Roman (Yabancı)

Rüzgarı Dizginleyen Çocuk

ruzgari dizginleyen cocuk 5ed43807be641YENİ BİR DÜNYA KLASİĞİ

BU KİTAPTA BİR BAŞARI HİKÂYESİNDEN ÇOK DAHA FAZLASINI BULACAKSINIZ

“Denersem yapabilirim, düşüncesiyle yola çıktığımda henüz 14 yaşındaydım. Yaşadığımız bölgedeki kıtlık artık dayanılmaz olmuştu ve etrafımdaki insanlar teker teker ölüyordu. Buna bir son vermeli, en azından denemeliydim. Çevremdeki insanların, hatta ailemin bile bana deli gözüyle bakmasını hiç umursamadan sadece amacıma odaklandım. Ve başardım da!”

Rüzgârı Dizginleyen Çocuk geçim sıkıntısı, kıtlık ve salgın hastalık gibi hayatın zorlu koşullarıyla mücadele ederek bunları geride bırakmayı başaran dâhi bir çocuğun olağanüstü hikâyesi

ÖVGÜLER

Bu kitabı okuyun ve çocuklarınıza okutun. Onlara bırakacağınız en büyük servet, mücadele ruhudur.
Al Gore

Yaşadığı çevrenin umudunu ve huzurunu arttırmak için elindeki kısıtlı imkânları kullanarak yarattığı mucizelerle William insanlığa büyük bir örnek olmaya aday bir genç.
Al Gore, Nobel Barış Ödüllü ABD eski başkan yardımcısı

William, tek bir insanın, toplumun hayatını değiştirmesinin imkânsız olduğuyla ilgili tüm olumsuz düşüncelere meydan okuyor. Bu kitap hem kalbinizin hem de beyninizin kapılarını açacak.
Chris Abani

Williamın hikâyesi şaşırtıcı ve heyecan verici. Bu kitapta, insanın yokluk içinde tek başına ulaştığı olağanüstü bir başarı hikâyesine tanıklık edeceksiniz.
Chris Anderson

Bu hikâye, oldukça ilham verici ve yürekleri ısıtan bir rüya gibi! William sadece rüzgârı dizginlemekle kalmıyor, hayal gücünü ve özgünlüğü de kontrolü altına almayı başarıyor. Yaşadığımız dünyayı en doğru şekilde kullanmamız için ihtiyacımız olan her şeyi gözlerimizin önüne seriyor. Bu insan bence, çağımızın süper kahramanı.
Walter Issacson, Steve Jobsun yazarı

Akıcı, dokunaklı ve önemli bir kitap. Dünyanın küçük, insan ruhunun ise ne kadar güçlü olduğunu bizlere bir kez daha hatırlatıyor.
Seth Godin, Takım Oyunu ve Kilit Adamın yazarı

***

1. Bölüm

Bilimin mucizeleri keşfedilmeden önce, dünyayı büyü yönetiyordu.

Büyü ve sayısız sırları, varlığını sürekli olarak hissettiriyordu ve çocukluğumun ilk anıları bile ona dayanıyordu; babamın beni kesin bir ölümden kurtardığı ve kahraman olduğu gün mesela.

Altı yaşındaydım. Bir gün sokakta oynarken, bir grup çoban çocuk şarkı söyleyip dans ederek bana yaklaştı. Burası, Kasungu şehrine yakın, ailemin bir çiftlikte yaşadığı Masitala köyüydü. Çoban çocuklar, yakınlardaki bir sığır sürüsü sahibinin yanında çalışıyorlardı. O sabah sürüyü güderken, yolun kenarında kocaman bir çuval bulmuşlar, açıp içine baktıklarında sakızla dolu olduğunu görmüşlerdi. Böylesine bir hazineyi hayal edebiliyor musunuz? Sakızı ne kadar sevdiğimi size anlatamam.

“Bu çocuğa da biraz verelim mi?” diye sordu biri.

Ne kıpırdayabiliyor ne de nefes alabiliyordum.

“Eh, neden olmasın?” dedi bir başkası. “Haline bir baksanıza.”

Çocuklardan biri elini çuvala soktu ve her biri farklı renkte olan bir avuç sakızı çıkarıp avuçlarıma bıraktı. Hepsini birden ağzıma attım. Çocuklar giderken yanağımdan süzülerek gömleğimi ıslatan tatlı suyu hissediyordum.

Ertesi gün bir mango ağacının altında oynarken, bisikletli bir tüccar sohbet etmek için babamın yanında durdu. Önceki sabah pazara giderken çuvallarından birini düşürdüğünü söyledi. Neler olduğunu anlayıp geri dönene kadar biri çuvalı bulup almıştı. Çuvalın içi sakız doluydu. Diğer tüccarlardan biri ona köyde bir grup çocuğun herkese sakız dağıttığını söylemişti ve bu onu çok kızdırmıştı. İki gündür bisikletiyle civarda dolaşarak çocukları arıyordu. Bunları anlattıktan sonra tüyler ürpertici bir tehdit savurdu.

“Sing’anga’yı görmeye gittim; o sakızdan her kim çiğnediyse, yakında çok pişman olacak.”

Sing’anga, büyücü hekimdi.

Ben sakızı uzun zaman önce yutmuştum. Şimdi o sakızın tatlı anısı, dilimde bir zehre dönüşmüştü. Terlemeye başladım; kalp atışlarım hızlanmıştı. Kimse görmeden evimizin arkasındaki okaliptüs koruluğuna daldım, bir ağaca yaslandım ve içimdeki her şeyi çıkarmaya çalıştım. Tükürüyor, kusuyor, parmaklarımı gırtlağıma sokuyor, vücudumu lanetten kurtarmak için elimden geleni yapıyordum. İçim kurumuştu. Ayaklarımın dibindeki yaprakların üzerinde salyalar biriktiğini görünce hemen üzerini toprakla örttüm.

O anda kara bir bulut güneşi gizlemiş gibi, büyücünün ağaçların arasından beni izleyen dev gözünü hissettim. Lanetini yutmuştum ve şimdi karanlığı bana sahip olmuştu. O gece cadılar beni yatağımda ziyaret edecek, uçaklarına alıp savaşmaya zorlayacak, sihirli savaş alanlarında ölüme terk edeceklerdi. Ruhum bulutların üzerine yükselirken, vücudum sabaha soğumuş olacaktı. Ölüm korkusu her yanımı ateş gibi sarmıştı.

Öylesine şiddetle ağlamaya başladım ki, bacaklarımı kıpırdatamıyordum. Yaşlar yanaklarımdan sıcak sıcak süzülüyor, sanki o anda burnuma zehrin kokusu doluyordu. İçimde her yerdeydi. Olabildiğince hızlı bir şekilde ormandan ve beni izleyen dev sihirli gözden kaçmaya çalıştım. Eve kadar koştum ve nihayet oraya ulaştığımda, babamı evin duvarına yaslanmış halde oturmuş bir darı yığınını karıştırırken buldum. Beni şeytandan koruması için iri vücudunun altında gizlenmek istiyordum.

“İtiraf ediyorum,” dedim hıçkırıklar arasından. “Çalınan sakızdan ben de çiğnedim. Ölmek istemiyorum, baba. Beni almalarına izin verme!”

Babam bir an şaşkınlıkla bana baktıktan sonra başını iki yana salladı.

“Demek sendin, ha?” dedi ve yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.

İşimin bittiğini anlamamış mıydı?

“Pekâlâ,” dedi ve yerinden kalktı. Ne zaman ayağa kalksa dizleri çıtırdardı. Babam çok iri yarı bir adamdı. “Endişelenme. Şu tüccarı bulup durumu açıklarım. Eminim bir çözüm bulabiliriz.”

O gün öğleden sonra, babam tüccarın oturduğu Masaka denen yere gitmek için sekiz kilometre yol yürüdü. Adama olanları anlattı ve çoban çocukların gelip bana çalıntı sakızlardan verdiğini açıkladı. Sonra hiç soru sormadan adamın bütün çuvalının bedelini ödedi, ki bu bir haftalık ücret demekti.

O akşam yemekten sonra hayatımın kurtulmuş olmasından dolayı rahatlamış bir halde, babama laneti ve işimin bittiğine gerçekten inanıp inanmadığını sordum. Yüzünde çok ciddi bir ifadeyle bana baktı.

“Ah, evet, kıl payı kurtuldun,” dedi ve sonra beni çok mutlu eden bir şekilde, geniş göğsü kalkıp inerek ve oturduğu tahta sandalyeyi gıcırdatarak kahkahalarla güldü. “Ah, William, bu hayatta kim bilir seni neler bekliyor?”

Babam güçlü bir adamdı, büyüden korkmazdı ama bununla ilgili bütün hikâyeleri bilirdi. Aysız gecelerde bir lamba yakıp oturma odamızda toplanırdık. Ablam ve kız kardeşlerimle birlikte babamın ayağının dibine oturur, ondan dünyanın düzenini, başlangıçtan beri büyünün nasıl bizimle birlikte olduğunu dinlerdik. Yoksul çiftçilerin yaşadığı bir bölgede, Tanrı ve insan için çok fazla sorun vardı. Bu dengesizliği karşılamak için üçüncü ve güçlü bir unsur olarak büyü ortaya çıkmıştı. Büyü, bir ağaç veya su taşıyan kadın gibi gözle görülebilecek bir şey değildi. Daha çok rüzgâr gibi güçlü ve görünmez bir güçtü. Büyü, hikâyelerde de varlığını sürdürüyordu. En sevdiklerimizden biri ise, Şef Mwase ile Kasungu Savaşı’nın hikâyesiydi.

On dokuzuncu yüzyılın başlarında –hatta günümüzde bile– Chewa halkı ova merkezinin hâkimiydi. Kuşaklar önce büyük bir savaş ve hastalık döneminde, Kongo’nun güneyindeki tepelerden oraya kaçmış, kızılımsı siyah toprağın verimli, günlerin ise uzun olduğu bir yere yerleşmiştik.

O dönemde, köyümüzün hemen kuzeybatısında siyah bir gergedan civara dehşet saçmaya başlamıştı. Üç tonluk bir kamyondan daha iriydi; babamın kolları kadar uzun, hançer kadar sivri boynuzları vardı. O zamanlar köylüler ve hayvanlar aynı su kaynağını paylaşıyor, gergedan sığ yerde suyun altına saklanıyor ve avını bekliyordu. Su kaynağına gelenler, genellikle annem gibi kadınlar ve kardeşlerim gibi genç kızlardı. Kovalarını suya soktukları anda gergedan saldırıya geçiyor, boynuzlarını saplayarak veya ayaklarının altına alıp çiğneyerek insanları kanlı paçavralara dönüştürüyordu. Korkunç siyah gergedan aylar boyunca yüzden fazla insan öldürmüştü.

Bir gün öğleden sonra, Chewa kraliyet ailesinden bir genç kız su kıyısında çiğnenerek öldürüldü. Şef bunu duyduğunda çok öfkelendi ve harekete geçmeye karar verdi. Bir plan hazırlamak için yaşlılar meclisini ve savaşçılarını topladı.

“Bu yaratık gerçekten tehdit oluşturmaya başladı,” dedi şef. “Nasıl kurtulabiliriz bundan?”

Birçok fikir vardı ama hiçbiri şefi etkilememişti. Sonunda yardımcılarından biri ayağa kalktı.

“Lilongwe’de tanıdığım bir adam var,” dedi. “Azungu’nun silahlarından birine sahip ve çok iyi bir büyücü. Büyü hesaplamalarının bu siyah gergedanı yenecek güçte olduğundan eminim.”

Bu adam, büyüsüyle bütün krallıkta ün salan Mwase Chiphaudzu’ydu. Mwase sihirli bir avcıydı. Adı “katil ot” anlamına geliyordu çünkü tarlalarda otların arasına karışıp bekliyor, bu şekilde avını tuzağa düşürüyordu. Şefin adamları yüz kilometre mesafedeki Lilongwe’ye gittiler ve Kasungu’daki kardeşlerine yardımcı olmayı kabul eden Mwase’yi getirdiler.

Bir sabah güneş doğmadan uzun zaman önce, Mwase su kaynağına gitti. Kıyıdaki yüksek otların arasında durarak, kendi vücuduna ve tüfeğinin üzerine sihirli su serpti. İkisi de hafif bir esintiye dönüşerek gözden kayboluverdi. Dakikalar sonra, siyah gergedan tepeden inerek su kıyısına yöneldi. Ağır vücudunu suya atarken, Mwase arkasından yaklaştı ve kafasına bir mermi sıktı. Gergedan olduğu yere yığıldı ve can verdi.

Hemen kutlamalar başladı. Üç gün boyunca bölgedeki köylüler, aralarından birçok kişiyi öldürmüş olan korkunç canavarın etiyle kendilerine ziyafet çekti. Eğlenceler sürerken, şef büyücüyü en yüksek tepelerin zirvesine çıkardı ve Chewa’nın hâkimiyetindeki bölgeyi gösterdi. Bu tepeye “Yenebilir Sinekler Kayası” anlamına gelen Mwala wa Nyenje deniyordu çünkü ağaçlarının arasında lezzetli ve tombul sinekler dolaşıyordu.

Yenebilir Sinekler Kayası’nın üzerinde duran şef, muazzam genişlikteki yeşil alanı işaret ederek Mwase’ye döndü.

“O korkunç canavarı öldürdüğün için sana bir hediyem var,” dedi. “Bundan böyle dağın bu tarafının ve zirvesinden görünen her yerin kontrolünü sana veriyorum. Git halkını topla ve burada evlerinizi kurun. Artık buranın kralı sensin!”

Böylece Mwase evine dönüp ailesini aldı, bölgeye yerleşti çok geçmeden hızla güçlenen bir imparatorluk kurdu. Tarlalarında, bütün bölgeyi doyuracak kadar bol darı ve sebze yetişiyordu. Halkı güçlüydü ve savaşçılarından herkes korkuyordu.

Ama o dönemde, Güney Afrika’daki Zulu Krallığı’nda büyük bir kargaşa patlak verdi. Zulu kralı Shaka’nın ordusu, topraklarının çevresini saran bütün komşularının bölgelerini fethetmek için kanlı savaşlar başlattı. Bu dehşet yıkım, milyonlarca insanın kaçmasına neden oldu. Bu gruplardan biri de Ngonilerdi.

Ngoniler aylar boyunca kuzeye doğru yürüdüler ve sonunda verimli toprakları olan Chewa bölgesine geldiler, ama sürekli hareket halinde oldukları için sık sık karınları acıkıyordu. Bu durumlarda daha kuzeye gidip Şef Mwase’den yardım istiyorlar, o da darı ve keçileriyle onlara el uzatıyordu. Bir gün Mwase’nin dağıttığı yardımı kabul ettikten sonra, Ngoni şefleri oturup kendi aralarında konuştular. “Bu tür yiyecekleri nasıl her zaman bulabiliriz?”

“Chewaları yok ederek,” dedi biri.

Şef Nawambe’nin liderliğindeki Ngoniler, Yenebilir Sinekler Kayası ve zirvesinden görünen bütün toprakları ele geçirmeye karar verdiler. Ancak Ngonilerin, Şef Mwase’nin büyüsünden haberi yoktu.

Bir sabah Ngoniler hayvan postlarına bürünmüş, mızraklarını ve kalkanlarını kuşanmış halde dağa geldiler. Elbette ki Şef Mwase’nin savaşçıları onları millerce öteden fark etmişti. Ngoniler tepeye ulaştığında, yeşil çimenlerin arasına gizlenmiş olan Chewa savaşçıları, bıçakları ve mızraklarıyla saldırganları öldürdüler. Öldürülen son adam, Şef Nawambe’ydi. Bu nedenle dağın adı Yenebilir Sinekler Kayası’ndan “Nawambe’nin Ölümcül Yenilgisi” anlamına gelen Nguru ya Nawambe olarak değiştirildi. Bu tepe, şimdi köyümün yakınlarındaki Kasungu şehrinin üzerine uzun bir gölge gibi vuruyordu.

Bu hikâyeler kuşaktan kuşağa aktarılmış, babam da kendi babasından öğrenmişti. Babamın babası o kadar yaşlıydı ki, ne zaman doğduğunu bile hatırlayamıyordu. Derisi öylesine kuru ve buruş buruştu ki, ayakları taştan oyulmuş gibi görünüyordu. Pardösüsü ve pantolonu o kadar eskiydi ki, antik bir ağacın gövdesine dolanmış gibi duruyordu. Tütün ve darı taneleriyle iri purolar sarıyordu. Daha zayıf adamları kör bırakabilecek kadar güçlü bir darı içkisi olan kachaso yüzünden gözleri kızarmış halde dolaşıyordu.

Büyükbabam ayda bir iki kez bizi ziyaret ederdi. Ağaçların arasından ne zaman çıksa, uzun pardösüsü ve şapkası ile dudaklarından yükselen duman sayesinde ormanın kendisi ayaklanıp yürüyormuş gibi görünürdü.

Büyükbabamın anlattığı hikâyeler, farklı bir zamana ve yere aitti. Onun gençliğinde –devletin darı ve tütün firmaları gelip ağaçların çoğunu kesmeden önce– orman öylesine yoğundu ki, insan orada yürürken zaman ve yön duygusunu kaybederdi. Burada görünmeyen dünya yere daha yakın durur, ağaçların arasındaki karanlıkla karışırdı. Orman fil ve Afrika antilobunun yanı sıra sırtlanlara, aslanlara ve leoparlara da yuva olduğundan tehlike daha da artardı.

Büyükbabam çocukken, büyükannesine bir aslan saldırmıştı. Büyükannesi ormanın kıyısındaki tarlada çalışıyordu ve maymunları kovalaması gerekmişti. O sırada bir dişi aslan ona yaklaşmış, köylüler onun çığlıklarını duyduğunda hemen davulları çalmıştı; danslar veya törenler için çalınan hızlı, ritmik vuruşlar değildi bunlar; yavaş ve ciddiydi. Bu acil durum ritmine musadabwe deniyordu ve “Soru sorma, hemen gel!” anlamını taşıyordu. Bu durum polisi aramaya benziyordu, ama polis yerine diğer köylüler çağrılıyordu.

Büyükbabam ve diğerleri mızrakları, yayları ve oklarıyla geldiğinde çok geç kalınmıştı. Aslanın büyük büyükanneyi ağaçlara doğru sürüklediğini ve cesedi fare leşi gibi bir çalılığa attığını görmüşlerdi. Sonra dönüp köylülere bakmış, korkunç bir şekilde kükremiş ve avıyla birlikte ortadan kaybolmuştu. Zavallı kadının cesedi bir daha bulunamamıştı.

Büyükbabam, bir aslanın bir kez insan kanının tadını aldığında, bütün köyü yiyene kadar durmayacağını söylerdi. Dolayısıyla ertesi sabah biri, hâlâ ülkemizi kontrol eden İngiliz yetkililere haber vermişti. Onlar da askerlerini ormana göndererek aslanı vurdurmuşlar, sonra cesedi hepimizin görmesi için köyde sergilemişlerdi.

Bir süre sonra büyükbabam ormanda tek başına avlanırken, kobra tarafından sokulmuş bir adama rastlamıştı. Yılan ağaçların arasında saklanmış ve yanından geçerken adama saldırmıştı. Adamın teni hemen sararmış, dakikalar sonra da ölmüştü. Büyükbabam en yakındaki köye haber vermiş, köylüler büyücü hekimleriyle gelmişlerdi. Adam cesedin başına bir ayağını yerleştirmiş ve o etrafa ilaç tozu savurmuştu. Saniyeler sonra yüzlerce kobra büyünün etkisiyle gölgelerin arasından çıkarak, hipnoz olmuş halde cesedin etrafında toplanmıştı.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

On Üç Kutsal Yadigar

Editor

Zor Oyun

Editor

Film Kulübü

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası