Canan, Peyami Safa’nın ilk baskısı 1925 yılında yapılmış olan aşk ve evlilik konulu diğer romanlarındaki gibi yanlış batılılaşmanın sakıncaları konusunu işlediği bir romanıdır.
Yazarın nu romanı konu yönünden daha ziyade Mahşer , Sözde Kızlar, Fatih Harbiye ,Şimşek ve Bir Akşamdı adlı romanları ile benzerlik göstermektedir.
Peyami Safa’nın seçkin ve en beğenilen romanlarından birisi olan bu roman Roman 2011 yılında TV ye de uyarlanmış ve aynı adla gösterime girmiştir.
CANAN ROMANI ŞAHIS
KADROSU
LÂMİ: Bedia ile evli iken ve Bedialara ait o yalı da
imrenilecek bir hayatı varken Canan’a âşık olmuş, ikinci eşi Canan ile batılı bir
hayat tarzı yaşamaya özenmiştir. Fakat
Canan ahlaksız bir kadındır ve Lami en sonunda batılı hayatın aldatıcı
güzelliği ve çirkin yüzünü görerek eski eşine dönmüştür.
CANAN: Sarayda
büyümüş batılı hayata özenmiş, süse ve mücevhere, eğlenceye, zevke düşkün bir
kadındır. Cânân, paraya ve erkeklere de
düşkün bir kadındır.
BEDİA: Muhafazakâr
eşine ve ailesine düşkün ama dış
görünüşe önem vermeyen, sade bir hayatı seven , elindeki ile yetinmeyi bilen aklı
başında bir kadındır.
ŞAKİR BEY: Açık
görüşlü, hoş görülü, zengin ve eğitimli bir adamdır.
SELİM: İleri görüşlü, aydın , aklı başında biridir. Arkadaşı Lami’nin
yol göstericisi gibidir.
CANAN” ROMAN ÖZETİ
Bedia ve Lamis beş sene önce evlenmiş, Lami iç güveysi olarak Bedia’nın babası, Abdullah bey, Gülşen dadı, büyükannesi ve hizmetçileri Perver ile birlikte yaşamaya başlamıştır. Fakat Bedia ve Lamis’in arası açılmış, Lamis eve gelmemeye başlayınca Bedia çok üzülmüş ve hasta olmuştur.
Evden ayrılan Lami, bu sıralarda Canan adlı bir kız ile tanışır ve onunla yaşamaya başlamıştır. Bir Çerkez kızı olan Canan, küçük yaşta saraya satılmış, güzelliği ile sarayda herkesin dikkatini çekmiş ama en sonunda
zengin ve biraz da çapkın bir adam olan Şakir Bey’in konağına verilmiştir. Canan bu evde büyümüş, genç bir kız olunca Kâzım Bey adında bir binbaşıyla evlenmiş ama kocasıyla anlaşamayınca, tekrar İstanbul’a ve Şakir Bey’in yanına dönmüştür.
Lamis ise Şakir Beyin yanında çalışmaktadır. Şakir Bey, karısı Reknaz Hanım, kızı Perihan ve Bedia’nın ağabeyi de olan damadı Şemsi, oğlu Faik ve Canan’la beraber bu konakta yaşamaktadır. Canan ise Şakir bey’i
babası yerine koymuş ve onu babası gibi sevmektedir. Canan, kısa sürede Lamis’i kendine bağlar. Lamis, Canan’a âşık olunca Bedia’dan uzaklaşmaya başlamıştır.
Üstelik Lamis, iç güveyi olmaktan da sıkılmış, yalı ve etrafındaki insanlardan da iyice bunalmıştır.
Bir gün Bedia, hasta olmasına rağmen kocası Lami’nin çalıştığı yere gelir. Fakat kocası Lami ‘yi iş yerinde
bulmayınca Şakir Bey ile görüşüp Şakir beylerin evine gider. Lami de bu evdedir ve aralarında kötü bir tartışma çıkmıştır. Bu tartışmadan sonra Bedia ile Lamis boşanma sürecine girmişlerdir.
Bedia eve dönüp olanları babasına da anlatır. Şemsi eve geldiğinde Lami’nin boşanmaya karar verdiğini, Lami’nin Canan ile olan aşkını da onlara anlatır. Bedia’nın babası AbdullahBey damadı Lami’ ile konuşmaya gider ama Lamis boşanmakta kararlı olduğunu ona söyler.
Bedia’ya göre erkek kardeşi Şemsi de Canan’a aşıktır ve bu nedenle Şemsi de hastalanmış, yataklara düşen Şemsi bir sabah ölüvermiştir. ve bir gün sabaha karşı ölür. Bedia hem kardeşinin hem de kocasının üzüntüsünden perişan bir hale düşmüştür.
Bedia ile boşanan Lamis, Canan ile evlenip Kalamış’da bir eve taşınırlar. Lam,i ‘de Canan
da batılı bir hyat yaşamayı sevmekte bu nedenle evlerinde partiler düzenleyip eğlenceli günler geçirmeyi ummaktadırlar. Canan kocası Lami’si âdete avcunun içine almıştır ama taşındıkları bu evi çok küçük
görmekte hala da zengin olmak hayali kurmaktadır. Lâmis’den umduğunu bulamayan, Canan kocasının düşük maaşı ile isteklerine kavuşamayacağını anlamış ve başka erkeklerle kocasını aldatmaya başlamıştır. Lâmis karısıyla ilgili bir şeyler duysa bile inanmak istememiştir.
Bir gün Lamis’in iş yerine Mühteşar Orhan Beyin eşi gelerek Canan ile kocası Orhan arasında bir ilişki olduğunu anlatıp, Canan’ın kocasına yazdığı bir kâğıdı gösterir. Beyninden vurulmuş gibi olan Lamis, eve
gelip karısı ile konuşur ama Canan onu kandırıp şüpheden kurtarmayı yine de başarmıştır.
Fakat içine kurt düşen Lamis, arkadaşı Selim ile bu konuda konuşur. Selim aten Canan ile Lamis’in
Canan ile evlenmesine önceden de karşı çıkmış olan ve Canan’ın kötü bir kadın olduğunu bilen biridir. Fakat Selim kaçamak cevaplarla konuyu geçiştirir.
Fakat Canan hakkında dedikodular git gide çoğalmaktadır. Bu sırada Canan’ın annesi olduğu öğrenilen bir kadın peyda olmuş ve evlerine yerleşmiştir. Canan evelerinde partiler düzenlemekte bu partilere Lamis’in
arkadaşları Selim ve Ali de dâhil bir çok kişiyi çağırmaktadır. Lamis bir gün karısı Canan ile Selim’i n dahi
ilişkisi olduğunu fark eder. Bunun üzerine Selim her şeyi onaa itiraf etmek zorunda kalır ve Canan’ın kimlerle
ilişkisi olduğunu Lamis’e anlatır.
Lamis eve dönüp Canan’a saldırıp onu boğmaya çalışır; ama Canan uzun tırnaklarıyla onu yaralayıp kurtulur. Bu arada Canan’ın annesi içeri girip Canan’ın saçlarından tutarak yatağın demirine vurmaya başlar. Canan kurtulmaya çalışırken devrilen dolabın altında kalarak ölür. Canan’ın annesi olduğu söylenen kadın da
bunun üzerine kaçar.
Olan bitenlerden sonra Lamis, Bedia ile konuşmaya karar verir. Yalıya gittiğinde bu yalının eskisi gibi bakımlı olmadığını fark eder. Abdullah Bey hastalanmış ve yatağa düşmüştür. Bedia gelmiş ama ikisi de birbirleriyle konuşmaya cesaret edememiştir.
BİRİNCİ KİSİM
EDİA gözlerini açınca, karyolasının karşısındaki duvar saatine baktı: Onikiyi on geçiyor. Ne uyku, böyle geç vakitlere kadar uyumak hiç âdeti değil, hemen kalkmak istedi. Fakat başını yastıktan ayıramıyor. Terli, sıcak, uyuşuk vücudu, yatağın çukuruna yapışmış, kımıldayamıyor bile.
Büyük bir eziyetle yataktan inebildi. Ayak üstü dururken dizleri kırılıyor.
Örtündü, balkona çıktı.
Bütün Boğaziçi’nde, havada ve denizde, göz karartan bir temmuz parlaklığı var.
Öğle güneşiyle ısınmış, hafif bir rüzgâr dalgası, nemli saçlarının arasından geçti; güneşin karşısında gözleri, içine sabun köpüğü kaçmış gibi yanıyor ve kamaşıyor; öyle ki, mavisi uçmuş, bembeyaz, kalaylı bir bakır gibi parlayan deniz, ona kapkara görünüyordu. Gözlerini kırpıştırdı, içeriye kaçtı.
Büsbütün başı dönüyor. Pencere kenarında, uzun bir mindere kendini bıraktı, gözlerini kapadı, öylece kaldı: Arka arkaya kaç gecedir uykusuzluk onu harab etmişti.
Akşama kadar yatsa uykuya duyamayacağım, kendini bıraktıkça ağırlık bastıracağını, bir daha yerinden bile kıpırda-yamayacağını hissederek silkindi, kalktı, başını soğuk su ile iyice yıkadıktan sonra, sofaya çıkarak seslendi:
– Gülsen Dadı!
Sonra bir daha, duvar saatinin karşısında, ayak üstü bekleyerek düşündü: Yarıma beş var. Hiç değilse birbuçuk va-10/Cânân
puruna yetişmeli, sonra vapur yok. İstanbul’a hemen inerek bu işi sonuna kadar bitirmek lâzım. Yoksa gözüne hiç uyku girmeyecek, hiç! Böyle sabahlara kadar yatağının içinde kıv-ranacak, dönüp duracak. Allah vermesin, çıldıracak!
Hemen aynalı dolabı açtı, en iyi çarşafını çıkararak acele giyinmeye başladı.
Bir an evvel davranmak için öyle sabırsızlanıyor, öyle içi içine sığmıyor ki, becerikli bir kadın değilken bile, kendisinde bir erkek iradesi hissediyordu.
Aynada saçlarını yaparken, üç gece içinde bu kadar zayıflayışına şaştı: Ne hâl bu? Gözlerinin altında kara kalemle çizilmiş gibi siyah çizgiler var.
Yanaklarının gergin etleri gevşemiş, yuvarlaklığı gitmiş. Ya dudakları? Rengi uçmuş, üstünde âdeta beyaz, ince bir zar peydahlanmış, deri lime lime soyulmuş, pürüzleniyor. Ne çirkin şey? Dişleriyle ısırarak dudaklarına biraz renk vermek istedi. Çünkü hiç boya kullanmaz, az pudra sürerdi; o da fevkalade günlerde, çoğu
da geceleri.
Çabucak giyindi. Gülsen Dadı, elinde sütlü kahve tepsisiyle .içeri giriyordu.
– Kuzum Dadı, sen o elindeki tepsiyi masanın üzerine bırak, aşağıya koş, ütüye ateş koy, Perver’in dün akşam yıkadığı mendillerden iki tane ütüle, hazır et.
Gülsen Dadı, sütlü kahve tepsisini masanın üstüne bırakırken, hiç görünmeyen kaşlarını kaldırarak, çocukça, tuhaf kara gözlerle hanımına bakıyordu.
– Beybabam nerede, Dadı?
– Bahçede, kurumuş salatalıkları koparıyor.
Gülsen Dadı, gözlerinin akını büsbütün çoğaltan bir yan bakışla hanımını süzüyor, onun bu sabah daha fazla zayıfladığına dikkat ediyor, etli ve siyah dudaklarını burnunun hizasına kadar uzatarak, “cık cık” diyordu.
– “Haydi, kuzum Dadı, söylediklerimi çabuk yap.
– Ne dedi sen? Ben unuttu. Bedia yeni baştan emir verdi.
Gülsen Dadı odadan çıkınca, genç kadın sütlü kahvesinden bir iki yudum aldı, aynanın karşısında kendini boydan
Cânân/ll
boya bir gözden geçirdikten sonra, aynalı dolabında sırası bozulan esvablarını düzeltmekle oyalandı… Saat, tam yarım.
Tuvalet masasının gözünü çekerek eline küçük bir defter geçirdi, ufacık satırlarına kısaca göz gezdirdi. Bu, günü gününe tutulan bir hatıra defteri değil. Bedia’nın böyle hergün hayatını yazmak hoşuna gitmez. Yalnız, başından çok mühim şeyler geçerse, onu iki üç kelime, kısa bir tarihle böyle küçük deftere yazar, bırakır. İşte., birinci yaprakta, annesinin vefatı tarihi, dört kelimeyle: “Annem vefat etti, teşrin-i sâni.” Onun altında üç kelime:
“Şemseddin’in düğünü, eylül.” Biraderi Şemseddin. Sonra: “İlk talibim, kırk yaşında bir doktor, babam reddetti. Kânun-u evvel.” Sene tarihi değişiyor. Bir daha: “İkinci talibim, bir yüzbaşı, beni alır almaz İstanbul’da bırakacak, kendisi cepheye gidecekmiş, babam yine reddetti, nisan.” İki sene geçiyor.
“Üçüncü talibim, millî şirkette kâtip, asîl bir gençmiş. Babam düşünüyor, mayıs.” Küçük tafsilât: “İsmi Lâmi. Yirmialtı yaşında. Fotoğrafını da gördüm, güzel genç. Babam hâlâ düşünüyor, haziran.” En nihayet “Lâmi ile nikâhımız ve düğün, teşrin-i evvel.” Sonra: “Şemseddin’in bir kızı dünyaya geldi, adını Zerrin koydular, nisan.” Bir felâket: “Hanım Nine’me nüzul indi, mart.” Bedia yaprakları çevirdi, küçük küçük notlar, kocasıyla gezinti hatıraları, en sonunda genç kadının iki gece evvel yazdığı şu satırlar: “Kocam bugün beni dinlemeyerek, kendi başına İstanbul’a indi, gece gelmedi, yalnız yatıyorum, temmuz.”
Bedia bu satırların altına, birkaç kelime daha yazdı: “Üç gecedir gelmiyor, o kadar buhran içindeyim ki… O’nu bugün mutlaka bulacağım.” Defteri kapadı, iyice soğuyan sütlü kahvesini bir yudumda içti, koşarak bahçeye indi.
Babası kendi eliyle yetiştirdiği küçük bostanda, yere çö-melmiş, salatalıkları koparıyordu. Bedia onu biraz uzaktan seyretti. Ne adam! Altmışını geçtiği halde, maşallah, böyle her sabah, namaz vakti kalkar, bostana koşar, sebzeleri, meyveleri ile uğraşır, durup dinlenme nedir bilmez, çalışır, rutubette, güneşte, rüzgârda ve çamurda çalışır. Saçı ve sakalı bembeyaz, yüzü ve ensesi kıpkırmızıdır. İşte başı eğil-12/Cânân
miş, iki köşeli, uzun beyaz sakalı göğsünün üstünde buruşmuş, kıllarının birkaç tanesi açık yakasından içeri girmişti. Kızını görünce topraklı ellerini birbirine sürterek ayağa kalktı, güneşin altında kavrulmuş yüzü, çalışmaktan yorulmamış, parlak, içi gülen gözlerini Bedia’ya çevirdi:
– Ne o kızım? İstanbul’a mı iniyorsun?
– Evet Beybaba.
Abdullah Bey, kızının rengi uçmuş yüzüne, kapaklan şişmiş gözlerine uzun uzun baktı:
– Anlıyorum., dün gece de uyumamışsın. Hakkın var, ben de gece yarısına kadar bu haylazı düşündüm. Maksadı nedir? Sana mı darıldı? Kestiremiyorum ki. Bu gençler tuhaf oluyorlar, ne düşündükleri, ne yapmak istedikleri bir türlü anlaşılmıyor.
Bedia içini çekti. Gece, sabaha kadar düşündüğü şeyleri babasına da anlatmak isterdi, fakat nafile kederlerle bu adamcağızı da içlendirmek neye yarar?
– Beybaba, gidip kendisini bulacağım. Artık bu hâle bir nihayet versin, söyleyeceğim. Eve gelsin, o günkü meseleyi konuşalım, anlaşalım. Hangimiz haksızsak meydana çıksın. Herhalde bugün bu işi bitireceğim.
İhtiyar başını salladı:
– Peki kızım, Allah işini rast getirsin. Fazla üzülmeni istemem. Benim de uykularım kaçacak. Haydi… vapur Kan-dilli’den kalktı, düdüğünü öttürüyor. Geç kalma. Sen yemek de yemedin değil mi?
– İştahım yok Beybaba. Sütlü kahvemi içtim yalnız… Acele sokağa çıktı. .
Yalı iskeleye yakındı, biletini alıncaya kadar vapur da geldi. Vaniköyü’nün sayılı üç-beş yolcusuyla bindi.
Kamarada yalnızdı; pencere kenarına oturdu. Vapur önünden geçerken yalıya, kendi yatak odasına, balkonuna baktı, içi sızladı. O odada, üç gecedir ne çektiğini bir kendisi, bir de Allah bilirdi.
Oturduğu yerde iyice yerleşti. İstanbul’da yapacağı şeyleri iyice, esaslı, bir daha düşünmeye başladı.
Evvelâ dosdoğru şirkete girecek, Lâmi’yi bulacak, tenha Cânân/13
bir köşeye çekecek., kocasıyla hiç münakaşa etmek istemiyor. Ufak bir kıskançlığın erkekler nazarında kadını gözden düşüreceğini anlıyor; yalıda geçirdiği azaplı gecelerden de bahsetmeyecek. Lâmi’ye söylemek istediği şeyleri geceden beri zihninde şöyle hazırlıyor: “Lâmi! seninle münakaşa etmeye gelmedim, hattâ sana küçücük bir sitem bile edecek değilim, ben bir fahişe için ağzımı yormayı… ” durdu, fahişe kelimesi ağır, belki de erken ve haksızdı, cümlesini yeniden hazırladı: “Lâmi! Pekiyi bilirsin ki münakaşayı sevmem. Hattâ sana küçücük bir sitemde bulunmaya da gelmedim. Zaten âdi bir kadın