Roman (Yerli)

Şemspare

Şemspare – Elif Şafak

“Kararır gökyüzü bazen;
kasvetli bulutlar kaplar semayı.
Hayatın ritmi durağanlaşır, sohbetler bildikleşir,
içimizde birikir yalnızlık hissi.
Nasıl özleriz güneşi o zaman,
griler içinde aradığımız
bir tutam renk demeti.
Peri tozu gibi, inceden.

Gönülden yazılmış her roman,
her hikâye, her kelime
bir şemsparedir…
Güneş parçası…

Düşer omuzlarımıza,
kar tanesi gibi usulca,
yağmur gibi yıkar ruhumuzu, arındırır tozdan kirden tekdüzeliklerden…

Gurbet

Gurbet tuhaf bir kelimedir, söyler söylemez ağızda kek­remsi bir tat bırakır. Dil üstünde bir katre kaya tuzu, kolay kolay erimeyen. Bir saklı burukluk, kendini hemen ele ver­meyen. “Tarif et” deseler, edemezsin. Bir şey hep yarım kalır, bir nokta hep eksik. Kabataslak anlatır ama tam karşılığını bulamazsın. Bir kez telaffuz eder, bir an duraklarsın. Öyle kelimeler vardır ki, istesen bile hafife alamazsın.

Gurbet kelimesini öyle şıp diye bir başka dile çeviremezsin mesela. Farklı farklı kavramlar ve ifadelere başvurursun ay­nı anlamı yakalayabilmek için. Baktın ki doğrudan aktaramı­yorsun, dolaylı anlatımı denersin: Anavatan, sıla, memleket, hasret, uzak, ayrılık, geçmiş… Hepsini kullanmaya kalkarsın bir ya da birkaç cümle içinde, gene de olmaz. Sabun gibi kayıverir avuçlarının arasından kelimenin mânâsı. Rüzgâra ya­kalanmış uçurtma gibi savruluverir. Tutamazsın.

Bir türlü kelimenin karşılığına denk gelemezsin Batı dil­lerinde. Uzun yıllardır göç veren, insanlarını ya ekonomik, ya politik, ya dinsel, ya duygusal sebeplerle uzaklara gönderen, sürgünlere yollayan, yokluğuna mahkûm eden toplumlarda bulursun ancak “gurbet” kelimesini. Göç almaya alışkın, ge­lişmiş ve müreffeh Batı toplumlarının sözlüklerinde yoktur böyle bir tını… Ne de böyle bir hüzün, böyle bir diken gramer­lerinde.

Gurbet görünmez bir kıymıktır çünkü, batar etine; derinin altında, parmağının ucunda sıkışmış kalmıştır, yaşar seninle. Çıkarmaya kalksan çıkaramazsın, göstermek istesen onu da yapamazsın. Etin kemiğindir artık, bedeninden bir parça. Ay­rılmaz bir uzvundur, ne kadar yabancı, ayrıksı olsa da.

Tam yirmi yedi senedir gurbette yaşayan bir Türk aileyle tanıştım. Kapılarını açtılar, yüreklerinin perdesini araladılar. Onlar anlattı, ben dinledim. Fotoğraflara baktık Uzun uzun. Artık üretilmeyen kartpostallar, nicedir hayatta olmayan ak­rabalar, bir gölgeden ibaret anılar, binlerce kez anlatılmış askerlik hatıraları, darbe sonrası memleketimden insan man­zaraları…

Torunlar bizimle oturdu, çaktırmadan tebessüm ettiler duygusallığımıza. İngilizceyi su gibi, Türkçeyi aksanlı ve kı­rık dökük konuşan, anadillerinde hiç kitap okumayan, Türki­ye’ye dair kallavi ve sabit fikirleri olan gençler… Türk asıllı Ingilizler. Dışarıda çayı porselen fincanda ve sütlü, evde ise muhakkak demli ve ince belli cam bardaklarda içenler.

“Bir gün döneriz” diyor babalan, sonra kaşlarıyla en genç oğlunu işaret ediyor: “Ama bunlar dönmez. Yazlan gidince bi­le yadırgıyorlar.”

Köşede oturan yaşlı dede inceliyor beni, konuşmuyor. Kulaklarının iyi işitmediğini, aklının ise bir gelip bir gittiğini söylüyorlar. İlk başlarda ne vakit söz alsam ona da sesleniyo­rum ama çok geçmeden ben de diğerleri gibi kanıksıyorum onun var ile yok arası sessiz tanıklığını. Bir tuhaf eşya gibi kenarda duruyor. Ben de görmez oluyorum. Çaylar, börekler ve kenarından tırtıkladığım incir tatlısının ardından ayrılmak üzereyken aniden arkamdan birisi sesleniyor. Dönüp ba­kıyorum ki dede. Yanına gidiyoruz, sesi boğuk bir hırıltı gibi çıkıyor.

Rahatsız ettim endişesiyle birkaç kelime geveliyorum. Aile­nin gelini imdada yetişiyor. Yazar olduğumu söylüyor. “Edebi­yatçı kısmı böyle meraklı olur” dercesine. Ama yaşlı adam ik­na olmuşa benzemiyor, gözleri üzerimde; hatta hafif sinirleni­yor bize, ne dediğini anlamadık diye. Tekrar ediyor. Ancak o zaman anlıyorum deminden beri ne dediğini: “Bana niye sor­madın?”

Bana niye sormadın hikâyemi? Onlara sordun da bana ni­ye anlattırmadın? Çantamı bırakıp yanına oturuyorum. Ona soruyorum bu sefer seneler evvel buralara nasıl geldiğini. Başlıyor anlatmaya. Söylediklerinden bir şey anlaşılmıyor, sesi bozuk bir gramofondan yükselen eski bir türkü gibi tanı­dık, inip çıkıyor. Dinliyorum. Ne anladığımın, hatta ne konu­şulduğunun bile önemi yok. Önemli olan onun anlatıyor ol­ması. Ayrılırken bir cümleyi yakalayıveriyorum.

Dişsiz ağzın­dan topladığım birkaç hece düşüyor önüme. îpi kopmuş tes­pih taneleri gibi.

“Taş yerinde ağırdır” diyor gülümseyerek. “Bizim bir ağır­lığımız kalmadı bu dünyada.”

Sessizce çıkıyorum oradan. Kapanıyor kapı ardımdan.

Bir gurbet sahnesidir tanık olduğum; avuçlarımda, saçla­rımda kelimeler…

***

Birbirine “Tutunamayanlar”

Erkek, kadını çoook sevdi. Ve çabuk sildi. Aşklarını da, ayrılıklarını da büyük çalkantılarla yaşamayı huy edinenlerdendi. Hikâyesini bana anlattığında ilgilenmedim evvela. Belki de önyargılıydım ona karşı.

“Dinle” dedi. “Bir de benden işit şunu.”

Serseri ruhluydu, kolay kolay kimselere bağlanmaz tipler­den. “Önce bir hayatın cilvelerini göreyim, sonra kendimi keş­fedeyim, derken bir kez de 80 günde devriâlem edeyim; valla ancak o zaman bir yuva kurmayı aklımdan geçirebilirim” der­di her zaman.

O daha bebekken leylek sürüleri beşiğinin üzerinden uç­muştu; yerinde duramaz, bir yastıkta kocayamaz, bir adrese bağlanamazdı. Ofisinin, evinin duvarlarında farklı diyarlar­dan getirilmiş onlarca resim ve eşya vardı. Güney Afrika’da, Kuzey Amerika’da, Uzakdoğu’da çekilmiş fotoğrafları süsler­di etrafı. Meditasyon yapmışlığı, hatta Hindistan’da bir aşramda bulunmuşluğu da vardı. Ama öyle el etek çekerek ya­şamak ona göre değildi doğrusu.

Nefsi ona batmazdı. Tam tersine, nefsi ile ahbaptı.

Yapacak işleri vardı; gezilecek yerler, kazanılacak başarı­lar. Bunu hiç dile getirmese de başka kadınlar tanımak isti­yordu, içlerinden birine “Karım” demeden evvel. Sadakat, ye­di harfli bir kelimeden ibaretti onun için. Mümkün mertebe kullanmazdı. Kendini burjuva ilişkilerin üzerinde görür, baş­kaları için geçerli olan ölçütlerin onu zerre kadar bağlamaya­cağına inanırdı.

Zor adamdı. Kendince ilkeleri vardı. Siyasetten hoşlanmazdı. Yerli sanatçıların hiçbirini beğenmezdi. Kolay burun kıvırırdı. Yerli roman okumazdı. Caz dinler, Amerikan edebi­yatı takip ederdi. Reklam sektörün deydi.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Yılgın Türkler (Cep Boy)

Editor

Öteki

Editor

Dönüş

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası