Sadist
haaatuırlaaaa
seeeen haaatmırlaaaa
Ooooooo güüüüünleeeeeriiü
Kafasındaki bulanıklığa rağmen bu sesleri yine de duyuyordu.
Ama sesler bazen o can acısı gibi kesiliveriyordu. O zaman geride sadece bulanıklık, sis kalıyordu. Karanlığı hatırlıyordu. O bulanıklıktan önceki kopkoyu karanlığı. Bu bir ilerleme gösterdiği anlamına mı geliyordu? “Işık yaratılsın! Bulanık ışık bile güzeldir. Ve ışık güzeldi. Falan filan. Öyle mi?”
Karanlıkta o sesler var mıydı? Bu sorulann hiçbirinin cevabını bilmiyordu.
Bunlan sormanın bir anlamı var mıydı? Bu sorunun da cevabını bildiğini sanmıyordu.
Can acısı seslerin altında bir yerdeydi. Güneşin doğusunda ve kulaklannm güneyinde. İşte bütün bildiği bu kadardı.
Onun için bu sesler uzun bir süreden beri dış dünyayla ilgili tek gerçekti. Bu süre ona çok ama çok uzun gelmişti. Öyleydi de. Var olan can acısı ve o fırtınalı sis, o bulanıklıktı. O bulut! Kim olduğunu bilmiyordu. Nerede olduğunu da. Ama bunu bilmek istediği de yoktu. Sadece ölmüş olmak istiyordu. Ne var ki, kafasına, bir yaz fırtınası sırasında görülen bulutlar gibi çökmüş olan acı dolu sis yüzünden bu isteğinin de farkında değildi.
Zaman geçerken acı çekmediği süreler olduğunu sezdi. Düzenli aralarla oluyordu.
Bu sersemlikten önceki yoğun karanlıktan kurtulduğundan beri ilk kez kafasında bir düşünce belirdi. Revere Kıyısında, kumsaldan uzanan bir kazıkla ilgiliydi.
Annesiyle babası onu çocukken sık sık Revere Kıyısına götürürlerdi. Ve o battaniyenin kazığı göz hapsine alabileceği bir yere serilmesi için ısrar ederdi. Bu ona gömülmüş bir ejderhanın dışarı uzanan dişi gibi gözükürdü. Oturup suyun yaklaşmasını, sonunda kazığın üzerini örtmesini seyretmekten çok hoşlanırdı. Ama saatler sonra o çürümüş kazık tekrar belirmeye başlardı. O arada sandviçlerini yemiş, babasının büyük termosundaki limonatayı son damlasına kadar içmiş olurlardı. Annesi artık eşyalarını toplayıp gitmenin zamanının geldiğini söylemeden tahtanın ucu kumsala vuran dalgaların arasında bir belirip bir kaybolmaya başlardı. Sonra gitgide daha iyi gözükürdü. O sırada çöpleri üzerinde
“Kumsalınızı Temiz Tutun” yazılı büyük varile atarlardı. Paulie’nin kumsalda oynadığı oyuncaklar toplanırdı…
(Artık bir fırtına bulutunun içinde yaşayan adam, benim adım bu, diye düşündü.
Paulie. Ben Paulie’yim. Annem bu gece güneşten yanan yerlerime bebek yağı
sürecek.)
…ve battaniye tekrar katlanırdı. O sırada kazık da iyice ortaya çıkmış olurdu.
Siyahımsı, yosunlu dümdüz yanlarına köpükler vururdu. Babası ona, “Buna gelgit neden oluyor,” diye anlatmaya çalışmıştı. Ama Paulie her şeye kazığın neden olduğunu biliyordu. Dalgalar gidip geliyor ama o kazık hep yerinde duruyordu.
Sadece insan bazen onu göremiyordu. Kazık olmasaydı, gelgit de olmayacaktı.
Bu anı kafasında dönmeye başladı. İnsanı çıldırtabilirdi bu. Uyuşuk bir sinek gibiydi. Bu anının ne olduğunu anlamaya çalıştı. Ama sesler uzun bir süre bunu engellediler.
zaaamaaaan
heeeerşeeey
haaatıurlaaaa
Sesler bazen sona eriyordu. Kendisi de öyle.
Şimdiyle… fırtına bulutunun dışındaki şimdiyle… ilgili ilk gerçekten berrak anısı bu “sona erme”ydi. Birdenbire bir tek kez bile soluk alamayacağını
anlıyordu. Bu da iyiydi. Uygundu. Hatta harikaydı. Acıya bir dereceye kadar dayanabilirdi. Ama her şeyin de bir haddi vardı. Artık bu oyundan çıkacağı için memnundu.
Sonra bir çift dudaklar onunkileri kavradı. Bu dudaklar kuru ve sertti ama yine de bir kadının ağzıydı. Ve kadının ağzından fışkıran rüzgâr adamınkine doldu.
Boğazından inerek ciğerini şişirdi. Sonra kadın dudaklarını çekti. Ve adam ilk kez o zaman gardiyanın kokusunu aldı. Bu kokuyu kadının zorla içine yolladığı
soluğunda duydu. Bu bir erkeğin onu istemeyen bir kadına zorla sahip olması gibi bir şeydi. Ve gardiyanının soluğu pek kötü kokuyordu. Vanil-yalı kurabiye, çikolatalı dondurma, tavuk salçası ve fıstık ezmeli şekerleme kokularının bir karışımıydı bu.
Birinin ciyak ciyak bağırdığını duydu. “Soluk al! Lanet olsun! Soluk al! Paul!”
Dudaklar yine ağzını bir kıskaç gibi kavradı. Soluk tekrar boğazından aşağıya indi. Hızla giden bir metro trenini izleyen ve peşinden gazetelerle çikolata kâğıtlannı sürükleyen ıslak ve pis kokulu bir rüzgâr gibi. Sonra dudaklar çekildi.
Sakın bu havayı burnundan vereyim deme, diye düşündü. Ama bunu yapmamak elinde değildi. O koku! O koku! O iğrenç koku!
Kendi kendine, alacağım, dedi. Her istediğini yapacağım ama lütfen aynı şeyi tekrarlama. Mikroplannı bana bulaştırma. Gelgele-lim soluk alamadan dudaklar yeniden ağzına yapıştı. Tuzlanmış deri şeritler kadar ölü ve kuru olan o dudaklar. Ve kadın yine onun ırzına geçiyormuş gibi soluğunu ciğerlerine gönderdi.
Kadın dudaklannı çektiği zaman bu kez .o pis soluğu vermedi. Aşağıya doğru iterek derin bir soluk aldı. Havayı iyice içine çekti. Sonra soluk verdi. Ve göremediği göğsünün tekrar kabarmasını bekledi. Göğsü bütün ömrü boyunca ondan yardım beklemeden böyle yapmıştı. Ama göğsü kımıldamayınca yine inler gibi derin bir soluk daha aldı. Ve sonunda kendi kendine solumaya başladı. Elinden geldiğince hızlı soluyor, kadının içindeki tadını ve kokusunu atmaya çalışıyordu.
Normal hava o zamana dek hiç bu kadar güzel gelmemişti. Kafası tekrar bulanmaya başladı, karanlıklaşan dünya tümüyle ortadan kaybolmadan kadının, “Öff…” diye mınldandığını duydu. “Az kalsın gidiyordun.”
Ama gitmedim, diye düşünürken uykuya daldı.
Rüyasında kazığı gördü. Bu öyle gerçek gibiydi ki, neredeyse uzanacak ve avucunu çatlak tahtanın yaptığı yeşil siyah kavise sürecekti.
Uyanıp yeniden yan baygın haline döndüğü zaman son durumuyla o kazık arasında bir bağ kurdu. Birdenbire oldu bu. Can acısı kesilip kesilip tekrar başlamıyordu. Acısı o kazık gibiydi. Aslında bir anı olan rüyadan çıkan ders buydu. Can acısı sadece azalıp ar-tıyormuş gibi gözüküyordu. Can acısı o kazık gibiydi. Bazen üzeri örtülüyor, bazen ortaya çıkıyordu. Ama hep vardı. Can acısı
etrafını sarmış olan taş grisi bulutun arasında onu hırpalamadığı zaman sessiz bir minnet duyuyor ama kanmıyordu artık. Acı hâlâ oradaydı ve geri döneceği anı
bekliyordu. Ve bir değil, iki kazık vardı. Can acısı o kazıklardı. Kafasının önemli bir bölümü gerçeği kavramadan çok önce beyninin bir noktası bunu anlamıştı. O parçalanmış kazıklar kendi kınk bacaklanydı.
Ama ancak uzun bir süre sonra dudaklannı birbirine yapıştırmış olan kuru tükürükleri parçalamayı ve kadına boğuk boğuk, “Neredeyim?” diye sormayı
başardı. Kadın başucunda oturuyordu. Elinde bir kitap vardı. Kitabın yazannın adı Paul Sheldon’du. Bunun kendi adı olduğunu anımsadı ve hayret de duymadı.
Kadın, “Colorado’da,” dedi. “Sidewinder’da. Adım Annie Wilkes. Ve ben…”
Paul, “Biliyorum,” diye mınldandı. “Sen benim bir numaralı okuyucumsun.”
Annie gülümsedi. “Evet. Gerçekten öyle.”
Karanlık. Sonra can acısı ve sis. Sonra azabın sürekli olduğunu ama zaman zaman endişeyle gömüldüğünü kavraması. İlk gerçek anı: Kadının pis kokulu soluğuyla ırzına geçerek onu hayata döndürmesi.
Ondan sonraki gerçek anı: Kadının düzgün aralıklarla ağzına kapsüle benzer bir şeyler tıkması. Ama kadın ona su vermiyor ve haplar Paul’ün dilinin üzerinde kalıyordu. Eridikleri zaman ağzına şaşılacak kadar acılık bırakıyordu. Biraz aspirininkine benzeyen bir tad. Bu acılıktan kurtulmak için tükürmek iyi olacaktı. Ama böyle yapmaması gerektiğini biliyordu. Çünkü dalgaların kazığın üzerini örtmelerini o acılık sağlıyordu.
(“KAZIKLAR. Kazıklar. İKİ kazık. Pekâlâ. İki kazık var. Tamam. Artık sus.
Hişş… Hişşş…”)
Ve bu tad sanki acısı sona ermiş gibi bir etki yapıyordu.
Paul bütün bunlan uzun aralıklarla düşündü. Ama can acısı azalmayıp aşınırken dış şeyler daha hızlı etki yapmaya başladı. Sonunda nesnel dünya, bütün o anı, tecrübe ve ön yargı yüküyle tekrar eski yerini aldı. O Paul Sheldon’du. İki kez evlenmiş ve boşanmıştı. Fazla sigara içiyordu. (Ya da bütün bunlardan önce öyleydi. Bu, “Bütün bunlar” neydiyse?) Başına çok korkunç bir şey gelmişti ama hâlâ yaşıyordu. O koyu kurşuni bulut gitgide daha hızlı kaybolmaya başladı. Bir numaralı okuyucu ona garip sesli, eski püskü yazı makinesini bir süre sonra getirecekti. Ama Paul bundan çok önce başının belada olduğunu anladı.
Yazann kafasının her şeyi önceden bilen tarafı kadını gördü. Onu gördüğünü daha fark etmeden. Ve herhalde Annie’yi anladı. Daha onu anladığını bilmeden önce.
Yoksa o tehlikeli hayalleri kadına bağlaması için bir neden var mıydı? Onun her odaya girişinde Paul’ün aklına H. Rider Haggard’ın romanlannda batıl inançları
olan Afrikalılann taptıklan putlar, taşlar ve felaket geliyordu.
Annie Wilkes’i “O” ve “Hazreti Süleymanın Hazineleri” ro-manlanndaki bir Afrika tanrıçasına benzetmek hem çok gülünç, hem de garip bir biçimde pek uygundu.
İriyan bir kadındı. Kurşuni hırkasını kabartan iri ama biçimsiz göğüsleri dışında vücudunda kadınca hiçbir yuvarlak hat yoktu. Kalçalan da, kabaetleri de, hatta evde giydiği o sayısız yün eteğinin altından gözüken baldırlan da yuvarlak değildi. (Annie dışanda iş yapacağı zaman Paul’ün görmediği yatak odasına giderek kot pantolon giyiyordu.) Vücudu iriydi ama dolgun değildi.
En önemlisi Paul’de pek rahatsız edici bir duygu uyandınyor-du. Sanki Annie tümüyle ettendi. Som bir vücuttu onunki. Damar-lan ve hatta iç organlan bile yoktu. Bir yandan diğerine, tepesinden tırnağına kadar etten oluşmuştu. Onun oynuyormuş gibi gözüken gözlerinin aslında suratına boyayla yapılmış olduğuna gitgide daha çok inanıyordu. Portrelerin gözleri gibiydi bunlar. Odada dolaşırken portrelerin gözleri sizi izliyormuş gibi gelmez miydi? İki parmağını
V gibi tutarak uçlannı Annie’nin burun deliklerine sokarsa üç milim sonra hafif esnek ama kalın bir engelle karşılaşacağından emindi. Hatta onun kurşuni hırkasıyla biçimsiz ev eteklerinin ve soluk kot pantolonun o lifli, som, içinde hiçbir boşluk bulunmayan vücudunun bir parçası olduğunu düşünüyordu. İşte bu yüzden onu heyecanlı bir romandaki bir tanrıçaya benzetmesi şaşılacak bir şey sayılmazdı. Annie de bir tannça gibi insanda bir tek duygu uyandırıyordu. Gitgide artarak dehşete yaklaşan bir endişe. Kadın bir tannça gibi her şeyi alıyordu.
Hayır, hayır, bir dakika. Bu haksız bir sözdü. Kadın bir şey daha veriyordu.
Dalgalann kazığın üzerini örtmelerini sağlayan o kapsülleri.
Haplar denizdi. Annie Wilkes ise onlan dalgalann üzerindeki çöpler gibi ağzına çekmesini sağlayan ay. Her altı saatte bir ona iki kapsül getiriyordu. Paul onun geldiğini ağzına giren parmaklardan anlıyordu. (Ve çok geçmeden haplann acılığına rağmen bunlan o parmaklann arasından çabucak almayı öğrendi.) Kadın daha sonra hırkası ve altı etekliğinden birinin içinde beliriyordu. Genellikle kolunun altında Paul’ün romanlanndan biri oluyordu. Geceleri ise tüylü, pembe bir sabahlıkla gözüküyordu. Yüzü sürdüğü kremden pınl pınldı. (Krem kavanozunu hiç görmemişti ama bunun içindeki ana maddeyi kolaylıkla söyleyebilirdi.
Lanolinin insana koyunlan hatırlatan kokusu çok keskindi.) Kadın onu rüyalarla dolu ağır uykusundan sarsarak uyandınyor, geniş omzunun üzerinden dışardaki çiçek bozuğu ay gözüküyordu.
Bir süre sonra endişesi görmezden gelinmeyecek kadar arttı ve Annie’nin ona ne içirdiğini öğrendi. Novril adlı kodeinli bir ağn kesiciydi. Kadının ona sürgüyü
ender getirmesinin nedeni de sadece je-latinli ve sıvı besinler alması değil, aynı zamanda Novril’in hastalarda kabızlık yapmasıydı. (Paul daha önce o bulutun içinde yaşarken Annie ona damardan besin vermişti.) İlacın ciddi bir yan etkisi daha vardı. Hassas hastalarda solunumu etkiliyordu. On sekiz yıldan beri sigara içmesine rağmen Paul’ün bünyesi pek hassas sayılmazdı. Ama yine de en aşağı bir kez solunumu durmuştu. (Belki o sisler arasında geçirdiği sürede yine böyle şeyler olmuştu ama onlan hatırlamıyordu.) İşte kadın o sıralarda ona suni solunum yaptırmıştı. Ağızdan ağı-za. Bu sadece bir rastlantı olabilirdi. Ama daha sonra Annie’nin ona farkına varmadan fazla dozda ilaç verdiğinden ve ölmesine ramak kaldığından kuşkulanacaktı. Kadın ne yaptığını, sandığı kadar bilmiyordu. Annie’nin Paul’ü korkutan yanlanndan biri de buydu.
O karanlık buluttan sıynldıktan on gün kadar sonra üç şeyi hemen hemen aynı anda fark etti. Annie Wilkes’da bol miktarda Novril vardı. (Türlü ilaç vardı onda zaten.) İkincisi Paul, Novril’e alışmıştı. Üçüncüsü, Annie Wilkes tehlikeli bir deliydi.