Hikaye - Öykü

Ralf Rothmann – Deniz Kenarında Geyikler

Islak Serçeler;  MESAİ BİTİMİNE bu kadar az kala ihtiyarın yanına gidilmez. Aklına hep yaptıracak bir şeyler daha gelir, hafta sonu olsa bile. Bu yüzden olduğum yerde kaldım, kendime bir Aktive yaktım ve çatıların üzerinden gölü izledim. Bu havada kuşların kanatlarının soğuktan kırılmaması şaşırtıcıydı.

Yuvalarını karşı binanın kaba inşaatına yapmışlardı; çığlıklar atarak merdiven boşluğunda hızla uçuyor, çığlıkları sıvasız odalarda yankılanıyor, bu sırada kalasların arasında işlerine dalmış marangozların akıllarını başlarından alıyorlardı. İçlerinden biri kuşlara bir avuç çivi fırlattı. Sıcak basmıştı ama pencerelerin kapalı kalması gerekiyordu; tavandan ve zeminden ısıtma deneniyordu, ara sıra bodrumdan tesisatçı geliyor, termometrelerdeki sayıları not ediyordu.

Motosikleti olan sevimli bir herifti; ben fayansların kalan son kısmına da silikon çekerken sırıtarak otopark girişinin yanındaki tabelayı işaret etti. Renkleri solmuştu ve fırtınada sallanıyordu ama balkonlarından sarkan yeşillikler ve kapının önünde el sallayan mutlu aile resmiyle “Müggelsee Konutları” tabelası hâlâ gerçeğinden daha iyi görünüyordu.

“Haftaya anahtar teslimmiş, şaka gibi, değil mi? Sizin ihtiyar da iddialı konuşmuş.” Tabancayı indirdim; ucundan bir parça silikon sarkıyor ve yerden yükselen sıcak havayla beraber titriyordu. Haklıydı elbette ama bunu neden kabul edecektim ki! “Yok efendim, tam plana göre gidiyorduk. Hızımızı yaz kesti,” dedim. “Bizim taşeron, şu Hırvatlar bizi yarı yolda bıraktı.

Sürekli zurna gibiydiler. Böyle adamlarla çalışırsan, işini istediğin kadar doğru yap, her şey yine yanlış olur. Ben olsam hepsini kovardım!” Tesisatçı başını iki yana salladı, işaretparmağını başparmağına sürterek para işareti yaptı ve yeniden bodruma indi. Saat altıyı geçiyordu, silikon kartuşlarını depoya götürdüm, kapıyı kilitledim ve avluyu katedip konteynıra vardım.

Hemen önüne bir Jaguar ile Hamburg plakalı bir Mercedes park etmişti, tam Juhre’nin eski Skoda’sının yanına. Proje masasının üzerinde dosyalar yığılı olan Juhre, panonun önünde durmuş adamlara plan üzerinde bir şeyler açıklıyordu. İyi bir şefti; neredeyse hiç bağırmazdı —en azından bize— ve gerektiğinde işe el atmayı her zaman çok iyi becerirdi.

Ceketi metal cilacılarınınkinden bile daha fazla eprimişti, pantolonunda arasından donunun göründüğü bir sökük vardı ve kafasındaki beyaz baret olmasa kimse onun şantiye şefi olduğunu anlayamazdı. Hamburglular, her zamanki şık halleriyle arkalarına döndü; ayakkabıları da tıpkı otomobilleri gibi parlıyordu. Tirol işi şapkamı çıkarmadan aradan başımı kaşıdım.

“Pekâlâ Juhre, batı kanadının işi bitti, kiracılar taşınabilir artık. Mesaiyi bitiriyorum. Sonra görüşürüz.” Boşandığından bu yana, bileğine kızının hediye ettiği bez bir bileklik takıyordu; ama resmi ziyaretçi beklediğinde çıkarıyordu bilekliği. Pencere kulbuna takılıydı şimdi. Juhre planın üzerine bir şeyler yazıyordu. “Tamam Mani, sağ olasın. İyi hafta sonları.”

Sonra başını kaldırdı. Soluklaşmıştı son zamanlarda, zayıflamıştı da, gözleri koyu çukurların içine gömülmüştü. “Neden sonra görüşürüz?” Bunun üzerine gülümsemem gerekti. Şantiyenin dışındaki meseleler söz konusu olduğunda, onunla asla bir şey yapamazdınız. İskele üzerinde ya da yazı masasının başında aslan kesilirdi ama sosis almaya göndersen, kesin kuru üzümlü sandviç ekmeği alır gelirdi. “Canım, sen de!” dedim, “Sobotzki’nin bekârlığa vedasını unutmadın ya?!”

Bunun üzerine mahcup oldu ve çenesini kaşıdı. İnşaat sahiplerinden biri hesap makinesine sayılar yazdı, diğeri saatine baktı; üç saat büyüklüğündeki şu gösterişli olanlardan. Juhre mırıldandı, “Ha, şu… Şey, bakalım. Belki bir saatliğine şöyle bir uğrarım.” “Uğra bakalım!

Ne de olsa senin eski takım şefin. Sevinçten götü borazan çalar artık.” Bunu özellikle söylemiştim; tıpkı kiracıların taşınabileceğiyle ilgili söylediklerim gibi. Her şey tuhaftı! Hamburgluları sevmiyordum işte; özellikle de kır saçlı, kravatına inci takılı olanı kafaya takmıştım; bir keresinde Vierkötter’i şantiyeden kovmaya kalkmıştı.

Bir yerlerde bir çatlak varmış, bir esneme derzi unutulmuş, bizim Jupp da, tam Saksonyalı işte, herife ayar vermiş, derz planlarda yoktu diye. Cilalı herif de şöyle demesin mi: Beyim, Berlin’deyiz. Almanca konuşursak… Sac kapıyı kapattım, şapkamı cebime tıkıştırıp bisiklete atladım. Rüzgâr güçlü, gömleğimle pantolonumun paçaları dalgalanıyor ama neyse ki yolum uzun değil. Parke taşların üzerinde ilerlerken bekârlığa veda partisine yeni hediye götürmek gerekir mi, yoksa eski bir şeyler idare eder mi, diye düşündüm.

Kılık kıyafet meselesi de net değildi. Pazarlık takımı giymek istemiyorum; çünkü eğlence dışarıda, bir brandanın altında yapılacak; kaba saba Lisa adama sürtündü mü, takımı unut gitsin artık. Sobotzki, Schöneiche’de, zaman zaman tuzak kurduğumuz ormanın hemen dibinde oturur, Lisa da onun uysal yabandomuzu. “Daha iyi bir bekçi köpeği bulamazsın,” derdi hep Sobotzki, “domuzlar tahmin edilenden çok daha eğitimlidir.

Ama bahçe mümkün değil tabii. Bu yüzden bahçenin her yanına beton dökmüştü. Yani, neredeyse her yanına. Duş alıp tıraş oldum ve eski, gümüş düğmeli bleyzırımı giydim. Kravatın düğümünü bağlamayı bile başardım ve bu sırada annemin ölümünden sonra yüklüğe kaldırdığım bir bibloyu, dala konmuş üç serçeyi düşündüm; hem hediye yerine geçerdi hem de birileri kırmak isteyecek olursa porselendendi. Bir havluya sardım, bisikletin sepetine tıktım.

Tam yola koyulacakken eve gece karanlıkta döneceğim geldi aklıma; Schöneiche’den sonraki orman yolları aydınlatılmamıştı ve demir düldülümün lambası iflas edeli çok olmuştu. Bu yüzden sundurmadan bir parça ip aldım ve bir el fenerini gidona bağladım.

Pekâlâ da oluyordu işte. Yine şantiyenin oradan geçtim; konteynırın önünde sadece Juhre’nin arabası kalmıştı. Planların üzerine eğilmiş kafa patlatıyordu ve baretini büyük olasılıkla az önce çıkarmıştı; saçları hâlâ yatıktı. Islık çaldım ama başını kaldırmadı. Rüzgâr dinmişti; güneş pencerelerden kırmızı altın gibi yansıyordu ve insan kara tuğladan örülmüş duvarları gördüğünde işiyle gurur duyabilirdi. Tamam, ben vasıfsız bir ameleyim ama harç da önemli.

Birazcık kirli kum, eksik karma yağı ya da bir kürek fazladan kireç attın mı ölçüyü unut gitsin. Duvarcı ustaları da çekül yerine içki şişesi mi kullandıkları sorusuyla muhatap olurlar. Pekâlâ da öyle işte! Harç karmak bir sanat olarak kalacaktır, özellikle de herkesin geçmeli tuğla ve yapıştırıcıyla çalıştığı günümüzde.

Sobotzki “Manni!” diye bağırdığında, “Manni, haydi ama!”, işte o zaman istediğini alır da. Birinci sınıf, kaymak! Schöneiche’ye vardığımda parti epey ısınmıştı bile ve içeridekilerin çoğu bana selam verdi, Sobotzki’nin yeni karısı Bârbel de. Çiroz gibi zayıftı, dumandan kalınlaşmış bir sesi vardı ve daha önce hiç görüşmemiş olmamıza karşın bana sarıldı.

Dişleri bozuk görünüyordu, griydi; herhalde dolguları yüzünden. “Günther bana senden çok söz etti,” dedi, ki doğru olmadığına kalıbımı basarım; ben onu bilirim. Kadın nazik olmaya çalışıyordu sadece. Sonra ızgaranın üzerindeki sosisleri çevirdi. İlk karısı Doris’i epey sevmiştim; saç tıraşını güzel yapıyordu. Ama eminim Bârbel de fena biri değildi.

Sobotzki onun fotoğraftan portre resim yaptığını anlatmıştı. Üzerinde İspanyol paça beyaz bir kot pantolonla hippi gömleği vardı; meşe palamudu, kuşburnu ve kestaneden dizilmiş kolyeler, bilezikler takmıştı. Bazıları altın rengiydi. Bârbel elimden tutup beni bir sürü mumun yandığı brandanın altına götürdü. “Vay canına!” diye bağırdı birkaç kişiyle iskambil oynayan Günther; üzerinde düzgün bir gömlek olmasına rağmen, altına kısa pantolon giymişti.

Diğerleri de daha ziyade rahat giyimliydi, tatil görüntüsündeydiler. “İhtiyar nihayet bıraktı mı seni? Bence sizin aranızda bir aşk ilişkisi var, öyle değil mi?” Elindeki ası bardakların arasına indirdi. “Ne var elinde?” Göbeği kocaman olmasına karşın bacakları son derece çevikti ve en zorlu köşelerde bile kolayca duvar örüyordu; tuğlalara sadece parmak ucuyla dokunuyor gibiydi.

Ama hediyemi sarılı olduğu havludan çıkarırken kuşlardan birinin kuyruk tüyünü kırdı. Çok ince bir parçaydı. “Neyse, bir şey olmaz,” kravatımı gevşettim, “zaten kırılması için getirmiştim.” “Çok güzel!” dedi ve parçayı havaya kaldırdı; garaja fırlatacaktı onu. Sadece porselen değil bir sürü kırık vardı içeride; cam, kırılmış bahçe taşları ve saksılar gözüme çarptı.

Ama doğru nişan alamadı, serçeler yan komşunun bahçesine düştü, boş bir havuzun içinde parçalandı, Günther dönüp bana sırıttı. “Gördün mü, her işin ters gidiyor… Ne yap et, evlenme!” Sonra Bârbel’inin kıçına bir şaplak attı. “Sen de şu herife içecek bir şey ver yahu, kuruyup gitsin mi buracıkta? Şu çerezleri de çıkar boynundan. Korkunç görünüyorsun.”

Bârbel çenesini kaldırdı. “Ne zamandır? Daha dün pek beğeniyordun!” Günther kâğıtları yeninden kardı; Bârbel’se kolyenin ucundakileri omzunun üzerinden arkaya attı. “Sanattan ne anlarsın sen,” diye mırıldandı ve beni uzun bir masanın üzerinde bir kısmı yenmiş harika bir açık büfenin serili olduğu limonluğa götürdü.

Şirketin yarısı oradaydı; sekreter, komşuların bir kısmı ve benim tanımadığım üç ya da dört kişi daha. “Önce bir şeyler ye, duyuyor musun? Altlık olsun. Salamura yumurta süper. Bu da geyik kıymasından. Başka bir şey istersen, ızgaranın üzerindekiler var. Bira ister misin?”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Güney Özkılıç – Yüzümde Nazım İzi Var

Editor

Barış Kılınç – Michael Haneke Filmleri Modern Uygarlığın Hayal Kırıklıkları

Editor

Grigory Petrov – İdeal Öğretmen

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası