Roman (Yerli)

SELMA VE GÖLGESİ – PEYAMİ SAFA

Vapur kalabalık değildi. İki arkadaş tenha bir köşeye oturdular. Halim tabakasını Nevzat’a uzatarak:

— Anlat! dedi, mektupların beni çok meraka düşürdü. Hem büyük bir aşktan bahsediyorsun, hem de ne olduğunu yazmıyorsun. Kim bu kadın? Nerede ve ne zaman seviştiniz? Ne oldu? Biraz da bunu merak ettiğim için atlayıp trene geldim. Neden mektuplarında vakayı anlatmıyordun?

— Seni görmek istiyordum. Az daha ben de atlayıp trene Ankara’ya gelecektim. Mektupla anlatılır şey değil bu.

Halim, Nevzat’ın bu sözleri söylerken önüne bakmasından ve büyük bir meselenin taze buruşuklarıyla dolu alnını parmaklarımın ucu ile okşamasından anladı ki, vaziyet ciddidir. Bekledi.

Nevzat, arkadaşında sabırlı bir dikkat uyandığına emin olunca anlatmaya başladı:

— Evvela sana meseleyi üç kelime ile hulasa edeyim: Dul bir kadın seviyorum, evlenmek istiyorum, fakat korkuyorum. Sevgim kadar büyük bir korkum var. Bu iki his çarpışıyor ve bazen bana intiharı düşündürecek kadar azap veriyor. Seviyor ve korkuyorum. Fakat bu bizim bildiğimiz tecrübesiz bekar korkularından hiçbiri değil: Bıkmak korkusu değil; sevilmemek korkusu değil; anlaşmamak veya anlaşılmamak korkusu değil; aldatılmak korkusu değil, sukutu hayale uğramak korkusu değil. İki kelime ile, sadece, ölüm korkusu.

Arkadaşının sözlerinde beliren sorguya cevap vererek devam etti:

— Evet, ölüm korkusu. Meseleyi mesele yapan da yalnız bu: Ölüm korkusu. Hayale kapılıyorum sanma. Bu kadınla evlenirsem ölmekten korkuyorum.

Benim kuruntulu bir adam olmadığımı bilirsin. Fakat şimdi gidiyoruz, göreceksin.

Bu kadın, bu harikulade güzel kadın insana aşkı ve ölüm korkusunu bir anda veriyor. Mübalağa etmediğimi göreceksin. Bunlar biraz romantik sözler gibi gelir sana. Fakat işin bir de hakikat tarafı var. Bu kadının babası intihar etmiş.

Vaktiyle… Selma on yedi yaşında bir kızken, bu kadar da değil. Selma evlenmiş, yedi ay sonra birinci kocası da intihar etmiş. Aradan bir sene kadar geçiyor, on bir yaşındaki beslemesi de kendini balkondan aşağı atarak intihar ediyor. Dahası var.

Selma bir daha evlenmiş, dört ay sonra ikinci kocası da intihar etmiş. Bütün bu vak’alar ayrı ayrı yerlerde

cereyan ediyor. Babasının vak’ası Trabzon’da. Birinci kocası Viyana’da kendini öldürüyor. Balayı için Avrupa’ya gittikleri zaman. Kadın İzmir’e geliyor, orada da beslemesi, on bir yaşında çocuk balkondan kendini atıyor.

Son vak’a Edirne’de. Hiçbir şehir Selma’yı iyice tanımıyor. Hayatı Anadolu’da, Arabistan’da ve Avrupa’da seyahatlerle geçmiş. Elinin keskin bir hareketiyle ilave etti:

— Bütün bunları bırak. Şimdi kendisini görecek ve bana hak vereceksin.

Eğer bunları sana söylemeseydim, hiçbir şey bilmeseydin, gene Selma’yı gördükten sonra bana diyecektin ki: “Bu kadın aşkı ve ölümü bir anda hatıra getiriyor.” O

kadar güzel, cazip; o kadar da karanlık, sır dolu bir kadın. Emin ol ki mübalağa etmiyorum.

Halim arkadaşının anlattıklarını gözleriyle görüyormuş gibi dikkat ve hayret içinde:

— Garip şey! dedi, adeta inanamıyorum. Doğru olduğuna emin misin?

Kim anlattı bunları sana?..

— Kendisi ve onu tanıyan bir iki kişi. Eminim. Resimler var, gazeteler var, gösterdi bana kendisi. Eminim.

Halim tekrarladı:

— Garip şey! Bu kadar tesadüfün yan yana gelmesi garip. Dört intihar!

Sebepleri neymiş?

— Babasının vak’ası şöyle bir şey: Kendisi de en çok bundan bahsediyor.

Güçlü kuvvetli bir adammış. Selma da boylu boslu. Fakat sonraları fena bir sıtma çekmeye başlamış.

— Selma mı?

— Hayır, babası. Gel zaman, git zaman sinirleri bozulmuş. Onu asıl sarsan şey bir dava. Bir arazi davası. Çok kin beslediği bir hasmı varmış. Dokuz sene süren bu davadan sonra Selma’nın babası kaybeder. İşte bu netice onun sinirleri üstüne yıldırım tesiri yapmış ve intiharına sebep olmuş. Selma bu vak’ayı anlatırken babasının bütün ıstıraplarını yaşıyormuş gibi heyecana gelir. Hala bu felaketi hazmedememiş.

— Ya ötekiler?..

— Selma onlardan çok az bahseder. Zehir gibi acı bir gülüşle “insan ruhu bu” deyip geçiyor. Her defasında sarardığını ve titrediğini gördüm. İki kocasının da intiharına sarih bir sebep gösteremiyor. Anlayabildiğim şey bir aşk buhranından ibaret. Beni korkutan da bu ya! Çünkü Selma’nın aşk meselesinde korkunç bir tezi var: “Sevmek ve ölmek birbirinden ayrı şeyler değildir” diyor. Seven erkek ölüme hazır olmalı. Selma başka delile inanmıyor. Aşk teminatından, yeminlerden, mektuplardan nefret ediyor. Karışık sözlerinden bunları anlayabildim. Çünkü hiç düzgün, silsileli konuşmaz. Lakırdıları sarih değildir. Bütün mesele burada. Sana başka bir garip şey söyleyeyim: Bu kadın Edirne’den İstanbul’a geleli dört sene olmuş. O zamandan beri, Çubuklu’da büyük bir yalıda tek başına oturuyor. Dört seneden beri bir defa bile İstanbul’a inmemiş! Halim sıçradı:

— Ne diyorsun!

— Evet. Ne vapura, ne sandala biniyor; iskele civarında görünmüyor; hep tenha yollarda ve koruda tek başına geziyor. Onu gören çocuklar “hayalet geliyor!”

diye bağırırlarmış.

Halim tekrarladı:

— Ne diyorsun! Bir efsane kadını bu.

— En büyük cazibelerinden biri de bu ya.

— Peki… Allah Allah… Nerede tanıdın bunu… Nasıl oldu?.. Beni de çıldırtıcı bir merak sardı. Adeta… Vapurun daha hızlı gitmesini istiyorum.

— İşte tıpkı böyle, senin gibi. Üç ay evvel bir arkadaşımın dayısı, mütekait bir miralay bize bu kadından bahsetti. Onu tanıyormuş. Ben de çılgınca bir meraka düştüm. Adama rica ettim. O beni Selma’ya götürdü. Çünkü bu adamın da Selma hakkında başka birinin fikirlerine ihtiyacı vardı. Anlıyorsun değil mi? Bir muamma etrafında birleşmek ihtiyacı. Salim Bey. Şükrü’nün dayısı. Sen tanımazsın. Beni sever.

— O Selma’yı nerede tanımış?

— Edirne’de.

Vapur iskeleye yaklaşıyordu. Nevzat eldivenlerini arayarak:

— Haydi! dedi, geldik. Bugün Salim de oradadır, bir de karısı.

Başkası gelmez. Haftalarca hizmetçisinden ve alıcısından başka kimsenin yüzünü görmediği olur.

İskeleye çıktıkları zaman ilkbaharı İstanbul’da bıraktıklarım anladılar.

Boğaziçi’nde kış devam ediyordu. Birdenbire poyraza çeviren sert hava onları koşturdu. Halim arkadaşının sevenlere mahsus bir itina ile ayakkabılarına tek leke kondurmamak için yolun temiz taraflarını seçerek zikzak yürüdüğüne, papyon boyunbağının uçlarını düzelttiğine ve şapkasını çıkararak saçlarını avuçlarıyla taradığına dikkat ederek düşündü: “Aşık!” Nevzat onun bu düşüncesine refakat eden hafif müstehzi gülüşünü görmüştü. Hemen elini başından çekti, bir mazeret aradı, bulamadı ve itiraf etti:

— Tabii, dedi, yaklaşıyoruz. İşte, şu kapı!

Önden koştu ve bir tahta kapının ipini çekti. Viran bir bahçeden geçtiler.

Hizmetçi onları alt katta, bahçe üstünde, pencereleri geniş ve tavanı yüksek olduğu halde karanlık bir salona aldı. İstorlar yarından fazla kapanıktı ve kalın, siyah kenar perdeleri normalden çok fazla enliydi, hep koyu renkli eşya, siyah ampir takım odayı büsbütün karartıyordu. Nevzat, etrafına hayretle bakan arkadaşına bir koltuk göstererek:

— Karanlığa ve siyahlığa hayret ettin, değil mi? diye sordu.

— Evet.

Nevzat kapıya bakarak, alçak sesle:

— Evet, dedi, Selma karanlığı ve siyah rengi sever. Gürültüden ve yüksek sesten hoşlanmaz. Kendisi de kulağa söylüyormuş gibi fısıltılarla konuşur. Bak, deniz üstünde değiliz. Çünkü denizin sesinden hiç hoşlanmıyor.

— Niçin yalıda oturuyor?

— Denizin yalnız manzarasını seviyor, iyi havalarda deniz tarafına gidiyor, sulara bakıyor. Fakat biraz rüzgar olursa bu tarafa geliyor ve hep bahçe üstünde yatıyor. Uğultusuna tahammül edemediği için kayıkhaneyi yıktırmış.

— Asabi bir hastalığı var diyeceğim geliyor. Nevzat arkadaşının bu tahminini duymamış gibi:

— Senin bu yalıya girebilmen istisnadır, dedi, kimseyi kabul etmez Bir gururu gizlemek ister gibi başım önüne eğerek ilave etti:

— Nedense bana itimadı var. Çok rica ettim, hatırımı kırmadı. Gözlerini kapıya diken Nevzat, arkadaşımın sabırsızlığına dikkat ederek:

— Öyledir, dedi, bekletir. Geç gelir. Bana da öyle yapar. Bazen yarım saat beklediğim olur.

Halim gözlerini etrafına çevirerek sordu:

— Bu yalıyı da kendisine benzetmiş değil mi?

— Tıpkı! Bak! Yalının içinde hiçbir çıtırtı duymayacaksın. Sofalarda koşan, merdivenlerden hızla inip çıkan, yüksek sesle konuşan yoktur. Halim geniş

ampir divana ve Nevzat’ın yüzüne baktı:

— Bunun üstünde hatıraların var mı?

— Sus! Onu sorma! Bu karanlık kadın, o bahiste hiç kimsenin tadamayacağı lezzetlerle doludur. Ne ihtiras! Adeta bir dişi kaplan! Burada iki güzel yastık daha vardı.

— Ne oldu?

— Parçalandı.

Sustular. Halim başını sallayarak mırıldandı:

— Sana hak veriyorum.

— Dur, daha kendisini görmedin.

— Evlenmesen ve bu böyle devam etse olmaz mı?

Kapının kanadı aralandı. Doğruldular. Bir siyahlık. Nevzat arkadaşına gözleriyle haber verdi: O.

Kanat ağır ağır açıldı ve içeriye uzun bir boy üstünde siyah bir esvap, açık buğday rengi bir yüz üstünde iri gözler girdi.

Fakat Selma, çok tereddütle attığı bir adımdan sonra durmuş, hiç kımıldamadan, gözlerini hiç kırpmadan, başı biraz arkaya doğru meyilli, gövdesi dimdik, bir tül içinde görünen güzel kolları birbirine muvazi olarak aşağı bırakılmış, uzun parmaklı, ince ve ihtiraslı elleri bir şey sıkar gibi kapalı, Halim’e bakıyordu.

Nevzat yaklaştı ve Halim’i takdim etti, fakat sadece “arkadaşım” dedi, ismini söylemedi. Ağır ağır fakat çok ağır bir elini kaldırarak Halim’e uzatan Selma’nın vücudunda kolundan başka hiçbir nokta kımıldamamış, gözleri hala bir kere bile kapanıp açılmamıştı. Onun bu hali o kadar gayritabii idi ki…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Elias Canetti – Gözlerin Oyunu

Editor

Hayatımın Aşkı

Editor

Kara Kitap – Orhan Pamuk

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası