Hayatı boyunca gündüzü gece, geceyi gündüz sanmak ve ne kadar korkunç! Bir bahçede otururken otların arasından aniden hışırtıyla çıkıp dişlerini gösteren bir yılandan, uyandığomızda iğneli kuyruğunu kaldırmış bir şekilde dik dik yüzümüze doğru yürüyen bir akrepten, kafes kapısının açık olduğunu farkedip, bakıcısının üstüne atlamadan önce salyalı ağzını aralayıp tırnaklarını yuvalarından çıkaran bir kaplandan daha korkunçtur geceyi gündüz sanmak..
KAYBOLAN GÖL
İş yerleri camlı binalar değil, cam gibi saydam bir göldü balıkçıların. Sudan bir iş yeri. Ve havadan, güneşlen bulunan. Bu yüzden onlar takım elbise giymiyorlar sabahları; olta takımlarını hazırlıyorlar. Kravat takmıyorlar boyunlarına; kancalarına yem takıyorlar. Ayakkabılarını parlatmıyorlar kadifeyle; zokalarını parlatıyorlar, çekerek suda. Saçlarım (aramıyorlar ayna önünde; misinalarını ayırıyorlar tel tel. Ayaklarında lastik çizme, sırtlarında sarı muşambadan yağmurluk. Bu iş yerinin kurallarında personelin mesai kanlarını makinede okutması yok. Buna rağmen bütün balıkçılar gün doğmadan gölün eteklerini öpüyorlar. Saygın bir göl demek ki; ya da çok seviliyor. Öyle bir iş yeri ki burası; her gün dekoru değişiyor. Sahibi çok zengin olmalı. En zengini olmalı ki dünyanın; bir gün gölün rengi mavi, öbür gün yeşil, bir başka gün gri. Gölün tavanı da değişiyor her gün; bazen beyaz ve mavi, bazen sadece mavi, bazen beyaz, bazen lacivert, bazen kurşuni… Sonra sazları var gölün rüzgârlı günlerde konserler veren. Kuşları var, kurbağalan, yaban ördekleri… En Önemlisi balıkları var; yüzgeçleriyle suyu kıpırdatan. Solungaçlarıyla süzen havayı. Kuyruklarıyla doğruları dümeni. Gözleriyle ayıran yosundan yemi. Bu gölün balıkları var ve balıkçıları…
Bu gölün balıkçıları gün doğmadan yine rüyalarını yarım bırakıp gölün rüyalarına karışmak için yola çıktılar. Sandallarım ayın sedeflediği suda bir kez daha yüzdürebilmek için her zamanki gibi yürümeye başladılar. Şafak sökmeden başlayan bu gece yürüyüşü yarım saat kadar sürer, aşılan bir tepenin ardından balıkçılar, o harikulade güzelliği görmek için hazırladıkları ruhlarını, gölün bedenine katarlardı. İşte adımlarını hızlandırıyorlar, tepeye varabilmek, bir an önce sandallarına binebilmek için. Koşar adım yürüyorlar; çekirgeler, baykuşlar ve ismini bilmedikleri böceklerden oluşan bir bandoyla. Kalplerinin trampetleriyle katıldıkları bu bandonun ritmi ayaklarının birbirine dolaşmasını önlüyor ve neredeyse aynı anda toprağa basıp, aynı anda kaldırıyorlar.
Uzun zamandır yürüyorlar. Yoksa onlara mı bu kadar uzun geldi. Nedense bugün vakit geçmek bilmedi. Sanki geri geri yürüyorlar farkında olmadan. Ama öyle olsa başlan dönerdi. Halbuki dönüyorsa başları, bu gölün güzelliğindendir. Yürüyorlarsa elbette erişeceklerdir suya. Yürüyorlar, yürüyorlar ve sonunda tepe, siyah bir perde gibi çıkıyor önlerine. İşte şimdi, şimdi açacaklar perdeyi. Soluk soluğa tırmanıp, her gün müthiş bir oyunun sergilendiği o gümüş sahnenin önünde bulacaklar kendilerini. “Haydi hep birlikte çekelim şu perdeyi!” diyecekler. Yarısını sağa, yansını sola doğru koşarak çekecekler. “Perde!” diyecekler, atarak son adımlarını. Ama o da ne; göl yerine koca bir çukur karşıladı onlan. Bir çukur; kenarında sandallar, içinde çamur ve balık Ölüleri… Bir çukur sazların dimdik sustuğu. Bir çukur; ya da oyulmuş bir göz kovuğu!
Balıkçıların gözleri dehşetle büyüdü. Öyle büyüdü ki aydınlattı çukuru. “Tanrım!” dediler. “Nasıl bir kâbus bu! Bir göl nereye gidebilir! Bu göl nereye gitti!! Bir nehir değil ki denize varsın. Ay değil ki bulutlarda saklansın. Kayık değil ki demir alıp çeksin küreklerini. Saz değil ki başka idlerden çalsın. Acemi değil ki. karışın tatlı sözlere. Balıkçıl kuşu değil ki ürkünce havalansın…”
Balıkçılar indiler çukurun yanına. Sanki binince sandallarına. Göl geri gelecekti,.. Balıkçılar asıldılar küreklere. Mahkûmlar gibi asıldılar. Mahkûmlar göle.
Rusya “daki Bolotnikovo Gölü bir gecede kayboldu. Bu büyük kaçış, balıkçıların sabah göle balık tutmak için gitmesiyle ortaya çıktı. Olay kimilerince dev bir küvetin su kapağının çekilmesine benzetildi. Ajansların haberlerine göre Ruslar, kaybolan gölden geriye kalan çamurlu yatağa bakarak işin sırrını anlamaya çalışıyor. Başkent Moskova’nın 250 km. doğusunda yer alan Bolotnikovo’da ortadan kaybolan göl için yerel yetkililer, çeşitli yorumlar yapıyorlar. Gölün sularını bir yeraltı nehrine boşaltmış olduğunu söyleyenler olduğu gibi. gölün bir yeraltı mağarasına sızmış olabileceğini ileri sürenler de var. Bu arada bölgede garip dedikodular dolaşıyor. Bunlardan biri 70 yıl önce bölgedeki birkaç evin göl gibi ortadan kaybolduğu…
Bir sabah rüyalarınızı yarım bırakarak tamamlamak isteyeceksiniz başka düşleri. Sevdiğiniz her şeyin yerini, elinizle koymuş gibi bilirsiniz çünkü. Oysa şafak sökmeden düştüğünüz yollar, kalp trampetlerinizin katıldığı bir bandonun eşliğinde belki de sizi hayatınıza açılmış o büyük çukurun önüne getirecek.
İKİ RESİM ARASINDAKİ FARK
İki resim arasında bir fark kalmadığından mı, yoksa farkları görecek bir gözden yoksun olduğumuzdan mı nedir, çoktandır dergi ve gazetelerde iki resim arasındaki on iki farkı kimse sormuyor bize. Oysa biz, tıpatıp aynı görünen iki resme baktığımızda, “Aralarında bir fark yok!” deyip geçmez, farkları bir cevher gibi bulup çıkarır, neşeyle çıktığımız fark basamaklarının bizi götürdüğü yerde, bir cümlenin altını çizerdik: “Benzerlikler yanıltır.”
Muzip bir ressam, elinde tüfeği, belinde fişekleriyle bir avcı resmi çizdikten sonra, yanına bir yırtıcı hayvanın, mesela bir aslanın resmini çizse ve altına da “İki resmin arasındaki farkları bulun!” diye yazsa, acaba ne yapardık? Bir hayvan ile bir insan arasındaki farkları kolayca bulup çıkartabilir miydik ve hangi sırayla sayardık? İnsanı tüm canlı türlerinden ayırıp benzersiz kılan şeyler nelerdi? Resimdeki insanın elindeki tüfek acaba bir ipucu verebilir miydi? Tüfek bir âletti ve hayvanlar bir âleti kullanamazdı. Acaba birinci fark bu olamaz mıydı? Hayır, insanın âlet kullanan tek canlı olduğunu söyleyemezdik. Ağaç kabuğunun altındaki böcekleri bir dalla çıkaran ağaçkakan ispinozları, deniz kabukları….