Puslu Kıtalar Atlası İhsan Oktay Anar
“VE DÜNYA BİR MASALDIR…”
Zaman; 1600’lı yılların sonu.
Yer; Konstantiniye, yani İstanbul.
“Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya’nın şahidi olmaktı”.
(S. 91)
Padişahların, saltanat sahiplerinin sofralarından kalkıp İhsan Oktay Anar’la birlikte İstanbul’un şarap kokan sokaklarında dolaşıyor, irin kokan odalarında oturuyor; inmeli damlalı, kör sağır dilsiz insanlarının sofralarına oturuyoruz bu kitapla birlikte. Kitabı sayfa sayfa saran soru, sayfa sayfa bizi de sarmış oluyor sonunda:
“Düş görüyorum, öyleyse ben varım. Varım ama ben kimim?”
Sahi ya, kimdik bizler…
“…Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı…”, diyor İhsan Oktay Anar bu romanda.
Arap İhsan’ın elinde bir kitap vardır. İstanbul’a gelerek, kendisine kazık atmak isteyen Kubelik’i bulmuş ve ondan intikamını almaktan, bu çok merak ettiği kitabı çevirttirmesi şartıyla vazgeçmiştir. Kubelik kitabı tercüme ettirmiş ve Arap İhsan’a geri vermesi için de Uzun İhsan Efendi’ye teslim etmiştir. Uzun İhsan Efendi de, Rendekar (Rene Descartes) isimli bir yazara ait olan ve “Zagor Üstüne Öttürme” ( Yöntem Üzerine Konuşmalar) ismini taşıyan bu eseri merak eder ve okumaya başlar.
Bir çeşit uyku şurubu içerek düş uykusuna yatan Uzun İhsan Efendi’nin dünyayı dolaşacak cesareti yoktur. Böylece bu düş uykularıyla dünyayı dolaşmış olacaktır. Bu eline geçen kitabı okumasıyla birlikte varlığını sorgulamaya başlar, var olan her şeyden ve kendi varlığından şüphe eder. Ve sonra şuna karar kılar; gerçek olan düşleridir, düşten uyanması düştür, düş için uyuması gerçeklik…
Böylece Uzun İhsan Efendi’nin düş uykularına yattığında, ruhunun bedeninden ayrılarak dünyayı dolaşmasıyla ve uyandığında da bunu kaleme almasıyla yazılmış olur “Puslu Kıtalar Atlası”.
Yazması Uzun İhsan Efendi’ye ait olan bu kitabın yaşanması da oğlu Bünyamin’e kalır. Ve Uzun İhsan Efendi, lağımcı ocağında çalışmaya başlayarak kendi hikâyesini şekillendirecek olan oğluna şunu öğütler:
“Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun bin bir halinden korkma.”
Bünyamin’in lağımcı ocağına girmesi, ani bir kararla uygunsuz bir mevsimde bir kaleye baskın yapılması için yollara düşülmesi, tünel kazımında ortaya çıkan aksilikler, bu tünelle kaçırılması gereken Zülfüyâr mıknatıslı siyah bir parayı Bünyamin’e vermesi, Bünyamin’in kendi süvari birliklerine kaçarken düşmandan yediği darbeyle yüzünün derisinin soyularak tanınamayacak hale gelmesi, herkesin emaneti alıp çaldığını düşünmesi, bunun için babasının başına gelen olaylar, Efrasiyab, Zülfüyâr, dilenciliğin verdiği sıkıntılar, Ebrehe’nin dilencilik ve casusluk sırlarına Bünyamin’i de ortak etmesi, Hınzıryedi, Gülletopuk, yaşanılan sıkıntılar, saatler süren hıçkırıklı ağlamalar ve buhranlar…
Dili ustalıkla kullanmış bir yazarı okuduğumuz için tüm bunlar kafamızda bir yüz gibi şekilleniyor. Bir başın tepesinden başlayıp, kulaklardan devam ederek yaşayan olaylar ve insanlar son derece usta bir biçimde zihnimizdeki suretin çenesinde birbirine kenetleniyor. Bizler durumdan son derece tatmin ve bu başarılı süregidişi zihnimizde yaşamış olmanın biraz da şaşkın mutluluğuyla gözlerimizle sayfalarda akmaya devam ediyoruz.
Bu değerli eserin üzerine çok şey söylenebilir. Bu roman aynı zamanda okuyucularına da bir atlastır aslında: Edebiyatın felsefeyle yoğrulduğu, düşün gerçekle sarmalandığı, sonların başlangıçlarla perçinlendiği, hikâye içinde hikâye olan, oldukça zengin bir atlastır, “Puslu Kıtalar Atlası”.
“Zaten görülen ve görülmeyen bütün düşler, bu karanlığın ta kendisi değil miydi?”
(Puslu Kıtalar Atlası- S.238-Sonsöz)
Yazar: Burcu Ezgi EROL
Bu içerik anonimdir.
YAZAR HAKKINDA BİLGİ
Eserin yazarı İhsan Oktay Anar, 1960 doğumlu olup halen Ege Üniversitesinde görev yapmaktadır. Yazar eserlerinde, tarihi kullanarak ve çeşitli oyunlar oynayarak, felsefe katarak okuyucuyu düşünmeye zorlar. Günlük hayatında da radikal bir insan olarak bilinen İhsan Oktay Anar, kitaplarında toplumu eleştirmekle beraber günlük yaşantısında da kendi çapında farklı protestolara yer verir. Örneğin; kaldırıma park eden arabaları protesto etmek için onların üzerinden yürümesi gibi.
Kitap, yazarın ilk eseri olmasına rağmen ustaca kaleme alınmış olup hiç alışık olunmayan bir dille hazırlanmıştır. Romanda olayların geçtiği zamana ve mekana bağlı olarak Osmanlıca ve eski Türkçe kelimelere, argoya hatta bilimsel terimlere yer verilmiştir. Yazarın ustaca yaptığı tasvirler karakterleri ve onlarla bağlantılı olayları adeta roman içinde roman olarak anlatması, eseri daha sürükleyici bir hale getirmiştir.
Kitap Yaşar Kemal, Balzac gibi yazarlarında kullandığı nehir roman tarzındadır. Nehir roman; okuyucuyu bir şekilde içine çeker ve sürükler.
Romanda geçen isimler doğu efsanelerinden veya hikayelerinden alınmıştır. Örneğin; “Ebrehe” kitapta bir lider olarak tanıtılıyor, tarihte ise “Ebrehe” Habeşlilerin Kabe’yi yıkmak üzere kurdukları ordunun Hıristiyan komutanıdır. Efrasiyab ise adına destanlar yazılmış Alper Tunga olarak bilinir. Nitekim kitapta da küçük bir çocuğun yazdığı destanların kahramanı olarak karşımıza çıkıyor.
Kitapta olayların geçtiği zaman, kitabın on üçüncü sayfasında Kun-i, Kainattan 1079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicret’ten dahi 1092 yıl sonra olduğu kesin olarak belirtilmiştir. Zamanla olayların Osmanlı İmparatorluğunun en parlak dönemlerinde geçtiğini anlıyoruz. Yazarın dil olarak eski Türkçe’yi ve Osmanlıca’yı seçme sebeplerinden biri de budur.
Yazar mekan olarak Osmanlı döneminin en önemli kenti Konstantiniye’yi seçmiş, eserin en başlarında Galata Kulesi, Fener ve Galata Meyhaneleri Haliç gibi Konstantiniye’nin belli bir kaç yeri anlatılmış, devamında ise Bünyamin’in evinin bulunduğu yer ve ev tarif ediliyor. Romanın ilerleyen bölümlerinde ise olayların gelişimine bağlı olarak Konstantiniye’nin farklı bölgelerine, kapalı veya açık mekanlara, cenk meydanlarına yer veriliyor.
Romanda Geçen Karakterler:
Uzun İhsan Efendi: Bu romandaki Uzun İhsan Efendi aslında yazarın ta kendisi yani İhsan Oktay Anar’dır. Bu isim ona boyunun çok uzun olmasından verilmiştir. Çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli, seyrek bıyıklı bu adam yumuşacık elleri olan narin tenli ve korkutucu olmaktan çok uzak bir görünüşe sahip olduğundan, hiç cesareti olmadığından dayısı Arap İhsan tarafından miskin olarak çağrılır.
Hiç bir mesleği yoktur. Kimseden para almaz ve kesesinden ne kadar harcarsa harcasın kesesi hep altınla doludur. Bünyamin’in babası olmasın a rağmen ona hiç benzemez ve çok genç gösterir. Dünyayı rüyalarıyla keşfetmeye çalışan bu adamın daha sonradan Yeniçeriler tarafından gözleri oyulup kulakları ve burnu kesilir, dilendirilmek üzere Hınzıryedi’ye satılır.
Bünyamin: Kumral bıyıklı ve iri gözlü bu genç, ölçülü yüz hatlarıyla yakışıklı biridir. Kafasında hayatına, babasına, annesine dair bir takım sorular vardır. Lağımcı ocağında çalışmaya başladıktan sonra eline o uğursuz para geçtiğinde savaş meydanında girdiği ikili mücadele sonucu yüzü paramparça olmuş ve tanınmaz hale gelmiştir. Yüzü sünger gibi olmuş göz kapaklarından birinin yarısını kaybetmiş, dudağı, yanakları, alnı ve şakağından et parçaları kopmuştur. Bu şekilde bir Gulyabani çehresi kazanmıştır. Duyusal bir kişiliğe sahip Bünyamin gezmediği, okumadığı halde çok şey bilir.
Arap İhsan: Kafasını kazıtmış ve üzerinde bir tutam saç bırakmıştır. Cenk yaralarıyla dolu göğsü pösteki gibi kıllı olan bu adam kıllarına rengarenk boncuklarla bir kaç inci dizmiştir. Bunun anlamı, o zamanlar kabadayıların kudretlerini göstermek için yaptıkları işarettir. Aşağıya sarkan gözlerini neredeyse örten gür kaşları vardır. Burun deliklerinden fışkıran iki kara yatağan misali pala bıyıkları vardır. Bazı batıl inançları yüzünden kolundaki pazıbentte büyüye ve başka belalara karşı koruyan sihirler taşır. Tabanı kösele kadar sert adeta zırhlı ortaparmak uzun bir çift ayağı vardır. Davudi bir sese sahip Arap İhsan’ın sırtında defalarca esir düştüğü ve forsalık yaptığı için sayısız kızıl kırbaç izleri vardır.
Alibaz: En fazla yedi yaşlarında gösteren kıpti bir anadan doğma sünnetsiz bir çocuktur. Kara kuru, sürekli yaramazlık yapan bu çocuk, Arap İhsan’ı çileden çıkaran tek kişidir. Üç yaşına kadar afyon ruhuyla sızdırılmış ve bu yüzden yıllarca hiç uyuyamamıştır. Sonraları Efrasiyab adını alır ve İstanbul sokaklarında çocuklardan oluşan kendine özgü bir çete kurar.
Tufan Kahramanı Efrasiyab: Dünya Fatihi bu kahraman, askerleri çölde susuz kalınca yumruk büyüklüğünde birer taş getirmelerini söyleyip bu taşları avucunda sıkarak sularını çıkarmıştır. Dünyayı fethetmek için otuz yıl savaşmış sonunda bir kente gelip, savaş emri vermiş, gelen bir haberci ise başkentinin yaman bir savaşçı tarafından ele geçirilmek üzere olduğunu söylemiştir. Efrasiyab, başkentine dönünce yıllarca savaştığı kentin aslında kendi başkenti olduğunu görmüş ve dünyanın yuvarlaklığına kanaat etmiştir.
Çok güçlü olan bu savaşçı zifiri karanlıkta gündüz gibi görür, aralıksız hiç göz yaşı dökmeden güneşe bakabilir, ağrı bir kılıcı üfleyerek yerinden oynatabilir.
Kubelik: Çok eskiden Pera’da Venedik Balyosunun katipliğini yapan, yazısı çok güzel olan bu adam, çok abartı içki yüzünden işinden olmuş ve sakat kalmış bir zavallıdır. Kısa boylu son derece sıska bu adam bir meyhane dönüşü başına gelen olaylar sonucu önce dişçi sonra ise cerrah olmuştur. Sürekli gittiği meyhanelerden dolayı ağzı bozuktur ve suratında meyyuz bir ifade taşır. Kubelik öğrenme açlığı duyan bazı insanların sonunu sergiler.
Müşteri: Bünyamin’in maymunudur. Baba yadigarı meslek olan ayı oynatıcılığını istemeyen bir evlat tarafından alınıp zorla hırsızlığa alıştırılmaya çalıştırılırken bir gün çektiği afyon yüzünden sızınca sahibi tarafından ölü sanılıp bir yere atılır. Bünyamin onu alıp eve getirdiğinde bu uzun kuyruklu maymun Bünyamin’de annesinin kokusunu bulur.
Müşteri ile Kubelik’in öğrenme merakları benzerdir. Yazar bu benzerliği kurarak, insanların maymun iştahlı olduklarını belirtir.
Ebrehe(Büyük Efendi): Teşkilat-ı İstihbarat-ı Humayun’un efendisi bu adamın tiz ve çatlak bir sesi vardır. Bu ses o kadar bet, zerafetten o kadar yoksundur ki adeta kadın sesi ile sübyan sesi arası bir şeydir. Kara sarıklı, kızıl cüppeli yarasa misali adamın uzun parmakları , nicedir kesmediği kirli tırnakları zaç yağıyla ilgilenmekten sapsarı olmuştur. Çenesi küçücük bir kadınınkini andıran teni o kadar saydamdır ki şakaklarında, alnında ve ellerinde mavi damarlar görünür. Gözleri iri, kapkara gözbebekleri küçücüktür. Yüzünde ve vücudunun diğer yerlerinde asit yaraları vardır. Kösedir ama çenesindeki bir kaç kıl onun hükmedici görünmesini sağlar. Çok ender gülümser, bu gülümseme de insanı korkutur.
İç dünyasında yaptıklarından dolayı bir pişmanlık duyar. Bu iç hesaplaşma yaşar ve yitirdiği bazı değerler için bir özlem duyar. Bünyamin’i bu yüzden kıskanır ve ona özenir.
Vardapet: Eski bir papaz olan Vardapet, bir yarışmada hile yaptığı için işinden olmuştur. Ermeni ve Lağımcı ocağında çalışan, tünel kazmada maharetli olan bir iş sırasında geçirdiği kaza sonucu taş yutmuştur. Her solukta takırdayan bu taşın bir elmas olduğunu ise çok sonraları öğrenecektir. Bünyamin’e lağımcılık işini veren kişidir.
Zülfiyar: Zayıf fakat şiş göbekli bir casustur.. Maceraları odak noktası olan parayı zorunluluktan Bünyamin’e veren kişidir. Sanıldığını gibi zeki değildir. Aksine teşkilatta yükselmesini aldığı emirleri düşünmeden yerine getirmesine borçludur.
Dertli: Sakalsız, bıyıksız, kel, kaşsız, kirpiksiz biridir. Görünüş itibariyle ezik ve pısırıktır. Adamı altı kez yıldırım çarpmış ve uğursuzluğu yüzünden Konstantiniye’de dolaşması yasaklanmıştır. Dertli’nin gösterdiği vefa ile şu anda yaygın olan vefasızlık eleştirilmiştir.
Hınzıryedi: Çok eskiden Bağdat’ta çok iyi kılık değiştiren ve çok iyi iş gören bir hırsız olup, bir gün yanlış kılığa girdiği, için yakayı ele verince hırsızlık yapmaktan vazgeçmiş ve dilenciliğe başlamıştır. Makyajdaki ustalığı sayesinde en iyi dilenci olup Sultan Murat tarafından Konstantiniye’ye getirilmiştir. Bir gün domuz eti yenmesi makbul olmadığı halde yanlışlıkla yediği için adı Hınzıryedi olmuştur.
Gülletopuk: Arap İhsan’ın belalısıdır.
ÖZET:
Roman, soğuk bir kış gecesi Galata Kulesi’ndeki yangın gözcüsünün Arap İhsan’ın kadırgasını görmesiyle başlar.
Arap İhsan Galata Meyhaneleri’nin yakınında oturan yeğenine gider. Esir olarak aldığı ve başına büyük belalar açan Alibaz adındaki haşarat ile Arap İhsan’ı yeğeni uzun İhsan Efendinin oğlu Bünyamin karşılar. İçeri girdiklerinde Alibaz’ın dikkatini çeken maymun, ona yeni yaramazlıklar yapma fırsatı verir. Arap İhsan biraz dinlendikten sonra Uzun İhsan Efendinin yanına çıkar. Tam bu sırada ilaçların etkisiyle uykuya dalan ve düş yoluyla dünya atlası çizmeyi hedefleyen Uzun İhsan Efendi, rüyasında dayısını ve büyük bir maceraya atılan oğlunu görmektedir. Bünyamin sayıklayan babasını uyandırdığı sırada hiç uyku görmemiş ve üç yaşına kadar afyon ruhuyla sızdırılan küçük Alibaz bu olayı hayretle izlemektedir.
Ertesi gün Arap İhsan kendisine kazık atmış olan alkolün esiri olmuş ve bu yüzden işini kaybetmiş ve ayrıca yediği falakalardan dolayı topal kalmış olan Kubelik’i aramaya çıkar. Çeşitli yollardan cerrahlık izni alarak, gizliden gizliye insan vücudunun atlasını çıkarmaya başlayan Kubelik, Arap İhsan’ın intikam peşinde olduğunu düşünmektedir. Halbuki Arap İhsanın niyeti hayatını kurtaran bir kitabın çevirisini yaptırmaktadır. Rendekar’a ait olan ve “Zagon üzerine öttürme” olarak tercüme edilen kitabı Kubelik, Arap İhsan’a teslim edilmek üzere Uzun İhsan Efendiye verir. Bu kitabı okumaya başlayan Uzun İhsan Efendi, Rendekar’ın şüpheyi bir zagon, yani bir yöntem olarak benimsediğini öğrenir. Amaç, şüphe götürmeyecek ilk kesin bilgiye varmaktadır. Her bilgiden şüphe eden Rendekar, şüphe ettiğinden şüphe edememekte ve bundan da kendisinin varolduğu sonucunu çıkarmaktadır. Bunalar üzerine kafa yoran Uzun İhsan Efendi düşünüyor olmasından dolayı kendi varlığını kabul etmektedir. Ama bu yolla kendisi dışında başka hiç bir şeyin varlığını ispatlayamamaktadır. Bunu çözmek için rüyaya yatar. Rüyasında gördüğü aynada kendi yansıması yerine oğlunu görür ve düş gördüğü için kendi varlığına inanır. Fakat; kafasında kim olduğuna dair bir soru kalır. Uyandığında uykusunun bir uyanış ve düşlerinde gerçeğin ta kendisi olduğunu düşünmeye başlar. Eğer bu doğruysa şimdi gördüğü her şey bir düştür.
Hiç bir mesleği olmayan ve hiçbir yerden gelir sağlamayan bu adamın oğlu Bünyamin’in kafasında babasına dair soramadığı türlü sorular vardır: Sen kimsin? Annem kim? Bu paranın suyu nereden geliyor? Günlerce yemeden, içmeden nasıl yazıyorsun? Bu sorularla iyice kafası karışan Bünyamin babasının şurubundan çok fazla içerek uykuya yatar. Düşünde uçmaktadır ve kendi bedenini görebilmektedir. Konstantiniye üzerinde gezindikten sonra evine geri döndüğünde babasının kendi bedeni başına ağladığını görür. Sonra ise cenazesi ile karşılaşır ve içinden gelen bu sese kulak vererek uykusundan uyanır ve yine aynı sese uyarak gerçekten de gömüldüğü mezardan çıkar. Diri diri gömülen Bünyamin, lağımcı ocağında çalışan Vardapet’in dikkatini çeker ve önemli bir görev için lağımcı ocağına alınır. Giderken babasının ona emanet ettiği dünya atlasını da yanına alır. Babası, bu atlası daime yanında taşımasını ve yolunu kaybettiğinde bu düş atlasının sayfalarını karıştırmasını söyler. Artık Uzun İhsan Efendi, Alibaz ve yaramaz maymunu müşteriyle yalnız kalmıştır. Alibaz’ı okullar arası çatışmanın yaşandığı mahalle mekteplerinden birine gönderir. Okuduğu bir kitabın kahramanından, Efrasiyab’dan etkilenerek bir okul çetesinin lideri konumuna gelen Alibaz artık arkadaşları arasında Efrasiyab’dır. Yaptığı eylemler sonunda bıraktığı beyaz bayrak üzerine kırmızı el iziyle Konstantiniye’ye nam salar. Bir gün eve döndüğünde, babası yerine koyduğu Uzun İhsan Efendinin yeniçeriler tarafından götürüldüğünü görüp intikam almaya yemin eder.
Bu sırada Bünyamin’in ise diğer görevlilerle dondurucu kış soğuğunda görevli olarak Zülfüyar isimli bir casusu kurtarmaya gitmektedir. Padişah fermanına göre Bünyamin’in görevi ise Vardapet’le bir lağım çukuru kazarak kaleye ulaşmaktır. Tam casusu kurtarmaları esnasında saldırıya uğrarlar. Bu yüzden Zülfiyar emaneti olan ve padişaha teslim edilmesi gereken, ileride Bünyamin’in başına bela açacak olan o uğursuz kara parayı Bünyamin’e verir. Bu parayı babasının verdiği atlasın içine koyan Bünyamin, girdiği ikili mücadele sonucu yüzüne yapışan zırh yüzünden tanınmaz hale gelir. Sonradan Zülfiyar ve adamları tarafından kurtarılan Bünyamin, artık herkesin peşine düştüğü kişi haline gelmiştir. Fakat, tanınmaz halde olduğu için üzerine hiç şüphe çekmez. Bir yolunu bulup Konstantiniye’ye dönen Bünyamin kendisini yönlendirmek için babasının kitabında rasgele bir sayfa açar. Gözüne ilk çarpan cümle “dilencilerin arasına girip kaderini beklemeye başla” dır.
Bünyamin babasını bulmak için dilenciler loncasına girip dilenmek istediğini, oranın kethüdası olan Hınzıryedi isimli birisine söyler ve böylece işe başlar. Uzun İhsan Efendide iki aydır bu loncada bulunmaktadır. Daha önceleri, Hınzıryedi kendini acındırma konusunda gayet başarılı bir hırsızdır. Dilenciliğe başladıktan sonra İstanbul’daki dilencilere işin sırlarını anlatması için getirildiği sıra, duaları kabul olmasın diye kendisine domuz eti yedirilen Hınzıryedi, yasak olduğunu bildiği halde bu tattan vazgeçmemiş ve gizliden gizliye domuz eti yemeye başlamıştır. Bir süre sonra yakalanmış ve hakkında idam kararı alınmıştır. Tam idam edilirken sahte bir padişah fermanıyla Zülfiyar tarafından kurtarılmış ve Teşkilat-ı İstihbarat-ı Humayun’un merkezine götürülmüştür. Artık büyük efendi Ebrehe adına çalışacaktır. Görevi gün boyu loncada toplanan paraları ertesi sabah eksiksiz geri almak üzere Zülfiyar’a teslim etmektir. Bir diğer görevi de Uzun İhsan Efendiye göz kulak olmaktır. Bünyamin’in yeniçerilerin sorgulanmasından sonra tanınmayacak hale getirilmiş olan Uzun İhsan Efendiyi bulması zor olmaz. Ancak, gözetim altında olduğu için ona yaklaşamaz. Son günlerde fazla günah işlediğini ve asla affedilmeyeceğini düşünen Hınzıryedi ise işini aksatmaya başlamıştır. Hınzıryedi’nin aklını başına getirmek amacıyla loncaya gelen büyük efendi Ebrehe için kurulan sofrada, Ebrehe’nin boğazına bir lokma takılır. Onu bu durumdan Bünyamin kurtarır. Ertesi gün Ebrehe’nin yanına gelmesi emredilen Bünyamin, o gece dışarıda babasıyla karşılaşır. Uzun İhsan Efendinin isteği üzerine onu limandaki bir fıçının içine koyar ve oradan ayrılır. Ebrehe’nin yanına gitmeden önce cesaret toplamak isteyen Bünyamin, bir meyhaneye girip içmeye başlar. Bu dünyada yolunu bulabilmek için yine babasının atlasını açıp rasgele bir cümle okur. Artık bir kahraman bir bilge gibi davranmalıdır.
Bünyamin Ebrehe’nin yanına götürüldüğünde kendisini bir el-kimya odasında bulur. Erehe ona yaratılmamış, boşluğu bulmak için uğraştıklarından, boşluğa tapan ve boşluğun ne büyük bir
güç olduğundan bahseder. Bu esnada Bünyamin’in söylediği sözlerden Ebrehe’ninBünyamin’e anlarda olan ilgisi iyice artmıştır. Ona karşı sevgiyle nefret arası bir şeyler hissetmektedir.
Ertesi gün misafirini eğlendirmeye kararlı olan Ebrehe, ona yeni giysiler giydirip esir pazarına götürür. Oradan iki Rus kızı seçtikten sonra Gazenfer’in batakhanesine gitmek üzere yola koyulurlar. Yolda evinde bir cesedi kesip biçerken yakalanan Kubelik’in idamıyla karşılaşırlar. İnfazdan sonra cimriliği ile ün salmış Gazenfer’in batakhanesine giderler. Burada Gazenfer ile oynadıkları büyük oyunu kaybeden Ebrehe, Gazenfer’in hile yaptığını iddia ederek ortalığı birbirine katar. Ebrehe bu iddiasında haklı olduğunu ispatladıktan sonra bütün mal varlıklarını bu kumarhanede kaybetmiş olan öfkeli insanlar kumarhaneyi ateşe verirler. Gece yarısından az sonra, içerde satın aldıkları iki cariyenin onları bekledikleri bir konağa gelirler. Müzisyenler eşliğindeki bir cümbüşten sonra Bünyamin seçtiği kızla bir odada yalnız kalır. İçin için ağlayan kıza ona bir kötülük etmeyeceğini söyler. İsminin Ağlaya olduğunu öğrendiği bu kızın dizinde saatlerce ağlar.
Sabah olduğunda kendisini uyandıran Zülfiyar, Bünyamin’e kendisini büyük efendinin teşkilatta onu beklediğini söyler. Yolda, ismi Dertli olan ve kendisini tam altı kere yıldırım çarpmış olan bir dilenciyle karşılaşırlar.Tepelerine yıldırım düşecek korkusuyla onu yanından kovan Zülfiyar, kırbacıyla zavallı adamı dövmeye başlar. Bu görüntüye dayanamayan Bünyamin, Zülfiyar’la bir kavgaya girişir ve sonunda onu yere devirip oradan ayrılır.
Çevresinde gelişen her olayın kendisine oynanan bir oyun olduğundan şüphelen Bünyamin, babasının kitabında “hayatını öne sürüp sırrı bulmak için yola çıktı” cümlesini okuyup Ebrehe’nin yanına gider. Kafasındaki sorulara cavap aramaktadır. Ebrehe ona tüm bu olayların başlangıcı olan kehanet aynasından bahseder. Bu ayna kıyametten yedi yıl önce olacakları göstermeye başlamakta ve kehanetleri bildirmektedir. Şimdiye kadar aynada beliren yazıların bildirdiği her olay gerçekleşmiştir. Şimdi sıra son kehanet olan Mehdi’ye gelmiştir. Ebrehe ise Tanrıdan af dileyip tövbe etmek yerine kıyametten kaçmayı tasarlamıştır. Kafasındaki, istediği sonsuz hıza ulaşıp geçmişe yolculuk etmektir. Bunun içinde boşluğa ihtiyacı vardır. Aradığı boşluk kara bir paradır.
Bünyamin kafasındaki sorularla uğraşa dursun Konstantiniye’ye gözleri oyulup kulakları ve burnu kesilmiş bir adamın gemilere nasıl kılavuzluk ettiği, görmediği halde yıldız ve gezegenlerin yerlerini nasıl bulabildiği gibi bir hayret verici bir söylentiyle çalkalanmaktadır. Bahsedilen kaşif Uzun İhsan Efendiden başkası değildir. Uzunun İhsan Efendinin bulunduğu gemi sonunda Konstantiniye’ye dönmüştür. Uzun İhsan Efendi gemiden inip bir meyhaneye gider. Buradakilere, kendisi düşündüğü için onların varolduğunu dünya ve içindeki her şeyin kendi zihnindeki kurgulardan ibaret olduğunu anlatmaya çalışınca meyhanedekilerin alay konusu olur. Meyhanedekilerden biri konuya uygun bir hikaye anlatmaya başladığı sıra Uzun İhsan Efendi meyhaneden ayrılır. Tersane yakınlarındaki gemi enkazına gidip Efrasiyab ve yiğitlerinden geride kalan izleri inceler. Efrasiyab, yani Alibaz ise o sıra kabul etmediği orduyu humayun-u yarım gün geriden takip ederek altı haftadır kuzeye doğru ilerlemektedir. Fethedilecek kaleye ulaştıklarında Alibaz kaleye ilk gireceklerden olmak istemektedir. Ancak kuşatma başlayıp koca bir güllenin büyük bir gürültüyle duvara çarptığını gören çocuk birden bire Efrasiyab değil, şu uyku tutmayan Alibaz olduğunu hatırlar. Ağlayarak kaçmaya başlar. Sonunda güllelerle açılan bir delikten kaleye girer. İçerisi dışardan farklı olarak fazlasıyla sessizdir. Belli belisiz bir ilahi yankılanmaktadır duvarlarda. Alibaz sesin geldiği sese yönelir. Karalar giymiş sayısı adam elleri zincirli çıplak birini yerde devrilmiş olan iki yarım küreye doğru itmektedirler. Kara giysilerden birkaçı zar zor bu dev yarım küreleri birleştirip tulumbalarla içindeki havayı boşaltırlar ve ortaya bir hava çıkar. Kürenin ortasındaki musluğa çıplak adamın karnını yerleştirirler ve kasvetli ilahiler eşliğinde musluğu açarlar. Aynı anda adam acıyla bağırır ve yarım küreler birbirinden ayrılır. Yarım kürelerden her birinin içi kan ve et parçalarıyla doludur. Alibaz orada olanları görünce yeniden ağlamaya başlar. Kara giysililerden birkaçı onu kolundan tutup bir odaya götürürler ve orada içine zehir kattıkları bir bardak suyu Alibaz’a sunarlar. Bunu bir dostluk gösterisi sanan Alibaz suyu içer ve dışarı salınıverir. Hayatı boyunca bir dakika olsun uyumamış olan bu çocuk bir süre sonra esnemeye başlar ve kendisine uyuyacak bir yer arar. Sonunda bir ağacın tepesindeki leylek yuvasına kıvrılıp yatar.
Bünyamin ise teşkilatta sıkıntıdan oradaki tuhaf aletleri kurcalamaya başlamıştır. Bira dinleme aleti bulur ve onu yanına alır. Amacı Ebrehe hakkında bilgi toplamaktır. Bir gece hemen yan odada kalan Ebrehe’nin konuştuklarını öğrenmek için aleti kullanmaya karar verir. Ebrehe tuhaf bir masal anlatmaktadır. Masal cahil bir adamın gözlerini kapadığında gördüğü karanlığın ne olduğunu merak etmesiyle başlamaktadır. Akıl danıştığı bir bilgenin söylediğine göre dünya hiçlikten yani boşluktan yaratılmıştır. Bu boşluktan artan parça ikiye bölünmüş ve bir kısmı insanoğluna verilmiştir. Adamın gözlerini kapadığında gördüğü karanlık, boşluktan oluşmuş bir levhadır. Boşluğun diğer yarısı ise düşmanını kıskanan Sabahın Oğlu’na verilmiştir. Sabahın Oğlu, bu boşluktan bir para yaptırmış ve üstüne kendi tuğrasını bastırmıştır. Sonra da onun dünyada ne var ne yoksa hepsini satın almasını beklemeye başlamıştır. Uykudan kulakları tıkanan Bünyamin masalın sonunu dinleyemez. Ancak birden aklına Sabahın Oğlu ile ilgili bir söz gelir ve ayağa kalkar. Bir kavanoz dolusu demir tozunu bir kağıda yayar ve uğursuz parayı kağıdın altına yerleştirir. Demir tozları birbirine yapışıp mıknatısiyet çizgilerini ortaya çıkarırlar. Civa buharından sersemleyen Bünyamin bu çizgileri harf şeklinde görür ve iblis aleyhillenetuğrasını seçer.
Öğleye doğru uyanan Bünyamin teşkilata birkaç nöbetçi hariç kimsenin olmadığını görür. Yılın yedinci dolunayı o gece çıkacak Kehanet Aynası doğruysa Mehdi şu saatler Konstrantiniye’ye gelecektir. Gece yarısı Ebrehe ve adamları yanlarında Mehdi’nin tanımına uyan bir adamla teşkilata gelirler. Adamı Bünyamin’in adamıyla ortak bir duvarı olan bir hücreye götürürler. Bünyamin odasına dönüp dinleme aletini hücre duvarına dayar. İçerde Ebrehe, Zülfiyar’a dışarıda biriken dilencilerin ne istediğini öğrenmesini söylemektedir. Ayrıca Mehdi olduğunu düşündüğü bu adamın sorgusunu tek başına yapmak istemektedir. Adama işkence edilmesi için Hattakay isimli ünlü bir işkence ustası getirilmiştir. Adam ise korkudan ağlamaya başlamıştır. Ebrehe’ye kendisinin sandığı kişi olmadığını anlatmaya çalışmaktadır. Söylendiğine göre, o bir Nemçe casusudur. İsmi Franz’dır. Ülkesinde Mehdi’nin tanımına uyan kadın ve erkekler toplanıp bir manastıra kapatılmış ve çiftleştirilmişlerdir. Kendisi onların tanımlarından biridir. Kehanet Aynası da yıllar önce Avrupa’nın usta saatçisine, bu kişiler tarafından yaptırılmıştır. Mükemmel bir düzene sahip bu ayna padişaha kıyameti haber verecektir. Aynanın söylediklerinin bir bir gerçekleşmesi zaten planlanmış bir şeydir. Bu durumda bütün kehanetler doğru çıkınca sonuncusu olan Mehdi’nin gelişine inanmak kaçınılmazdır. Mehdi gelince padişah ona tahtını teslim edecek ve böylece ülkenin yönetimi ellerine geçecektir.
Ebrehe adamın sözlerini dinlemiş ancak tek kelimesine bile inanmamıştır. Bu sırada işkence için hazırlık yapan Hattakay sanılan kişinin yüzündeki balmumu eriyince Ebrehe onun Hınzıryedi olduğunu anlar ve olaylar iyice karışır. Loncadaki dilenciler teşkilatı yağmalamaya gelmişlerdir ve istediklerini elde ederler. Ebrehe Hınzıryedi tarafından yakalanır. Bu sırada yalnız kalan Nemçe casusu korkudan ödü patlayarak ölür. Ebrehe’nin son isteği Bünyamin ile yalnız konuşmaktır. Hınzıryedi onu kırmaz. Ebrehe başından beri Bünyamain’in aradığı kişi olduğunu ve kara paranın onda olduğunu bildiğini, ona karşı farklı bir şeyler hissettiğini söyler. Bünyamin’den o parayı kendisi ölünce ağzına koyup, çenesini öyle bağlamasını buyurur. Daha sonra Hınzıryedi, Ebrehe’yi öldürür ve Bünyamin’i de yanına alarak lonca binasına döner.Ebrehe’nin cesedini yıkama görevi Bünyamin’e verildiğinden Ebrehe’nin son isteği gerçekleşir. Bu sırada loncada ziyafet hazırlığı yapılmaktadır. Ceset gömülüp ziyafet hazırlığı tamamlanmak üzereyken lonca kapısında Dertli görülür. Dertli’yi kovmaya çalışırken elinde pistolü olduğunu fark eden dilenciler koşuşmaya başlarlar. Dertli ise Hınzıryedi’yi gözüne kestirmiştir. Hınzıryedi kaçamayacağını anlayınca Dertli’ye yalvarmaya başlar. Fakat Dertli ona aldırmadan Bünyamin’e dönüp kendisine yapılan iyilikleri unutmadığını söyler ve ona çıkış yolunu gösterir. Bünyamin oradan kaçtıktan sonra binaya yıldırım düşer ve bina alevler içinde kalır.
Bünyamin lonca yakınlarında bir hana gider. Gece yarısı avluya indiğinde uyuyan han bekçisini izleyen bir adamla karşılaşır. Bu adam düş görmeyi çok seven bir tüccardır. Yıllar önce bir gece rüyasında bir evin penceresinden, içerde uyuyan bir adamla onun yanı başında oturan ve elindeki deftere bir şeyler not eden uzun boylu çekik gözlü bir adam görür. Uzun boylu adamın birdenbire kafasını çevirip tüccarla göz göze gelmesiyle rüyası son bulur. Ertesi gece rüyanın devamını görebilmek umuduyla yatan tüccar düşünde yine o aynı pencerenin önünde bulur kendini. Uzun boylu adam yine arkasını dönüp tüccarı görür ve bu sefer yerinden doğrulup tüccarın yüzüne perdeyi kapatır. Düşü böylece kesilen tüccar üçüncü geceyi iple çeker ve yine rüyasında kendisini aynı yerde bulur. Perde kapalıdır. İçeriyi görmek için perdeyi aralayınca uzun boylu adamla karşılaşır ve olup bitenleri öğrenmek istediğini belirtir. Uyuyan adamı uyandırmamak için fısıltıyla konuşan uzun boylu adam diğerinin rüyasında insanları ve onların yaşadığı dünyayı gördüğünü söyler. Tüccar bir daha onları rahatsız etmesin diye ona ömrünün sonuna kadar uyuyamayacağını söyler. Böylece düşü sona eren tüccar ertesi geceyi iple çeker ama bir türlü uyuyamaz. Uyumak için çeşitli yollar denediyse de, nafile asla uyuyamamaktadır. Sonunda bir sihirbazın tavsiyesiyle kendini yollara vurur. Bu sihirbazın söylediğine göre bu dünyada bir yerde çok uzun senelerdir uyuyan birisi vardır. Eğer tüccar onu bulup uyandırabilirse kendisi artık uyuyabilecektir. Tüccar yıllarca bu uyuyan adamı arar fakat bir türlü bulamaz. Bir gün yolu Konstaniniye düştüğünde kaldığı hanın bekçisinin avluda nasıl horul horul uyuduğunu görür ve inerek onu seyreder. Daha sonra oradan ayrıldığında da bekçi aklından çıkmaz. Böylece yılda iki kez Konstantiniye’ye uğramaya başlar.Bekçinin uyanacağı günü bekler umutla. O gün, yani Bünyamin ile karşılaştığı günde yine bekçiyi izlemektedir. Bünyamin ile, bekçiyi izleyerek biraz sohbet ettikten sonra bekçide bir kıpırdanma farkeder. Bekçi uyur gibi dalmaya başladığı sırda tüccarda uyku belirtileri başlar. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen tüccar hemen odasına çıkar. Avluda bekçiyle yalnız kalan Bünyamin birden babasının atlasını hatırlar. Bu kez ismini tam olarak okur. “Puslu Kıtalar Atlası”dır. Bu kitabın son bölümünden rasgele bir sayfa açar ve babasının kendisine hitaben yazdığı bir yazı gözüne çarpar. Uzun İhsan Efendi yazısında her şeyin kendi düşlerinden ibaret olduğunu anlatmaktadır. Bünyamin’in asla cesaret edipte soramadığı soruların cevabını da böylece vermiş olmaktadır. Bünyamin’e hiçbir şey öğretemediğini, ona doğru ve gerçek olanı gösteremediğini çünkü kendisinin oğluna verecek düşlerinden başka bir şeyinin olmadığını söylemektedir. O, bu atlası Bünyamin okusun diye değil, yaşasın diye yazmıştır. Uzun İhsan Efendi oğluna veda ederek yazısını tamamlamaktadır.
Bünyamin gülümser, hala uyuyan han bekçisinin yanına gider ve onu uyandırır. Adam uyandığında sabah olmuştur. Han bekçisi yerinden doğrulup çevresine bakınca kendisini uyandıran kişiyi göremez. Çünkü her taraf karanlıktır. Zaten görülen ve görülmeyen bütün düşler, karanlığın ta kendisidir.
KUŞKUCULUK HAKKINDA GENEL BİLGİLER
Septisizm, kökenini ilk çağdan alan ve etkili bir şekilde günümüze değin sürmüş bir felsefi akımdır. Tohumları, ilk çağda Sofistlerden Georgias tarafından atılan Septisizmi kuşkuyu doğru bilgiye ulaşmak için bir araç olarak görmek yerine bir amaç kabul etmişlerdir. Georgias, gerçekliğin varlığı hakkında; “gerçek yoktur olsaydı da biz bilemezdik, bilseydikte başkalarına aktaramazdık” der.
Önemli kuşkucular Phyron, Timon, Arkezileos ve Kameides’dir. Kuşkuculuk Helenistik dönemde çok önem kazanmıştır. Phyron hem görüş için, birbirinin karşıtı olan birbirine eşit bulunan iki karşıt görüş ileri sürülebileceğini söyler. Buradan da “hiçbir şey için bir şey söylenemeyeceğine, yapılması gerekenin her türlü yargıdan kaçınmak gerektiği” önerisine ulaşılır. Phyron’un öğrencisi Timon öğretisini üç noktada toplar
1. Nesnelerin gerçek yapısı nedir?
2. Nesneler karşısında durumumuz ne olmalıdır?
3. Nesneler karşısında doğru bir duruştan ne kazanırız?
Bunlardan birincisine “kavranamaz”, ikincisine “yargıdan kaçınmak”, üçüncüsüne “sarsılmazlık” cevabını verir.
Şüpheciler işi daha da ileri götürerek, gerçek varlıklarla ilgili her türlü yargıdan kaçınmanın da ötesinde “her türlü mutlak nitelikteki değerlendirmeden kaçınılmasını” önerir. Dolayısıyla “kuşku” onlar için “amaç” haline dönüşür.
Akademik şüphecilik: Platon’un kurduğu Akademide gelişen akademik şüpheciliğin en önemli temsilcileri Arkezileos ve Kameides’dir. Bunlar; şüpheyi bir amaç haline dönüştürmeden, doğru bilgiye ulaşmak için bir araç olarak kullanmış, böylece günümüz akademik şüpheciliğin temellerini atmışlardır. Böylece de akademik şüpheciliğe son şeklini veren Decartes’e ön açıcı olmuşlardır. Günümüz bilim felsefesi de (Epistemoloji) doğru bilgiye ulaşmak için kuşkuyu bir araç olarak kullanmaktadır.
Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 10 92 yıl sonra, adına Kostantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı. Ceneviz taifesinin buraya ilk gelen gemilerine karanlıkta uçan bir ak martının yol gösterdiği, ancak salimen karaya vasıl olduktan sonra dümencileri olacak Pundus nam kâfirin bu martıyı Mesih addederek yuvasını arayıp bulduğu ve itikatlarınca İsa’nın etini yemek sünnet olduğundan kuşu kızartıp yediği rivayet olurdu. Eskiler, bu martının yuvasının bulunduğu yere Ceneviz kavminin yüksek bir kule diktiğini rivayet etmişlerdir ki, sonraları Galata Kulesi diye nam salmış bu heybetli yapının tepesinde, yalı adamlarının dürbünle, yiğitlerin ise çıplak gözle, Bursa kentinin ulu dağını seçtikleri söylenegelmiştir. Ne var ki bu şayianın, ziyaretçilerden bahşiş koparmak hevesiyle kuledeki yangın gözcüleri tarafından okunan bir kurt masalı olduğu da ağızdan ağıza dolaşmıştı bir zamanlar. Beher yangın için, eğer vaktinde tespit edebilirlerse yirmi akçe ikramiye, edemezlerse yangın sönene kadar saat başı yirmi değnek ceza alan bu adamlara hazine-i hümâyûndan on akçe helal yevmiye verilirdi.
Mahalle bekçilerinin külhanlara sığınmak zorunda kaldığı soğuk bir kış gecesi, Galata Kulesi’ndeki yangın gözcüsü hasırlar üzerinde yatan arkadaşını elindeki Frenk dürbünüyle dürtmeye başladı ve Arap İhsan’ın kadırgasının Halic’e girdiğini sanki büyük bir sır veriyormuş gibi adamın kulağına fısıldadı. Ancak derin uykusundan uyanır gibi olan arkadaşı bu habere pek iltifat etmemişti: Bir gözü açık, diğeri yumuluydu; biriyle hâlâ rüya görürken diğeriyle kendisini uyandıran adama bakıyor, uyku sersemi haliyle hangi gözünün gerçeği gördüğüne fazla aldırmıyordu. Battaniyesine sarınıp öte yanına döndü ama sidik zoruyla aleti sertleştiği için dalmakta zorluk çekti. Gözlerinden uyku aktığı halde doğruldu. Duvarın yanında uçkurunu çözerken bir yandan da Halic’e, Azapkapısı önünde seyreden kadırga siluetine baktı. Forsalara tempo verip teknenin hızını tayin eden davul sesi belli belirsiz duyuluyordu. Görünüşünden onun, Arap İhsan’ın kadırgası olup olmadığını çıkarmak mümkün değildi. Fakat gözcü yine de fikrinde ısrar ediyordu: Yüzünü, kendisine inanmayan arkadaşının yüzüne yaklaştırarak alt göz kapağını parmağıyla aşağı çekip meydan okurcasına ona, bu gözün yedinci kadirdeki yıldızları bile gördüğünü, üstelik Kostantiniye’nin muhtemel yangınlarını gözetlemek bahanesiyle aslında onun kente nazarını değdirerek ahşap malzemeleri tutuşturduğunu düşünen asesbaşı tarafından görevden alınmak tehlikesine; bu yüzden maruz kaldığını söyledi. Ama adam, gözcünün kendi gördüğünden daha fazlasını görmediğine emindi. Eğer bu kadırga gerçekten o malum tekneyse, Arap İhsan’ın Karaköy önünden geçerken savurmayı âdet edindiği, gümrükçübaşının erkekliğine yönelik küfürler kuleden işitilmemiş olamazdı. Bu sıtma görmemiş ses muhakkak ki Halic’in karşı kıyısından da rahatlıkla işitilebilirdi. Belli ki gözcünün asıl amacı, kendisini iddiaya kışkırtmak ve kesesindeki çil altınları bu kalleşçe bahiste almaktı.
Kadırga tersane iskelesine yaklaşmak üzereydi ki, omurgası dibe değdi. Ejderha başlı bir kolomborne topundan fırlayan güllenin sancak tarafında açtığı delikten dolan su tekneyi ağırlaştırmış ve su kesimini yükseltmişti. Fakat onun ağırlığını arttıran bir ikinci sebep ise, kâh bir filinta, kâh bir arkebüz namlusundan fırlayıp bordasının hemen her tarafına isabet etmiş sayısız kurşundu. Ayrıca gemi, güçlükle söndürülmüşe benzeyen birkaç yangın izi de taşıyordu. Tersaneden gelen esirlerin kadırgayı halatlarla omurgası üzerinde sürüyüp iskeleye çekmeleri oldukça zaman aldı. Çingene demirciler prangaların perçinlerini kırıp forsaları çözmeye başladıkları zaman, omuzlarında ganimet sandıklarıyla gemiden atlayan leventler karaya ayak basar basmaz toprağı öpüyorlardı. Bununla birlikte toprağı en canı gönülden öpen levent, ellisine merdiven dayamış o muhteşem külhaniydi. Gel gör ki Samatya’da çıkan yangının oradaki meyhaneleri de silip süpürdüğünü Malta’da öğrendiğinden bu yana Kocamustafapaşalı Arap İhsan’ın yüreği sızlamıyor da değildi. Çünkü geride sadece Fener ve Galata meyhaneleri kalıyordu. Gece yatacak çok sayıda külhan olmasına rağmen hemen hemen her bıçkınla kavgalı olduğu için yarenlik faslı Fener’de işlemezdi. Galata’da ise hem yatacak külhan yoktu, hem de Gülletopuk nam kalyoncuyla çıngar çıkarma tehlikesi vardı. Ama bu, yine de kafada büyütülecek mesele değildi: Galata’da yeğeninin yanında kalır, Gülletopuğa gelince, birkaç kavgadan sonra eğer hâlâ ölmediyseler, adamla er ya da geç barışırlardı.
Arap İhsan, prangalarla uğraşan çingenelerin kızgın perçinleri soğuttukları su kovası önünde durdu ve kırmızı baretasını çıkarıp aylardan beri ilk kez tatlı suyla elini yüzünü yıkamaya başladı. Kazıttığı kafasında bıraktığı bir tutam saçı büküp suyunu sıktıktan sonra gömleğini çıkarıp kurulandı. Cenk yaralarıyla dolu göğsü pösteki gibi kıllıydı ve iman tahtasının üzerindeki kıllara renk renk cam boncuklarla birkaç inci özenle düğümlenmişti. Yüzünü kurularken, aşağıya sarkıp gözlerini neredeyse örten gür kaşlarını parmağıyla sıvazlayıp düzeltti. Burun deliklerinden fışkıran iki kara yatağan misali palabıyıklarını burdu ve cenk anında hasmını olduğu yere mıhlayan o kımıltılı parıltılar gözbebeklerine yerleşti. Kuşağında, gümüşle işlenmiş ayeti kerimelerin parıldadığı murassa yatağan taşıyan bu adam, en şiddetli soğuklarda bile yalınayak dolaşıp baldırlarını açıkta bırakan diz çakşırıyla Kostantiniye’nin yedi meydanında ve yetmiş iki külhanında topuk gösterirdi. Sol kolundaki pazubentte onu arkebüz kurşununa, Tatar okuna, Rum ateşine, Venedik humbarasına, fitneci nazarına, kara ve sarı hummaya, açık deniz canavarlarına ve diş ağrısına karşı koruyacak sihirler vardı. Sert pazularından birine “ah minelaşk” ve diğerine de, “ve minelgaraib” ibarelerini dövdürmüştü. Ne var ki yirmi gün önce anında hasmını olduğu yere mıhlayan o kımıltılı parıltılar gözbebeklerine yerleşti. Kuşağında, gümüşle işlenmiş ayeti kerimelerin parıldadığı murassa yatağan taşıyan bu adam, en şiddetli soğuklarda bile yalınayak dolaşıp baldırlarını açıkta bırakan diz çakşırıyla Kostantiniye’nin yedi meydanında ve yetmiş iki külhanında topuk gösterirdi. Sol kolundaki pazubentte onu arkebüz kurşununa, Tatar okuna, Rum ateşine, Venedik humbarasına, fitneci nazarına, kara ve sarı hummaya, açık deniz canavarlarına ve diş ağrısına karşı koruyacak sihirler vardı. Sert pazularından birine “ah minelaşk” ve diğerine de, “ve minelgaraib” ibarelerini dövdürmüştü. Ne var ki yirmi gün önce
Magrip’e yaptıkları bir baskında aldığı bir esir, onun bu heybetine gölge düşürür gibi olmuştu. Bu esir taş çatlasa yedi yaşında gösteren sünnetsiz bir oğlandı ve yemin billah ederek adının Alibaz olduğunu söylüyordu. Malta açıklarında bir Venedik firkateynine rastlayıp kadırganın topunu hazırlamaya giriştiklerinde, nişan almayı olanaksız kılacak bir şekilde top kundağını bozan bu çocuktu. Tokadı patlatıp, çaresiz kaçmaya başlayarak talih eseri bastıran bir sisin içine girdiklerinde, zırlamasını kesmeyip yerlerini Venediklilere belli eden yine oydu. Kovalamaca sürerken bucurgatın manivelasıyla oynayıp demiri mayna eden de, kurtulduklarında ise kaptan köşkünde yangın çıkaran ve forsalara tempo verdikleri davulu patlatan da yine bu haşarattı. Ona gözdağı vermek için bir yandan bıçaklarını bileğileyerek, derisini yüzüp davulu yamamakla korkutmuşlardı. O ise “vallahi billahi” sözlerini ağzından düşürmeden haşarılık yapmayacağına söz vermesine rağmen vaadini ancak gün batımına kadar tutabilmişti. Sonunda, vuruşma esnasında Allah yarattı demediği halde, sırf elinin ayarını bilemediği için bu kara kuru çocuğa meydan dayağı çekemeyen Arap İhsan’ın ganimetteki payı yetmişte bire indirilmiş, Mısır akınlarıyla Venedik sekmelerinin çoğu böylece gittikten sonra kendisine filuriden çok kara kuruş dolu birkaç kese ile, harita dolu bir sandık kalmıştı.
DEvamı için lütfen kitabı satın alınız… Tanıtım amaçlı ilk sayfaları yayınlanmıştır.