Knut Hamsun, benzersiz üslubuyla, yolu Nor-veç’in liman kentlerinden birine düşen gezgin öğrenci Parelius’un yanında kendi dünyasına götürüyor bizi. Güzel, çekingen tavırlı Rosa’ya gönlünü kaptıran Parelius’un izinde, henüz gelişmekte olan para ekonomisindeki dalgalanmaların, insanların sosyal, ekonomik, hatta duygusal yaşamlarında yarattığı sarsıntıları göz önüne seriyor Hamsun. İnsanın çevresini saran amansız boşluğu maddiyatla doldurmanın ancak görünüşte mümkün olduğu bu yeni dünyada, mutluluğun tanımının da değişen pek çok şeyden biri olduğunu bütün çıplaklığıyla yüzümüze haykıran Rosa, Nobel ödüllü büyük yazarın en önemli yapıtları arasındadır. Bu güzel kitabı Behçet Necatigil’in çevirisiyle yayımlıyoruz.
1
18** kışında Rönneberg’in balıkçı motorlarından biriyle Aalesund’dan Lofot Adaları’na gittim. Yolculuk ucu ucuna dört hafta sürdü; Skroven’de motordan ayrıldım, yoluma devam için bir fırsat kollamaya başladım. Paskalya’ya doğru.bir alamana kayığı. Sal tenland’a geçiyordu; bu yol beni tam hedefime ulaştırmazdı, ama yine de ona bindim. Bu yolculuğa bir tanıdık, bir arkadaş yüzünden çıkmıştım, o taraflarda oturuyordu, adı Munken Vendt’ti; birlikte uzun bir gezi yapmayı kararlaştırmıştık. On beş sene oluyor; bir insan ömrünün yarısı.
Güzel bir gündü, Çarşamba, 16 Nisan, Sirilund bucağına geldim. Büyük tüccar Mack yaşıyordu orada. Mack’tan başka, o babacan Benoni Hartvigsen’in de yeriydi orası. Hartvigsen zengindi, herkese yardım ediyordu. Binaları, deniz tekneleri ve işletmeleriyle Sirilund’un yarısı Mack’ındı, yarısı Hartvigsen’in. Alamana kayığındaki adamlar, “Mack veya Hartvigsen… hangisini isterseniz ona gidin!” demişlerdi bana.
Çiftliğe yukarı yürüdüm, sağa sola bakındım, uğramadan geçip gitmeye karar verdim; yaşlı Mack’ın konağı öylesine büyük ve kibardı çünkü. Mack’a gitmeyip öğleüstü Benoni Hartvigsen’in evine gittim ve kendimi tanıttım. Anlı şanlı bir bey değildim, elimde tüfek, torbamda birkaç basit çamaşır vardı; bu yüzden utana sıkıla, Sirilund konağının hizmetkârlar odasında bir süre barınabilmem için ondan yardım rica ettim.
“Bakarız çaresine!” diye cevap verdi Hartvigsen. “Nerden geliyorsun?”
“Günaydın. Yukarlara, Utvaer’e ve Os’a gideceğim. Adım Parelius; Öğrenciyim. Boyadan, resimden anlarım, yapılacak bir işiniz varsa eğer…”
“Şu halde okumuş bir adamsınız.”
“Evet. Kaçak falan değilim. Bu taraflarda bir arkadaşımla buluşacağım. Okul arkadaşımdır, ikimiz de avcıyız. Bir geziye çıkalım dedik.”
“Buyurun, oturun!” dedi Hartvigsen, bir iskemle çekti.
Başka şeylerin yanı sıra, birde piyano vardı odada; fakat gidip de hemen el atmaya kalkmadım; ama ne sorduysa bir bir açıkladım Hartvigsen’e; o da bana yiyecek içecek çıkardı. Büyük yakınlık gösterdi, beni Sirilund’a, konağın hizmetkârlar odasına göndereceğine, evinde barındırmak istedi.
“Bende kalabilir, çeşitli işlerde bana yardım edebilirsiniz!” dedi. “Evli misiniz?” diye sordu, gülümsedi Hartvigsen.
“Hayır. Henüz yirmi iki yaşındayım. O kadar büyümedim daha.”
“Sevgiliniz falan da yok galiba?”
“Yok.”
Sonunda şöyle dedi Hartvigsen:
“Çok şey bildiğinize göre evimi, kayıkhanemi, uzun lafın kısası bütün binalarımı süsler, boyar, birkaç resim de yapabilirsiniz bana.”
Gülümsedim, konuşmasındaki tuhaflık biraz şaşırtmıştı beni; demin ona resimden, boyadan anladığımı söylemiştim çünkü.
“Evimde öyle çok eşya var ki!” dedi. “Evimin dışında da güvercinlerim uçuşuyor. Gördüklerinizin hepsi benimdir, fakat hiç tablom yok; hayır, hiç yok!”
Bu sözlere karşılık, elimden gelen her şeyi, istediği her resmi yapacağımı söyledim.
Hartvigsen ambarlara gidip de beni kendi halime bırakınca, içimden bir kuvvet yalnızlıklara çekti beni. Bütün kapılar açıktı önümde: İstediğim yere gidiyor, bir süre sundurmalarda oturuyordum; Tanrı’ya karşı şükran ve minnetle doluydu ruhum; çünkü işte dünyaya açılmış, şimdiye kadar hep iyi insanlarla karşılaşmıştım.
Yortu günlerinden sonra Hartvigsen’in evine, sundurmalarına resimler yapmaya, yaptıklarımı boyamaya başladım. Tüccar Mack’ı, o büyük adamı ilk defa tablolar için gerekli şeyleri almaya, mağazaya gittiğimde gördüm. Genç değildi artık, fakat sert ve kesindi davranışları; sonra baştan başa bir kibarlık, bir yücelik vardı halinde. Gömleği pahalı bir pırlanta iğneyle, saat kösteği altınlarla süslüydü. Kaçak falan olmadığımı, uzun bir geziye çıkmak niyetinde bir Öğrenci olduğumu öğrenince enikonu takdir etti beni.
Tablolar ilerledikçe Hartvigsen yaptıklarıma daha da seviniyor, binaları canlandırdığımı söyleyerek beni övüyordu. Arkadaşım Munken Vendt’e bir mektup yolladım: “Yolu şaşırmış değilim, fakat burada iyi kalpli kimselere rastladım, bırakmıyorlar beni,” diye yaz
“Sonbahardan önce gelemem, diye yazın!” dedi Hartvigsen. “Yaz boyunca çok işim düşecek size. Tekneler Lofot Adaları’ndan dönünce onlar da boyansın isterim. Öncelikle de, Bergen’e götürdüğüm Funtus çektirisinin boyanmasını!” dedi. Orada bu kadar uzun kalışım göze de batmıyordu zaten; hep bir sürü insan geliyor, hemen gidense pek çıkmıyordu. İki hafta sonra Sirılund’a bir kopçacı gelmişti. Büyük küçük herkese yığınla kopça yaptığı halde kalkıp gitmiyor, Sirilund’da kalıyordu. İşte ancak küçük küçük çengelleri eğip bükerek kopça yapmaktı bütün bildiği. Hayvan ve kuş seslerini taklitte yamandı fakat. Ağzına minik bir alet gizliyor, Ötüşlerin kendinden çıktığını sezdirmeden, küçük kuşlarla dolu bir orman gibi şakıyordu. Tuhaf bir adamdı doğrusu; avludan geçtikçe Mack bile durup onu dinliyordu. Sonunda Mack, ona değirmende bir iş buldu; Kopçacı da hep el altında, Sirilund’un bir Özelliği olarak, Sirilund’da kaldı.
2
Hartvigsen’in evine yerleşmemden epey sonra bir gün mağaza yolunda Mack’ı tanımadığım bir hanımla gördüm. Mavi tilki bir kürk vardı hanımın üzerinde. Fakat sarınmam işti kürke, önü açıktı, soğuklar geçmişti çünkü. Çoktandır genç, kibar hanım gördüğüm yoktu. Selam verip temiz yüzüne bakınca, “Allah bağışlasın!” dedim içimden. Yirmisini bir hayli geçmişe benziyordu, uzun boyluydu, saçları kumraldı, dudakları kahverengi. Bir kız kardeş gibi baktı bana, alnında masum bir ifade.
Yürürken onu düşündüm, sonradan bu karşılaşmayı kendisine anlatınca, “Rosa’dır,” dedi hemen Hartvigsen. “Güzel miydi?”
“Evet.”
“Rosa’dır. Demek gelmiş yine.”
Merak etmiş görünmek istemedim. “Evet, güzeldi,” dedim sadece. “Buralıya benzemiyordu.”
Hartvigsen cevap verdi; “Yok, buralı değildir. Komşu köyden. Mack’ı ziyarete gelmiştir.”
Hartvigsen’in evindeki yaşlı hizmetçi, Rosa hakkında bana, sonradan bazı başka şeyler daha söyledi: Komşu köyün rahibinin kızıymış, evlenmiş, kısa sürmüş evliliği, şimdi yalnızmış, kocası güneye gitmiş, bir zamanlar Hartvigsen’le nişanlıymışlar, tam düğüne gelmiş sıra, birden başkasıyla evlenivermiş. Pek tuhaf olmuş bu.
Hartvigsen’in birkaç gündür daha iyi giyindiğini, her haliyle kibar görünmek istediğini fark etmiştim. “Rosa gelmiş diye duydum,” dedi bir ara hizmetçiye.
Beraber Sirilund’a gittik, aslında ikimizin de yapacağı işi yoktu orda. Hartvigsen, “Mağazadan alınacak bir şeyiniz yok mu?” demişti.
“Hayır. Şey… biraz küçük çivi, raptiye.”
Aradığımız kişi, mağazada yoktu. Çivileri almıştım ki, Hartvigsen yeniden, “Raptiyeler resimler için mi lazım?” diye sordu.
“Evet, çerçeveler için.”
“Çerçevelere belki başka şeyler de lazımdır. Acele etmeyin, düşünün!”
Onun bunu sırf biraz daha oyalanmak için söylediğini anlamıştım.
Birkaç şey daha geldi aklıma, istedim; Hartvigsen bekliyor, arada bir kapıya bakıyordu. Derken bıraktı beni; yazıhaneye gitti. Bütün bu mallara ortaktı, üstelik çok da zengin. Bu yüzden, kapıyı vurmadan girdi yazıhaneye; elbette bunu yapsa yapsa o yapardı.
Ben tezgâh başında bekleyedurayım, aradığımız Çikageldi. Hartvigsen’in geldiğini görmüştü ve onunla konuşmak istiyordu anlaşılan. Mağazadan içeri girerken dikkatle baktı bana; yanaklarımın yandığını hissettim. Hemen tezgâhın arkasına geçti, duvardaki raflarda bir şeyler aramaya başladı. Uzun boylu, endamlı, alımlıydı, eşyalara değen elleri narin. Genç bir anne gibiydi her haliyle.
“Hartvigsen yazıhaneden çıksa!” diye düşündüm. Çok geçmeden de çıktı. Rosa’ya selam verdi. “Günaydın!” dedi Rosa da ona. Vaktiyle nişanlı olmalarına rağmen, aralarında öyle fazla gerginlik görülmüyordu; hayır, Rosa pek sakin uzattı elini, kızarıp bozamadı öyle; Hartvigsen’le karşılaşmış olmaktan sıkılmışa falan da benzemiyordu.
“Buralarda mısınız?” dedi Hartvigsen.
“Evet!” cevabını verdi Rosa.
Raflara döndü, bir şeyler aramaya devam etti Rosa. Bir sessizlik oldu. Derken Hartvigsen “e bakmadan, “Eşyalarınızı kendim için karıştırmıyorum,” dedi Rosa. “Ev İçin.”
“O da ne demek?”
“Hani eski günlerdeki gibi, tezgâhın arkasına geçtim de… Fakat çalmam bir şey.”
“Alay ediyorsunuz!” dedi Hartvigsen, gücenmiş. Hartvigsen’in yerinde ben olsaydım daha fazla duramazdım, diye düşündüm. Hartvigsen duruyordu. Anlaşılan, ruhunda bir şeyler oluyordu ki, kendini toplayıp gidemiyordu. Ne diye tezgâhın gerisine geçmiyor, ona aradığı şeyleri hemen bulup çıkarmak teklifinde bulunmuyordu? Bu malların hepsi onun değil miydi? Tezgâhın önünde, benimle birlikte, bir müşteri gibi duruyordu. Ah ah, tezgâhtarlar, Steen ile Martin, o varken ancak fısıltıyla konuşabilirlerdi. Öylesine zengindi Hartvigsen, üstelik de efendileri.
“Yabancı bir öğrenciyle beraberiz,” dedi Hartvigsen, Rosa’ya. “Gelse de bize biraz piyano çalsa, diyor sizin için. Öyle ya, piyanom var nasıl olsa; durup duruyor.”
“Yabancıların önünde çalamam,” dedi Rosa, başını sallayarak.
Bir süre bekledi Hartvigsen, sonra, “Yok, hayır, öylesine sordum sadece,” dedi, bana döndü: “Eh, bitti mi
“Evet,”
“Sahiden çalamam,” dedi Rosa, birdenbire. “Ama isterseniz… salona çıkalım!”
Üçümüz yukarı, Mack’ın odasına çıktık. Yeni, kıymetli bir piyano vardı orada. Ve Rosa piyano çaldı. Nobranca davranmıştı ya, bunu tamir etmek istiyordu, elinden geleni yaptı. Çalmasını bitirince, “İşte bütün bildiğim!” dedi.
Hartvigsen uzun zaman oturdu, gitmek istemiyordu. Mack girdi içeri, pek sevinmişti, iltifatlar etti, yakınlık gösterdi; pasta, içki çıkardı bize. Bana salonu gezdirdi; tabloları, pek hoş gravürleri gösterdi. Biz dolaşaduralım, Hartvigsen ile Rosa oturmuş, konuşuyorlardı; benim henüz bilmediğim çeşitli şeylerdi konuştukları. Bir çocuktan, Martha adında küçük bir kızdan bahsediyorlardı. Tezgâhtar Steen’in kızından. Rosa razı olursa, Hartvigsen kızı yanına almak istiyordu.
“Hayır, olmaz!” cevabını verdi Rosa.
“İyi düşün!” dedi Mack birdenbire Rosa’ya.
Rosa ağlamaya başladı. “Nedir sizin benden istediğiniz?” dedi.
Hartvigsen üzülmüştü, Rosa’yı inandırmaya çalıştı.
“Çocuğa reverans yapmasını öğrettiniz. Başka niyetle söylemedim. Onu öyle güzel terbiye ettiniz ki, ben de yanıma alayım dedim. Ağlamayın bunun için!”
“Peki, alın çocuğu; sevap işlemiş olursunuz. Fakat ben gelemem size!” dedi Rosa sesini yükselterek.
Uzun uzun düşündü Hartvigsen. “Siz olmazsanız, alamam çocuğu!” dedi.
“Tabii!” dedi Mack da.
Rosa, olmaz anlamında elini salladı, çıktı gitti salondan.
3
Lolbt Adaları’na gidenler, tekneler, kayıklar peş peşe yerlerine dönmeye başladılar. Koydan doğru seslenmeler, şarkılar duyuluyordu; güneş parlıyordu, bahar gelmişti, Hartvigsen gün boyu derin düşüncelere dalmış, ortalarda dolaşıyordu. Fakat taşıtlar gelince balıktan göz açamaz oldu, feraha çıktı. Rosa’yı görmüyordum.Fener bekçisini tanımakla acayip bir adam tanımış oldum. Schöning’di adı; eskiden gemi kaptanıymış. Bir ikindiüstü rastladım ona; kayalıklarda geziniyor, kumsaldaki kuşlara bakıyordum. Bir taşa oturmuştu, hiçbir şey yapmıyordu. Ben yaklaşırken gözlerini ayırmadı benden; bir yabancıydım çünkü. Ben de ona baktım.
“Nereye böyle?” diye sordu.
“Kuşlara bakıyorum,” diye cevap verdim. “Yasak
Karşılık vermedi; geçip gittim.
Dönüp geldiğimde hâlâ aynı taşın üzerinde oturuyordu.
“Yuvalarını yaparlarken kuşları tedirgin etmek doğru değil!” dedi. “Ne diye dolaşıyorsunuz buralarda?”
Ben de ona sordum:
“Siz ne diye oturuyorsunuz burada?”
“Hoo, delikanlı!” dedi, avucunu yukarı kaldırdı. “Niye mi oturuyorum? Oturmuş, ömrüme ayak uyduruyorum. Yaa, budur benim yaptığım.”
Gülümsemiş olacağım ki, solgun, sırıtkan, o da gülümsedi, devam etti:
“Bugün dedim ki kendime: Bak işte, kendi hayatının komedisinde bir rol oynamaya başlıyorsun. Pekâlâ, diye cevap verdim kendime. Sonra da geldim, buraya oturdum.”
Acayip bir adamdı böyle; fener bekçisini tanımıyordum; benimle dalga geçiyor, diye düşündüm.
“Benoni Hartvigsen’in yanında kalan genç siz misiniz?” diye sordu.
“Evet.”
“Ona benden selam götürmeyin!”
“Evet. Ayaklarımızın altındaki şu muazzam servet onundu eskiden. Siz şu anda bir milyon tutarında gümüşe basmaktasınız; onundu bu. Sonra hepsini sattı, bir hiç oldu çıktı.”
“Hartvigsen zengin değil mi?”
“Değil. Düzgünce elbiseler satın alacak olsa, artan parasıyla ancak bulgur pişirebilir kendine.”
“Bu hazineyi bulan, fakat çok az bir paraya almak da istemeyen, siz olmuşsunuz, doğru mu?” diye sor
“Hazineyi ne yapayım ben?” diye karşılık verdi fener bekçisi. “İki kızımı güzelce evlendirdim; oğlum Elnar ölmek üzere. Karımla bana gelince; şimdiye kadar yediğimizden fazlasını yiyemeyiz. Herhalde çok aptalım, sizce?”
“Yoo, hayır! Aklımın erdiğinden daha akıllısınız
“Çok doğru!” dedi fener bekçisi. “Şu da var: Hayata bir kadınmış gibi davranmak lazım. Hayata karşı kibar olmak, onun kendiliğinden gelmesini beklemek gerekmez mi? Alçakgönüllü olmalı, hiçbir hazineye dokunmamalıyız!”
Koydan içeri posta vapuru giriyordu; birçok kimsenin iskelede toplanmış olduğunu gördüm; Sirilund’a, ambarlara bayraklar da asılmıştı. Gemide bir Alman müzik topluluğu bir parça çalıyor, pirinç borular güneşte parlıyordu. Mack’ı, Mack’ın evindeki kâhya kadını, Hartvigsen’i, Rosa’yı iskelede gördüm. Fakat ne onlar kimseye el sallıyor ne de vapurdan el sallayan oluyordu.
“Bu bayraklar niçin çekilmiş?” diye sordum bekçiye.
“Sizin için, benim için… ne bileyim?” diye karşıladı, kayıtsız. Fakat gözlerinin, burun deliklerinin ışıldayan borulara ve müziğe doğru açıldığını gördüm. Ben giderken o kendi âlemine dalmış, oturuyordu. Sorularımdan, hatta benden bıkmıştı besbelli. Tanrım, hayata ne kadar da yenik düşmüş, diye düşündüm. İki kez arkama döndüm: Gri mintanı içinde kuruyakalmış; başında, bütün kenarları sarkık, delik deşik bir şapka, hiç kıpırdamadan öylece oturuyordu.
…