdivenden çıkıp gözden kaybolduktan sonra, Hardwick Gumey’e baktı ve “Çalışmak kadını güzelleştirir,” diyerek sınttı. “Kann ne işle uğraşıyor?”

“Çello (viyolonsel).”

“Yaa, vay canına, ya. Insanların çelloyu neden çok sevdiğini bilir misin sen?”

“Sesi çok güzel olduğu için mi acaba?”

Hardwick dudaklarını yaladı ve “Ah, Davey dostum, yine o ünlü saçmalıklarından birini yumurtladın,” diyerek bir kahkaha attı. “Ama onun tam olarak ne olduğunu, ona bu güzel sesi neyin verdiğini bilir misin sen?”…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Metres

Editor

Bostan

Editor

Cengiz Han / Bozkırın Kanlı Kılıcı

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası