Roman (Yabancı)

RAGNARÖK TANRILARIN ALACAKARANLIĞI

SAVAŞ YILLARINDA ÇELİMSİZ BİR ÇOCUK

Dünya savaşı başladığında henüz üç yaşında olan, zayıf ve çelimsiz bir çocuk vardı. Annesinin sık sık özlemle andığı, savaş öncesinin bal, kaymak ve yumurtanın bolca tüketildiği o ferah günlerini zorlukla da olsa hatırlayabiliyordu. Görende hasta olduğu izlenimi uyandıracak kadar solgun bir tene ve bir semenderinkiler kadar narin kemiklere sahip olan bu çocuğun güneş ışığı altında dağılan bir duman misali havada süzülen güzelim saçları vardı. Büyükleri ona bazı şeyleri yapmaması ve bazı şeylerden kaçınması konusunda devamlı öğütte bulunuyordu; ne de olsa “sürüp giden bir savaşın” tam ortasındaydılar. Savaş koşulları yaşamlarını baştan aşağı şekillendiriyordu. Ne var ki, kaderin mantığa aykırı görünen bir cilvesi sonucu, çocuk, ancak ailesinin bacaları hiç durmaksızın tüten çelik yığınına dönüşmüş bir şehrin sülfürlü havasından uzağa, düşman uçaklarının bombalama zahmetine dahi girmeyeceği bir taşra kasabasına taşınması sayesinde hayatta kalabilmişti. Böylelikle çocuk, İngiliz kırsalının o eşsiz ama bir o kadar da alışıldık huzuru içinde büyüme olanağı yakalamış oluyordu. Beş yaşına geldiğinde, kenarlarında ilkin üzeri çeşit çeşit çiçekle bezeli sıra sıra çitler, sonrasında ise dut ağaçları ile karaçalı, akdiken ve yaban gülü kümeleri ve en nihayetinde tuhaf görünümlü kül rengi tomurcuklarıyla dişbudak ağaçları uzanan, çuhaçiçekleri, düğünçiçekleri, papatyalar ve karaburçaklarla kaplı çayırlar boyunca üç kilometrelik bir yol yürüyerek okula gitmeye başladı. Onlar ufukta her belirdiğinde “dişbudak ağacının Mart başında açan siyah tomurcuklarına dikkat çekerdi annesi. Annesinin kaderi de bir o kadar mantığa aykırı bir seyir izliyordu. Gündemi işgal eden savaş, normal şartlar altında evli bir kadının yapması yasak kabul edilen işleri gerçekleştirmesini ve parlak zekâlı oğlan çocuklar yetiştirmesini yasal bakımdan olanaklı hale getiriyordu. Çelimsiz çocuk okuma yazmayı erken yaşta söktü. Sayfa üzerinde bir araya toplanmış kelime kümelerini beraberce çözümlemeye çalıştıkları zamanlar annesi normalde olduğundan çok daha gerçek ve cana yakın görünüyordu ona. Babası ise onlardan çok uzaktaydı. Savaş rüzgârları onu nereye sürüklerse oraya uçuyordu; önce Kuzey Afrika’ya, sonra Yunanistan’a, ardından bir de bakmışsınız ki Roma’ya, yalnızca kitaplarda var olduğu sanılan diyarlara. Hayal meyal anımsıyordu babasını. Altın rengine çalan kızıl saçları ve buz gibi mavi gözleriyle bir tanrıydı adeta.
Bunun bilincinde olduğunu her ne kadar idrak edemese de, ebeveynlerinin her an yok olma korkusu içinde yaşadığını biliyordu çelimsiz çocuk. Dünyanın o ana dek tanıyageldikleri haliyle sona ermek üzere olduğu gerçeğiyle yüzleşmek durumundaydılar. Buna karşılık İngiliz kırsalındaki yaşam ise, pek çoklarının aksine, ne sona erme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış, ne istilaya uğramış ne de devasa orduların çizmeleri altında çamur deryasına dönmüştü. Yine de, kimse ona bu konuyu açmasa da, çevreye bir korku ve dehşet havasının hakim olduğunun farkındaydı çelimsiz çocuk. Ruhunun derinliklerinde bir ses, o aydınlık bakışları zihninden bir an olsun silinmeyen babasının bir daha geri dönmeyeceğini söylüyordu ona. Geride kalan her yılın sonunda kadeh kaldıran aile üyeleri kendi imal ettikleri elma şarabından birer yudum alarak babasının sağ salim geri dönmesi için dilekte bulunuyordu. Böyle zamanlarda hissettiği duygunun gerçekte ne olduğunu çözemese de, kesif bir umutsuzluğun pençesine düşüyordu çelimsiz çocuk.

DÜNYANIN SONU

BAŞLANGIÇ

Çelimsiz çocuk kendi yaradılışının kökenleri üzerine kafa yormaktansa, (en azından öyle görünüyor ki) şu bildik soruya, yani niçin hiçbir şey var olmayabilecekken bir şeyler var olduğuna odaklanıyordu. Beyaz zemin üzerine siyah imge dizileri yoluyla sıralanmış anlatıları doymak bilmez bir hırsla hatmediyor, okuduğu şeylerden hareketle zihninde dağlar ve ağaçlar, yıldızlar, aylar ve güneşler, ejderhalar, cüceler ve bünyesinde kurtlar ve tilkiler barındıran karanlık ormanlar çiziyordu. Yaşadığı yeri çevreleyen otlaklarda gezinirken kendi tasarladığı öyküleri yüksek sesle mırıldanıyor, vahşi akıncılar ve derin göletlerle, dostane yaratıklar ve kötü ruhlu cadılarla ilgili olayları tekrar tekrar anlatıyordu.
Günün birinde, yaşı biraz daha ilerlemişken, Asgard ve Tanrılar adlı kitapla karşılaştı. Kapağında Odin’in bir yandan karanlık bir yeraltı mağarasının girişine sinmiş kafası başlıklı bir cüce tarafından endişeyle gözetlenirken, çakan şimşeklerin arasında av peşinde çılgınca at koştururarak bulutlu bir göğü yarıp geçerken resmedildiği yeşil ciltli bu kalın kitap, kurtları ve hızla akan çalkantılı nehirleri, hayaletleri ve suyun hemen üzerinde havada süzülerek ilerleyen kadın figürlerini betimleyen, ince bir ayrıntıyla işlenmiş birbirinden gizemli gümüş gravürlerle doluydu. Annesi tarafından eski İzlanda dili ve Antik İskandinav dilleriyle ilgili örneklemelerde bulunmak ve sınavlar için soru malzemesi derlemek üzere faydalanılan, aslen akademik amaçla kullanılan bir eserdi bu. Gelgelelim, kitap Almancaydı. Dr.W.Wägner’in çalışmalarından esinlenilerek kaleme alınmıştı. Çelimsiz çocuk eline geçen ve ilgisini uyandıran kitapları baştan sona büyük bir dikkatle okumaya eğilimliydi. Kitabın “eski çağların Cermen dünyasının tüm sırları ve hayranlık verici diğer öğeleriyle tekrardan ele alındığı” giriş kısmını bir solukta okuduktan sonra, belleğinde ne gibi bir Alman imgesi canlandırması gerektiği konusunda ciddi birtakım şüphelere kapılmaktan kendini alamadı. O zamana dek, yatağının altında, ebeveynlerini karanlık bir ormanın derinliklerinde yer alan yeşil bir kuyuya attıktan sonra şimdi de kendisine ulaşmak ve onu yok etmek üzere yatağının ahşap bacaklarını testereyle kesen Almanlar bulunduğuna dair kâbuslar görmeye alışmıştı. Peki, madem gecenin karanlığı içinden fışkırıp ülkelerinin semalarında süzülerek üzerlerine bomba yağdıran şimdiki Almanlar gibi değillerdi, kimdi o zaman bu eski Almanlar?
Kitapta, bu efsanelerin “Kuzeyli” (veya İskandinav) diye adlandırılan toplumların, yani Norveçlilerin, Danimarkalıların ve İzlandalıların ortak kültürel unsurlarından biri olduğuna vurgu yapılıyordu aynı zamanda. Bizim çelimsiz çocuk da İngiltere’deki “kuzeylilerden” sayılırdı: Ataları vaktiyle Vikingler tarafından işgal edilmiş ve peşi sıra yerleşim yeri olarak kullanılmış bir yöreden geliyordu. Buradan hareketle, kendi benliğiyle özdeşleştirdiği bu kitaba tutkuyla bağlanması uzun zaman almadı.
Bu okuma seanslarını çoğunlukla ya yorganın altına sakladığı bir lambanın ışığında, ya da kitabı yatak odasının kapısının altındaki dar bir çatlaktan dışarı, diğer yandaki karanlık sahanlığın tam da o noktasına denk gelen solgun bir ışığın altına itmek suretiyle gerçekleştiriyordu. O dönemde tekrar tekrar okuduğu bir diğer kitap ise, John Bunyan’ın Çarmıh Yolcusu adlı eseriydi. Umutsuzluk Batağı’na saplanmış olan İnsan’ın yüklendiği kötürüm bırakacak denli ağır yükü iliklerine dek hissediyor, onunla birlikte yabanıl topraklar boyunca seyahat edip Gölgeler Vadisi’ne giriyor, onun Ümitsizlik Devi ve Apollyon iblisiyle olan karşılaşmalarına tanıklık ediyordu. Bunyan’ın öyküsü gayet açık bir mesaj ve anlam içeriyordu. Asgard ve Tanrılar içinse aynısı pek söylenemezdi. Bu kitap, bir dünyanın nasıl meydana geldiği, birbirinden görkemli büyülü varlıklarca nasıl donatıldığı ve nasıl son bulduğuna ilişkin, esrarengiz öğelerle süslü bir yapıttı. Hem burada bahsi geçen son buluş, kelimenin tam anlamıyla bir sonu ifade ediyordu.
Kitapta resmine yer verilmiş gravürlerden biri, Riesengebirge Kayası’nı göstermekteydi. Söz konusu gravürde, kayaların arasındaki bir yarıktan akan coşkun bir nehri ve aynı kayaların zirvesinde, keskin hatlar çizerek dışa doğru uzanan ve hiçbir canlıyla benzerlik göstermeyen devasa sütunların arasında dikilen ve fiziksel özellikleri tam olarak seçilememekle beraber görenlerde belli belirsiz birer kafa ve kol izlenimi uyandıran yalçın çıkıntılar göze çarpıyordu. Mızrağı andıran, gri tonlara bürünmüş tepeleriyle bir dizi ağaç, hemen yakındaki bir yamacı kaplamıştı. Nehrin kıyısında ise, karıncayı andıracak kadar küçük olmaları dolayısıyla zorlukla seçilebilen insan figürlerinin yukarı doğru baktığı anlaşılıyordu. Peçeyi andıran bulut tabakalarının arasından belirmiş hayaletler, resimdeki diğer şekiller ile okurun küçük gözleri arasında, havada adeta asılı kalmıştı. Bu gravürün hemen altındaki satırları büyük bir heyecanla okudu küçük kız:
Tüm diğer benzerleri gibi, devler ve ejdeıhalara ilişkin efsanelerin son şekline bürünmesi de zaman almıştır. Başlangıçta doğadaki kimi nesnelere onları bu tuhaf varlıklarla özdeşleştiren bir bakış açısıyla yaklaşılırken, ilerleyen süreçte kayalar ve kanyonlar bu yaratıkların meskeni olarak yansıtılmaya başlanmış ve en sonunda bu varlıklar Jotunheim adlı bir krallıkta yaşamını sürdüren kendine has karakterler olarak kabul edilmiştir.

Bu resim karşısında çocuk yoğun ve esrarengiz bir hazza kapılmıştı. Kendisine heyecan veren unsurun, ilk bakışta şekilsizmiş gibi görünmekle beraber aslında titizlikle çizilmiş olan kayaların taşıdığı kesinlik olduğunu biliyorsa bile bunu o an için ifade edemiyordu. Onlara hayat verme görevi, okurun gözlerine bırakılmıştı ve öyle de oldu, üstelik resmi çizen sanatçının hedeflediği gibi, her defasında farklı bir kimliğe bürünerek ve aynı hayatı ikinci kez yinelemeksizin, bu işlevi tekrar tekrar yerine getirdi bu gözler. Ovalık arazide yaptığı yürüyüşler sırasında kimi zaman bir çalı kümesini, kimi zamansa bir kütüğü bir yandan dişlerinin arasından hırıltılar çıkararak ileri atılmaya hazır şekilde sinmiş bir köpeğe, bağlı bulunduğu ağacın ana gövdesinden ayrı bir seyir izleyen başıboş bir dalı ise parıldayan gözleri ve ağzından her dışarı çıkışında adeta kıvılcımlar saçan çatal diliyle bir yılana benzetiyordu.
Tanrıların ve devlerin gerçeğe dönüşmesine yol açan da bu yönde bir bakış yetisiydi işte.
Taştan devler çocuğun içinde yazma itkisi uyandırıyordu.
Onun dünyasını kızın kendisini bile dehşete sürükleyen bir enerji ve güçle dolduruyorlardı.
Olası hava baskınlarına karşı yapılan tatbikatlar sırasında, yüzüne geçirdiği gaz maskesinin hortumunun ucundan sinsi bakışlarla kendisini süzen biçimsiz yüzlerini seçtiği hissine kapılıyordu.

Her çarşamba ilkokul öğrencileri din dersi almak üzere kasabanın yegâne kilisesine götürülüyordu. Papaz cana yakın biriydi: Konuşma yaptığı sırada durduğu yerin hemen üzerine denk gelen bir pencereden içeri vuran gün ışığı da onun bu havasını destekler nitelikteydi.
Kilisenin hemen her yerinde Hazreti İsa’yı alçakgönüllü ve yumuşak başlı bir şekilde tasvir eden resimler göze çarpıyor, aynı doğrultuda mesajlar veren ilahiler hep bir ağızdan söyleniyordu. Bu resimlerin birinde, birkaç tavşan, bir geyik yavrusu, bir sincap ve bir de saksağandan oluşan, dikkatle kendisine kulak vermiş, sevimli bir topluluğa vaaz verir halde resmedilmişti İsa. Resimdeki hayvanlar bu tanrısal insan figüründen çok daha gerçekçi görünüyordu göze. Çelimsiz çocuk bu resmi yorumlamaya yeltendiyse de, bunu nasıl yapması gerektiğini çözemedi.
Kilisede çeşitli dualar ezberletildi onlara. Ağzından çıkan kelimelerin ham pamuktan bir hiçlik bulutu tarafından emildiği duygusuna kapılmak çelimsiz çocuğun böyle yapmakla bir çeşit günah işlediği kanısına varmasına sebep oluyordu.
Mantıklı bir çocuktu o; bir çocuk ne derece mantıklı olabilirse artık. Bundan dolayıdır ki, kendilerine devamlı olarak ona yakarmaları empoze edilen Tanrı gibi yüce ve kusursuz bir varlığın nasıl olup da üzerinde yaşayanları günaha boğuldukları gerekçesiyle cezalandırmak için tüm dünyayı devasa bir tufana maruz bıraktığını ya da tek Oğlunu herkesin günahlarının ceremesini çekmek üzere korkunç bir ölüme mahkûm ettiğini bir türlü aklı almıyordu. Kaldı ki bu ölüm, pek de bir işe yaramışa benzemiyordu. Sürüp gitmekte olan bir savaş yok muydu sanki? Muhtemelen öyle veya böyle bir savaş her zaman olacaktı gündemde. Karşı safta yer alanlar kötüydü ve bu itibarla bağışlanmaları mümkün değildi; ama onların da insan olması ve yeri geldi mi tıpkı hasımları gibi acı çekmesi de mümkündü elbet.
Çelimsiz çocuk, tıpkı Riesengebirge’deki devlerin yaşantısı gibi, bu öykülerin ikisinin de –yani gerek içten ve ham pamuk kadar yumuşak olan ılımlının gerekse çevresindekileri kurban etme itkisiyle sinsice dolaşan vahşinin insan ürünü olduğunu düşünüyordu. Ne var ki, her iki yaklaşım da ne onun içinde yazma hevesi uyandırmaya ne de hayal gücünü beslemeye yetiyordu. Tam tersine, onun düş gücünü donuklaştırır yönde etki yaratıyorlardı. Bu tür şeylere kafa yormanın onu günahkâr konumuna düşüreceği hususunu benimsemeye zorladı kendisini. Bu bağlamda tıpkı Çarmıh Yolcusu’nda cennetin kapısı önünde dipsiz bir kuyuya düşen Cehalet karakterine benzetilebilirdi pekâlâ. Özetle, ahlaksız bir kimliğe büründürmek istedi kendini.
Ama ne yaparsa yapsın, zihninin her defasında yön değiştirip kendisini en canlı hissettiği noktaya odaklanmasına engel olamıyordu….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Aşkın Günahı

Editor

Umutsuz

Editor

Philip K. Dick – Yüksek Şatodaki Adam

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası