Hikaye - Öykü

Rasim Özdenören – Denize Açılan Kapı

Kapıy AHMET : Çoraplarımı giyeceğim. Gömleğimi, pantolonumu. Daha önce yüzümü yıkamalıyım. Yargılama belki bugün. Yeryüzünü boşaltmam isteniyor. Temyizsiz. Acaba kim karar veriyor? Muhakkak birinin emriyle veriyordur karar verenler.

Ama kim adına? Bugün işe gideceğimi sanmıyorum. Sokaktan hâlâ kimse geçmedi. Zaten kimse geçmez burdan. Hiçbir sabah. Tuhaf bir çöl burası. Güneş hep uzaklarda duruyor. Hep o uzaklıkta durur, bekler. Çölün bittiği yerde. Orada, kocaman bir yakut gibi. Ne daha fazla yükselir, ne büsbütün kaybolur. Dün sabah da böyleydi, oradaydı.

Daha önceki gün de.. her günkü gibi. (Döner, gelip yatağın kenarına oturur). Tıraş olsam mı acaba? Evet tıraşlı olarak yola çıkmak daha güzel. Tazelik. Güneş kadar taze ve eskimemiş. Fakat bizim yaptığımız eskimişliği örtmek. Eskiyoruz aslında, ama tıraş olarak gizliyoruz eskimeyi. Fırça neredeydi? (Bakınır). Hay Allah. (Tıraş fırçasını aranırken bir gazete bulur, ayakta okumaya başlar). Oo, çok şey olmuş bugün. Dün olanların aynısı bugün de olmuş. Bakın, gene cinayetler, ölüm ilanları.

ANA : (Dışardan) Güneş çok güzel bu gün. Açık havada bile çalışılabilir. Güneşli havalarda hep dışarda çalışırdı baban (Sevecen bir sesle). Ahmet, sen açık havayı sevmiyorsun yavrum, değil mi? AHMET : (Elindeki gazeteyi karıştırmaya devam ederek) Ben neyi sevdiğimi biliyor muyum? Galiba tükeniyor, sevgi de tükeniyor, her şey de. Bir çaresi olmalı tükenmeyi önlemenin. Ama en gerekli şeyleri öğretmiyorlar bize. Kimi şeylerin öğrenilmesi gereğini geç anlıyoruz.

Bunu bana çoktan öğretmiş olmalıydılar. Herkes kendi deneyleriyle baş başa. Deneylerin aktarılmasına mümkün, diyorlar. Bize öğrettikleri tek şey bu, o da yanlış. Bakın gene ölüm ilanları. Cenazeye adam toplamak için mi yapıyorlar acaba bunu? Belki de ölünün sahipleri olarak kendilerine acındırmak için. “Çelenk gönderilmemesi rica olunur.”

Acaba ölünün ricası mı? Tabii vasiyet demek daha doğru olurdu. Ölünün vasiyeti. Demek ki öldükten sonra olacak şeyler ilgilendiriyor insanı. Tuhaf bir şey. Çok tuhaf. Aslında ölünün, ölü olmadan ilgilendiği şeyler bunlar. Fakat o, ölü olduktan sonra da ilgileneceğini sanıyor. Belki de ilgileniyordur. İlgileneceğinden emin olduğu için vasiyet yapıyordur.

Yoksa, inanmasa saçma olurdu. Vasiyet.. tuhaf bir kelime.. vasiyet.. vasiyet.. tekrarlandıkça ne kadar tuhaflaşıyor. İnsan belki de, bir bakıma, hiç ölmemiş olmak istiyor. Sağ kalanlar, ölenin ölmüş olduğunu biliyorlar, ama ya ölü? O ölmüş olduğunu biliyor mu? Onun ölmüş olduğunu bildiğinden emin olmadıkları için, sağ kalanlar, ölünün tasarrufundan kurtulamıyorlar.

Çünkü ya o sahiden ölü değilse? Dehşet bir duygu bu, insanda. Yani ölü olanın iradesi sürüp gidiyor aramızda. Demek ki insan ölü olduktan sonra da yaşıyor. Hortlak olarak değil. İrade olarak. Yaşamak kan dolaşımından ve nefes almaktan ibaret bir şey değilse.. (Gazeteyi yere fırlatır). Saçma. (Pencereye gider, dışarıya bakar). Hâlâ hiç kimse geçmemiş.

Sokakta birinin, bir canlının geçtiğini gösteren hiçbir iz yok. ANA : (Dışardan) Keçi bugün süt vermedi. İyi besleyemiyoruz bu keçiyi yavrum. Bugün kıra götürebilir misin onu? Keçimiz var ama kırlardan yararlanamıyoruz. Yarın kahvaltıda süt verir sana, sen onu kıra götürürsen. AHMET : (Pencereden bakmaktadır) İnsan dışarıya çıkmayınca çevresi hakkında bilgisi olmuyor.

Zavallı anacığım. Kır sanıyor buraları. Deve dikeni bile yok buralarda. Sonra keçi.. (Birden sertçe). Ne keçisi be! Keçimiz falan yok. Demek ki bugün sütçü gelmedi, hepsi bu. Canı cehenneme. Gelseydi zaten aklına şaşardım. Kim uğrar buraya? Eskiden şehirler varmış, şehirlerde sütçüler olurmuş. İşçiler şehirlerde yaşarmış. Kollarını ne güzel makinelere kaptırırlarmış. Nerde o günler? Anam hâlâ kendini o geçmiş güzel günlerde yaşıyor sanıyor. Zavallı anacığım.

Hiç aklıma gelmemişti, belki beni bile bu evde, bu odada doğurmuştur. Bunu soracağım ona, en gereksiz şeyleri anlatır da, benim asıl merak ettiğim şeyleri hep es geçer nedense. (Döner, tekrar pantolonunu gömleğini inceler, onları duvardaki askıya asar, bakar) .

Ben büyüdükçe elbiselerim de mi büyüyor ne? Çocukluğumdan beri hep bu pantolonla, hep bu gömleği giydim ben. (Seyircilere döner). İnanmadınız değil mi? Şaştınız. Şaşarsınız ya. ANA : (Dışardan) Unutma, terziye de uğrayacaksın bugün. Baban gittiğinden beri ihmal ediyorsun böyle şeyleri. AHMET : (Kendi kendine). Asıl şaşılacak olanlara kimse aldırmıyor bile.

Işığı görüyorum, sesi duyuyorum. Kimse şaşırmıyor. (Kitap rafına gider, gelişigüzel bir kitap alır, karıştırır, yatağın üstüne fırlatır). Zırva. Hepsini yakmalı bunların, aklımda kalsın. Nasıl da bıkıp usanmadan aynı şeyleri tekrarlıyorlar. Tekrarı mümkün olmayan tek gerçek var, ölüm. (Kitaplara bakar). Bunlarsa yaşamayı anlatıyor. Yavanlıkları bundan olsa gerek. Bilmemiz gereken tek gerçeğe yaklaşan bile yok. (Küskün bir sesle) Asıl şaşılacak olan şey budur işte.

ANA : (Dışardan, oldukça sevecen bir sesle, bir şeyi hatırlatmak isteyen bir tonla ünler) Ahhmeet! AHMET : (İlk kez bilinçli olarak cevap verir) Efendim anneciğim. ANA : (Dışardan) Unutmadın ya oğlum, bugün belediyeye de gidecektin. AHMET : (Sesini dışarıya ulaştırabilecek bir tonda) İyi ki hatırlattın anne, unutmuştum. (Kendi kendine) Nasıl unutabildim? Olur şey değil. ANA : (Dışardan) Nasıl unutabilirsin? Önümüzdeki hafta düğünün olacak.

AHMET : (Kendi kendine) Ne tuhaf.. tamamen unutmuşum. Kız kimdi? Belki de gördüklerimin arasında olmayan biridir. Çünkü hiç hatırlamıyorum onu. (Hafifçe gülümser, birdenbire neşelenir, pencereden dışarısını seyreder). Her şey müthiş güzel. Müthiş içli. Sıcak. Güneş hep aynı yerde duruyor.

Pek beğenmiş olmalı durduğu yeri. Hâlâ kimse geçmemiş sokaktan. Dayanılmayacak kadar hayat dolu. Kuşlar uğramasa bile, bir yerde cıvıldaşıyorlar; hissediyorum. Böceklerin kıpırdanışlarını, ormanları ve çölleri. İnsanların tanımadan birbirlerini sevmesini, tanıdıktan sonra gene sevmesini çok iyi anlıyorum. (Uzaklardan muhteşem bir horoz sesi işitilir).

Duyuyor musunuz? Horoz. Hayat. Doyumsuz bir yaşama isteği. İnsan çıldırabilir. Gecenin döşüne yaslanmış ay. Ne kadar fiyakalı bir duruştur o. Her şey ne kadar sevindirici. Ne güzel. Bir ibadet haline getirmeli yaşamayı. Ne dediğimi bilmediğimi fark etmem de güzel. Her şey gibi bu da güzel. Ne güzel. (Tıraş takımını çıkarır.

Lavabonun üstünde asılı duran aynada yüzüne bakar, tıraş fırçasını sabunla köpürtmeye başlar, son derece neşelidir, belki sözsüz bir melodi mırıldanır). Bir şeye karar verdiğim zaman seviniyorum. Hakkında karar verilecek çok şey var. Yatağımı düzeltmeye karar veriyorum söz gelimi. Kahvaltı yapmaya ya da tıraş olmaya karar veriyorum.

Bir yolculuğa çıkmaya karar veriyorum. Şimdiye kadar hiç karar vermemiş olarak durmadım: Hiçbir şey olmazsa karar vermemeye karar veriyorum. Ama hazırlık? O başka elbet. Diyebilirim ki bütün ömrüm hazırlık yapmakla geçmiştir. Karar verdiğim şeyleri yapmak için.

Onun için kararsızım ve.. hazırlıksızım. (Kapı vurulur, bir an durup kapıya bakar). Kim o? ANA : (Sesi kapının hemen arkasından duyulur). Benim yavrum. Ben.. ölüm (Ana yandaki kapıdan girer, fakat fazla ilerlemez; kapının iç kısmında, görünebilecek bir mesafede durur, siyah bir tül içindedir, saçları da aynı tülle örtülüdür. Yüzü, ürkütecek kadar sarı ve donuktur. Konuşurken yüzünün hiçbir çizgisi kıpırdamaz). ANA : Hazır mısın yavrum?

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Adelheid Meutes, Judith Bossert – Gündelik Yaşamda Zen

Editor

Soren Kierkegaard – Baştan Çıkarıcının Günlüğü

Editor

Mina Urgan – Virginia Woolf

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası