Senin Adın Bile Geçmedi
Çalıkuşu Feride günlüğünün arka kapağına mavi mürekkeple yazarak bitirirdi sözde yaşam öyküsünü… “Bu geceye kadar hep bir parça senindim Kâmran” diye, anımsar mısın? Bir başkasının kadını olmaya giderken ebediyete dek Kâmran’a teslim ederdi aslında kendini… Yazar ve bırakırdı… Kâğıda, tarihe, boşluğa, aslında sevgiliye…
Bu konuştuklarımız kâğıda dökülürken, tüm albümler ve sandıklar bir bir açılırken aslında serüvenin sonunun olmadığını gördük…
Bu yüzden sevinçliyiz değil mi Tolga? Hep sevilebileceğimizi ve sevebileceğimiz birinin birden çıkıp gelebileceğini, yine yeni yeniden başlayabileceğimizi gördük…İyi ki bu yaz bu kitabı bitirdik…Tarihe, kâğıda, boşluğa, gitmiş ya da gelecek sevgiliye ve diğerlerine kaldı gerisi…
Gözlerinden öperim…
Alaçatı, 2009, İclâl
İLK SÖZLER
Aslında…
Çoğu kitabın girişinde o kitabı adadığımız birinin adı olur…
Bu kez karat veremedik.
En çok sevilen, sevildiği sanılan mı, bir kişi mi, hiçbiri
Baktık ki uzun bir liste olacak… Sadece neşe ve mutlulukla anılanlar değil, en acı ayak izini bırakanlar dahi o “sandık odası”nın bir parçası olmuş
O halde ömrümüzden geçmiş her kişiye…
İclâl Aydın
Tolga Meriç
Temmuz. 2009
I
Birini sevmeye beni benden daha iyi kimse ikna edemez…
Okuma lambası
Konuşacağız.
Hiç durmadan, bıkmak nedir bilmeden, mutluluktan ve acıdan katılıp katana kadar aşktan konuşacağız.
Gelmişimizle ve geçmişimizle,
incitmebeni ve kahkaha çiçekleriyle,
kitaplar. Filmler, şarkılar ve şaraplarla,
baharlarla ve kışlarla,
çarpıntılar ve durulmalarla,
dağılmalar ve toparlanmalarla,
düşmeler, çakılmalar, sakallanıp kalmalar
ya da unutup yeniden ayağa kalkmalarla,
bütün başlangıçlar ve bütün sonlarla.
İstanbul’da, şu cehennem sıcaklarında, konuşmaktan uyuşana kadar bitmeyecek söyleyeceklerimiz.
Kitap boyunca beni konuşmaya çağıracak kişi, Tolga, tuhaf bir aşk yaşıyor şu günlerde. Aynı kişiye ikinciye âşık olmuş. Aradan yıllar geçmiş ve karşılaştı ki anında yeniden âşık olmuş. Sabahlara kadar konuşuyorlarmış. Aşkları sohbet olup çıkmış.
Birbirlerini sevip hırpalıyorlarmış konuşarak. Her gece bir an geliyor ve ağlamaya başlıyorlarmış. Neredeyse hiç uyumuyorlarmış, “Ölüyoruz şu mutlu yorgunlukla,” diyor. Öyle bir yorgunlukları çıkıp geliyor beni konuşturmaya.
Bu kitap için Önerdiği yöntem nehir söyleşi değil.
Yanıt vermemi istemiyor. Yanıt verilecek sorular sormuyor.
“Aşkı konuşmanın yöntemi bu olamazmış gibi geliyor bana,” diyor.
Bu yüzden de, geniş geniş temalar seçip, çeşit çeşit uçlar veren sorular tasarlıyor. Soruyor ve susuyor. Araya neredeyse hiç girmiyor. Alıp başka yere götürmüyor. Ben sustuğumda bile susup, aynı yerde kalmamı istiyor. Susuyor ve tamamlamamı
Yanıt vermemi değil, anlatmamı istiyor…
Hava çok sıcak…
Kimi akşamlar balkonda, kimi günler kahvaltıda başlıyoruz konuşmaya.
Şehir gürültüsüne pervanelerin vızıltısı karışıyor. Konuşmalarımız boyunca hep aynı şarkıcının eski yeni şarkılarını dinliyoruz. Ne tuhaf… Dijital kayıt cihazı ilk çalışmaya başladığında “Pardon” diyor Sezen Aksu.
Tanış mıydık ?
Sevmiş miydim ben sizi hiç?”
{ . . . ) Anlata anlata çok âşık olmuş bir kadındı. Yapmıştı bunu. Anlatıp âşık olmuş, aşklar yaşayıp anlatmıştı zamanında.
Ama artık anlatamıyor.
Hayır, yaşıyla ilgisi yok bu durumun.
Karşısına çıkanlarla da ilgisi yok aslında.
Bir şey olmuş ve insanları okuma biçimi değişmiş artık. Hem de baştan aşağı.
Büyük olasılıkla çok ama çok kötü şeyler olup bitmiş kalbinde.
Yalnız, bu işi karşı tarafa bırakmamış olmalı. Kalbini yakıp tutuşturma, paramparça etme iğini . Kendi kalbini kendisi kundaklamış olmalı. Yangını kendisi çıkarmış. Belli bu. Acıdan kaskatı kesilmiş ve mutlaka böyle yapmış olmalı. Yoksa anlatmaya devam ederdi kadın. Kesinlikle anlatır ve belki de asık olurdu yeniden. (…)
insan dönüşsüz eşiklerden atlıyor ayağa kalkabilmek için
Gün geliyor. insan çakılıp kaldığı yerden eskisi gibi kalkamıyor. Hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmuyor. Büyük kırılma noktalarından, dönüşsüz eşiklerden atlıyor ayağa kalkabilmek için Ya da ayağa kalktığında kendini o eşiği atlamış olarak buluyor. Öyle ya da böyle. Sonuç olarak bir daha asla geriye dönemiyor.
Hikâyeler yazıp anlatarak kendi kendini aşka ikna etmesi güçleşiyor. Bir şey olup bitiyor ve n şey. her şeyi birden acımasızca ve alabildiğine çirkin bir biçimde deşifre ediyor. Bu çok kötü deşifrede anlam bulanıyor, değerler, inançlar ve umutlar yitip gidiyor. Kalp çarpıntıları duruyor ve o kalp bir daha eskisi gibi çarpmayacakmış sanıyor insan.
Daha yolun yansına bile gelmemişken insan kendini “Bundan sonra ne olacak ki?” diye sorarken yakalayabiliyor. “Bitti işte artık her şey,” diyebiliyor. (Çoğu zaman inanıyor da buna.)
Sanki… Flörtler, aşklar, evlilikler,,. Hepsi aynı geliyor göze. Ülkelerden, şehirlerden, dillerden ya da dinlerden bağımsız bir biçimde hem de. hikâyesini dinlesek aynı öldürücü monotonlukta söylüyor. Ne kadar farklı başlasa da her aşkın aynı yerde noktalandığına inanıyor insan.
Günün birinde insanların neden aşkta hep dipleri aradığını soruyoruz kendimize. Marazı aşkı anlamaya başlıyoruz o zaman. ‘Neden dünyanın en zengin, en yakışıklı ve en çapkın adamları sonunda bir erkekle mutlu olurlar?” sorusunu, “Başka ne olabilir ki?” gibi yalın ama alabildiğine geniş bir yanıtla kanıtlayabiliyoruz.., “Bu kadar basit iste! Başka ne olabilir ki?”
…
İLK SÖZLER
Aslında…
Çoğu kitabın girişinde o kitabı adadığımız birinin adı olur…
Bu kez karat veremedik.
En çok sevilen, sevildiği sanılan mı, bir kişi mi, hiçbiri
Baktık ki uzun bir liste olacak… Sadece neşe ve mutlulukla anılanlar değil, en acı ayak izini bırakanlar dahi o “sandık odası”nın bir parçası olmuş
O halde ömrümüzden geçmiş her kişiye…
İclâl Aydın
Tolga Meriç
Temmuz. 2009
I
Birini sevmeye beni benden daha iyi kimse ikna edemez…
Okuma lambası
Konuşacağız.
Hiç durmadan, bıkmak nedir bilmeden, mutluluktan ve acıdan katılıp katana kadar aşktan konuşacağız.
Gelmişimizle ve geçmişimizle,
incitmebeni ve kahkaha çiçekleriyle,
kitaplar. Filmler, şarkılar ve şaraplarla,
baharlarla ve kışlarla,
çarpıntılar ve durulmalarla,
dağılmalar ve toparlanmalarla,
düşmeler, çakılmalar, sakallanıp kalmalar
ya da unutup yeniden ayağa kalkmalarla,
bütün başlangıçlar ve bütün sonlarla.
İstanbul’da, şu cehennem sıcaklarında, konuşmaktan uyuşana kadar bitmeyecek söyleyeceklerimiz.
Kitap boyunca beni konuşmaya çağıracak kişi, Tolga, tuhaf bir aşk yaşıyor şu günlerde. Aynı kişiye ikinciye âşık olmuş. Aradan yıllar geçmiş ve karşılaştı ki anında yeniden âşık olmuş. Sabahlara kadar konuşuyorlarmış. Aşkları sohbet olup çıkmış.
Birbirlerini sevip hırpalıyorlarmış konuşarak. Her gece bir an geliyor ve ağlamaya başlıyorlarmış. Neredeyse hiç uyumuyorlarmış, “Ölüyoruz şu mutlu yorgunlukla,” diyor. Öyle bir yorgunlukları çıkıp geliyor beni konuşturmaya.
Bu kitap için Önerdiği yöntem nehir söyleşi değil.
Yanıt vermemi istemiyor. Yanıt verilecek sorular sormuyor.
“Aşkı konuşmanın yöntemi bu olamazmış gibi geliyor bana,” diyor.
Bu yüzden de, geniş geniş temalar seçip, çeşit çeşit uçlar veren sorular tasarlıyor. Soruyor ve susuyor. Araya neredeyse hiç girmiyor. Alıp başka yere götürmüyor. Ben sustuğumda bile susup, aynı yerde kalmamı istiyor. Susuyor ve tamamlamamı
Yanıt vermemi değil, anlatmamı istiyor…
Hava çok sıcak…
Kimi akşamlar balkonda, kimi günler kahvaltıda başlıyoruz konuşmaya.
Şehir gürültüsüne pervanelerin vızıltısı karışıyor. Konuşmalarımız boyunca hep aynı şarkıcının eski yeni şarkılarını dinliyoruz. Ne tuhaf… Dijital kayıt cihazı ilk çalışmaya başladığında “Pardon” diyor Sezen Aksu.
Tanış mıydık ?
Sevmiş miydim ben sizi hiç?”
{ . . . ) Anlata anlata çok âşık olmuş bir kadındı. Yapmıştı bunu. Anlatıp âşık olmuş, aşklar yaşayıp anlatmıştı zamanında.
Ama artık anlatamıyor.
Hayır, yaşıyla ilgisi yok bu durumun.
Karşısına çıkanlarla da ilgisi yok aslında.
Bir şey olmuş ve insanları okuma biçimi değişmiş artık. Hem de baştan aşağı.
Büyük olasılıkla çok ama çok kötü şeyler olup bitmiş kalbinde.
Yalnız, bu işi karşı tarafa bırakmamış olmalı. Kalbini yakıp tutuşturma, paramparça etme iğini . Kendi kalbini kendisi kundaklamış olmalı. Yangını kendisi çıkarmış. Belli bu. Acıdan kaskatı kesilmiş ve mutlaka böyle yapmış olmalı. Yoksa anlatmaya devam ederdi kadın. Kesinlikle anlatır ve belki de asık olurdu yeniden. (…)
insan dönüşsüz eşiklerden atlıyor ayağa kalkabilmek için
Gün geliyor. insan çakılıp kaldığı yerden eskisi gibi kalkamıyor. Hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmuyor. Büyük kırılma noktalarından, dönüşsüz eşiklerden atlıyor ayağa kalkabilmek için Ya da ayağa kalktığında kendini o eşiği atlamış olarak buluyor. Öyle ya da böyle. Sonuç olarak bir daha asla geriye dönemiyor.
Hikâyeler yazıp anlatarak kendi kendini aşka ikna etmesi güçleşiyor. Bir şey olup bitiyor ve n şey. her şeyi birden acımasızca ve alabildiğine çirkin bir biçimde deşifre ediyor. Bu çok kötü deşifrede anlam bulanıyor, değerler, inançlar ve umutlar yitip gidiyor. Kalp çarpıntıları duruyor ve o kalp bir daha eskisi gibi çarpmayacakmış sanıyor insan.
Daha yolun yansına bile gelmemişken insan kendini “Bundan sonra ne olacak ki?” diye sorarken yakalayabiliyor. “Bitti işte artık her şey,” diyebiliyor. (Çoğu zaman inanıyor da buna.)
Sanki… Flörtler, aşklar, evlilikler,,. Hepsi aynı geliyor göze. Ülkelerden, şehirlerden, dillerden ya da dinlerden bağımsız bir biçimde hem de. hikâyesini dinlesek aynı öldürücü monotonlukta söylüyor. Ne kadar farklı başlasa da her aşkın aynı yerde noktalandığına inanıyor insan.
Günün birinde insanların neden aşkta hep dipleri aradığını soruyoruz kendimize. Marazı aşkı anlamaya başlıyoruz o zaman. ‘Neden dünyanın en zengin, en yakışıklı ve en çapkın adamları sonunda bir erkekle mutlu olurlar?” sorusunu, “Başka ne olabilir ki?” gibi yalın ama alabildiğine geniş bir yanıtla kanıtlayabiliyoruz.., “Bu kadar basit iste! Başka ne olabilir ki?”
…