“Tepedeki küçük odada sevişen kaç kişiydiler, üç mü? Yoksa dört, beş ya da altı mı? Kızlardan birinin boğazı kesilmeseydi eğer, bu kimsenin umurunda olmazdı.”
Tıpkı 2006’da yayımlanan Labirent ve 2007’deki Bu Ayak İzi Senin Dr. Watson!’da olduğu gibi, Karanlığa Yolculuk da, büyük ölçüde suç delilleriyle ilgili. Yaşamını önemli ölçüde “delilden sanığa” kavramına ve delilleri incelemeye adamış bir akademisyen için, bundan daha doğal ne olabilir?
Adalet adına yüzlerce değişik işkence tekniğine başvurulan karanlık dönemler olsa da, insanlık tarihinin son 2 000 yılı, çiçekten böceğe, kıldan tüye, topraktan havaya, akla gelebilecek her şeyin delil olarak kullanıldığı, bu sessiz tanıklar sayesinde suçlunun suçsuzdan ayrıldığı sayısız örnekle doludur. Çünkü deliller hep doğruyu söyler.
Deliller unutmaz, şaşırmaz, caymaz, korkmaz. Bu yüzden anlattıkları, “Ben yaptım” ya da “O yaptı, gördüm”e oranla çok daha değerlidir. Yeter ki, canlı ya da cansız bir şeyin delil olabileceği akla gelsin. Kimi zaman suçun delili, en deneyimsiz gözün bile fark edeceği kadar ortadadır. Bir masumun yüreğine saplanıp kalmış ekmek bıçağı gibi.
Hele katil, üzerine sıçrayan kan daha kurumamışken ele geçmiş, evvelce başka bir suç işlediğinden parmak izi alınmış ve bıçağı çıplak eliyle tutmuş ise, tartışacak pek bir şey kalmaz. “Pek bir şey kalmaz” diyorum.
Çünkü, bundan yüz yıl kadar önce “Boscombe Vadisinin Gizemi”nde Sherlock Holmes’un belirttiği gibi, aslında hiçbir şey, apaçık ortada olan kadar aldatıcı değildir. Karanlığa Yolculuk’ta, kimi zaman karşınıza “Portekiz’de Sarpa Saran Bir Soruşturma”dakine benzer şekilde, geç ulaşılan, eksik bırakılan olay yeri incelemesi ya da “Malezya’da Bir Moğol Güzeli”ndeki gibi kopuk bir delil teslim zinciri çıkacak. Oldukça sık yapılan böylesi hataların, nelere yol açtığını göreceksiniz.
Buna karşılık, “Domuz Palas Sosislerindeki Seks İşçileri”nde, “Ben yapmadım” demeyi sürdüren bir seri katili, tek bir olay yerinden topladıkları 235 000 delil sayesinde, mahkûm ettirebilenleri tanıyacaksınız.
Delilleri bulmanın zor, hatta olanaksız olduğu kimi durumlarda, görünmez bir el mucizeler yaratır. “Pis Kokulu Güller” ya da “Katil Pırıltıda Saklı” böylesi mucizelerle ilgili. Gerek İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’ndeki hemen her meslekten yüksek lisans ve doktora öğrencilerime, gerekse değişik vesilelerle hitap etme fırsatı bulduğum polis, jandarma, savcı, yargıç ve kriminal laboratuvar çalışanlarına, adli bilimler alanında çeyrek asrı aşan meslek yaşamım boyunca bir şeyin altını önemle çizdim:
Yaşanabilecek en büyük felaket, olay yerinde delilleri bulamamak, dolayısıyla suçu aydınlatamamak, suçluyu adalete teslim edememek değildir. Telafisi mümkün olmayan, bir izi delil sanan ya da bir delili yanlış yorumlayan bilirkişiler yüzünden masumların suçlanması ve mahkûm edilmesidir.”
“ ‘Kim gördü öldüğünü?’ ‘Ben’ dedi Sinek”te, ceset üzerindeki böceğin türünde yanılan bir bilirkişi yüzünden, on dördünde girdiği cezaevinden altmış bir yaşında çıkabilen çocuğu tanıyacak, “Hayali Deliller”de ise, böcek ısırığını diş izi sandıkları için masumları demir parmaklıklar arkasına gönderen bilirkişilerden nefret edeceksiniz.
Delillerin incelenmesinde kullanılan hiçbir yöntem hatasız değildir. Bilirkişi gibi, bilirkişi raporunu değerlendiren hukukçunun da, hata olabileceğini aklından çıkarmaması gerekir. “Marangozu Kurtaran Kadın Polis”, sizi parmak izi karşılaştırmalarında, “Kadın Adamlar ve Başka Tehlikeler” ya da “Ne Katiller Aradık Zaten Yoktular”, DNA analizlerinde yapılan hatalarla tanıştıracak.
Karanlığa Yolculuk’un her adımında suç yok ama, suçların aydınlatılmasında kullanılan teknikler var. Bu nedenle Che Guevara’nın cansız bedenine, Titanic gemisinin en küçük yolcusuna, ressam Salvador Dali’nin sevgilisine, hatta Ertuğrul Özkök’ün kirpisine rastladığınızda şaşırmayın.
Dilimlenen insanlar, kadın sanılan erkekler, günahkâr pederler, uyuyanlar, uyuşturulanlar, teröristler, robotlar, prensesler, kaplumbağalar sizi bekliyor. Gelin peşimden, “karanlığa yolculuk” başlıyor. Sevil Atasoy.
Henüz yirmi yaşındaki Amanda Knox ya da MySpace’teki takma adıyla “Foxy Knoxy”, 15 ekim 2007 günü masanın başına oturdu, Amerika’daki ailesine şu satırları yazdı:
Bir aydır İtalya’dayım, üniversite başladı, yeni evim çok güzel, Perugia ayaklarımın altında. Bir çamaşır makinesi aldık. Bozuk çıktı. Çağırdığımız tamirci, gece bizde kalmış. Sabah, koridorda karşılaştık. Üzerinde sadece iç çamaşırı vardı. Pazartesileri dışında her gece, eve on dakika uzaklıktaki LeChic’te çalışıyorum.
Bar sahibinin adı, Patrick Diya Lumumba. Kongolu’ymuş. Barmen Cezayirli bir çocuk. Pek yakışıklı. Ara sıra dans ediyoruz. Henüz niyetini anlayamadım. İtalyanlara bayıldım. Öğle tatilleri üç saat. Keşke bizim millet de hayatın sadece çalışmak, okula gitmek ve para kazanmaktan ibaret olmadığını öğrense. Sizi çok özledim, Amanda.
Amanda’nın takma adı “Foxy”, İngilizce argoda, “cinsel açıdan çekici, seksi” anlamına geliyor. MySpace, tıpkı Facebook gibi sanal bir ortam. Daha doğrusu bir “sosyal iletişim ağı”. 2007 sonbaharında, üye sayısı 200 milyonu aşmıştı.
Buna her gün 230 000 kişi ekleniyor ve yaşamının her türlü ayrıntısını, fotoğraf ve video kliplerle süsleyerek yüzünü gördüğü ya da hiç görmediği arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Unutuyordum. Amanda’nın edebiyatçı yönü de vardı.
Zaman zaman, MySpace’teki sayfasında kısa öyküler yayımlamıştı. Örneğin, 11 aralık 2006’dakinin adı, “Küçük Kardeş”. Şiddet dozu yüksek, “kan” sözcüğünün sıklıkla tekrarlandığı, kardeşlerden küçüğünün, genç bir kıza uyuşturucu verdikten sonra tecavüz ettiği bir öykü. Amanda’nın fantezileri, yazdıklarıyla sınırlı değildi.
“Sarhoş Piliç”in İtalyan sevgilisi Amanda, 2006 yılının kasım ayının ilk günlerinde MySpace’ten çıktı. Aslında çıkmak zorunda kaldı. İtalyan cezaevlerindeki tutukluların böyle bir olanağı yoktu. Sanal sayfasına ulaşmak mümkün olamasa da, YouTube’a gönderdiği, bir evin mutfağında üç beş arkadaşıyla birlikte çekilen video filmini izlemek mümkündü.
Konuştuklarını anlamak zordu. Ya alkol, ya uyuşturucu ya da her ikisinin birden etkisindeydi çünkü. Zaten klibin adı, “Sarhoş Piliç”ti. Amanda’nın cezaevinde küçük bir deftere hatıralarını yazdığı söyleniyor. Kitaplaşırsa, çok satacağından kimsenin kuşkusu yok. Seks, uyuşturucu ve şiddet, hele içinde genç ve güzel kadınlar varsa, her zaman satar. Yirmi üç yaşındaki İtalyan Raffaele Sollecito, Sarhoş Piliç’in, sayılarının pek çok olduğu anlaşılan sevgililerinden biriydi.
Tıpkı onun gibi, öğrenciydi. Bu güzel ve küçük üniversite kentinde, evinden ve çevre baskısından uzakta, her türlü “olanaktan” alabildiğine yararlanmaya çalışan ve genellikle Perugialı olmayan 15 000 kadar öğrenciden sadece biri. Genç adamın, Facebook’taki sayfasında, Cadılar Bayramı’nda çektirdiği bir fotoğrafı duruyordu. Tepeden tırnağa gazlı bezle sardırmıştı kendini.
Yüzünün sadece yarısı gözüküyordu. Eline bir kasap satırı alarak poz vermişti ama, artık böyle pozlar vermesi mümkün değildi. Ayrıca ne bıçak ve kılıç koleksiyonunu geliştirmesi, ne de evinde ele geçen, kadınların kesici aletlerle doğrandığı Blood, Mad Psycho ya da The Immortal benzeri çizgi romanları okuması mümkündü. Çünkü, Raffaele de, sevgilisi Amanda gibi, Capanne Cezaevi’nde yargılanmayı bekliyordu. Savcının hiç kuşkusu yoktu. İkisi bir olmuş, genç bir İngiliz kızını, Meredith Kercher’i öldürmüşlerdi.
Pergola Sokağı’ndaki kiralık ev Meredith Kercher, aslında Leeds Üniversitesi’nde öğrenciydi. Erasmus değişim programıyla eğitimini sürdürmek üzere Perugia’ya gelmiş ve Pergola Sokağı 7 numaralı evin dört odasından birini kiralamıştı. Kısa bir süre sonra, evin bir kiracısı daha olacaktı.
Birlikte gitar çaldıkları, yemek pişirdikleri, eve getirdiği Hişam, Abdül, Giacomo, Merlin, Spiros, Daniel ve daha nice erkek arkadaşıyla yaşamına renk katan, ara sıra kullandığı esrar dışında fazlaca bir rahatsızlık yaratmayan Amerikalı bir öğrenciydi bu:
Amanda Knox, nam-ı diğer Sarhoş Piliç. 1 kasım 2007 günü, dini bayram nedeniyle dükkânlar kapalıydı, okul da yoktu. Meredith, saat 17.00’ye doğru iki kız arkadaşının evine gitti. Birlikte pizza ısmarlayıp yediler, sonra romantik bir aşk öyküsünün anlatıldığı The Notebook adlı filmin DVD’sini izlediler. Meredith, 21.00’e doğru onlardan ayrıldı. 21.15’te Pergola Sokağı’ndaki otoparkın güvenlik kamerasının önünden geçti ve Amanda’yla paylaştığı küçük eve girdi
Bahçede iki cep telefonu Bahçeye çıktığınızda, yere atılmış iki cep telefonu görseniz ne yaparsınız? Hiç ellemeden polisi ararsınız değil mi? Nitekim, 2 kasım sabahı, Sperandio 5b adresinde oturan Bayan Lana Elisabetta da aynen öyle yaptı. Polis kısa sürede, her iki telefonun aynı kişi üzerine kayıtlı olduğunu saptadı. Parmak izi bulamadı.
Anlaşılan hırsız, yakalanmamak için telefonları iyice temizlemişti. Saat tam 12.35’te polis, telefonları sahibine iade etmek üzere geldi. Pergola Sokağı’ndaki, Meredith Kercher’in evine. Pek de hoş olmayan bir sürpriz onları bekliyordu. Yorgan altında bir ceset Sokak kapısının önünde iki genç durmaktaydı. Kız olanı, hemen atıldı:
“Adım Amanda Knox, Amerikalıyım. Burada oturuyorum. Meredith’le birlikte. Geceyi sevgilim Raffaele’nin evinde geçirdim. Sabah birlikte geldik. Odasını içeriden kitlemiş. Bakın penceresi de kırık. Garip bir şeyler olmuş anlaşılan.
Biz de tam şimdi sizi arayacaktık.” Memur, kuşkuyla baktı. “Öyle mi? Hele şu odanın kapısını kırıp içeriye bir bakalım.” Sekiz saat kadar sonra, odadaki eşyalar, yerdeki kanlı ayakkabı izleri, duvara sıçramış kan lekeleri ile yastık kılıfının üzerindeki kanlı parmak izi, olay yeri inceleme ekibinin tutanaklarında ve cinayet masasından gelen fotoğrafçının çektiği karelerde, birer sayı ya da harf olarak yerlerini aldılar.
Çalışma masası ile yatağın arasına kümelenmiş yorganın numarası “7”ydi. Bir kadının sol ayağı gözüküyordu sadece. Yorganın altında, boynunda kesikler ve sol avucunun içinde birkaç saç teliyle Meredith Kercher, bir kan gölü içinde ve yarı çıplak yatıyordu.
Amanda ile Raffaele el ele tutuşarak çıktılar evden. Pek üzülmüşe benzemiyorlardı. Zaten ifadeleri alındıktan sonra yine el ele tutuşup öpüşüp koklaşarak, erotik kadın iç çamaşırları satan bir dükkâna girdiler. Meredith Kercher’i öldürmekle suçlanmalarına sadece dört günlerinin kaldığını bilmiyorlardı. İstemediği ilişkiye zorlanmış Patoloji uzmanı Dr. Luca Lalli, “Ensesinde derin bir yara var” dedi.
“Ucu sivri, çift tarafı keskin bir cisimle oluşmuş. Karotit arteri kesik değil. İki üç saat yaşamış ve kan kaybından ölmüş. Alkol, uyutucu, uyuşturucu ya da uyarıcı bir madde yok. Ölüm saati, 22.00 ile 01.00 arasında olabilir. Sanırım, istemediği bir cinsel ilişki şekline zorlanınca, direnmiş.
Yaralı halde bırakıp gitmeselerdi, kurtulurdu.” İlk ifadesinde Amanda Knox, cinayet akşamı evde olmadığını ve geceyi, sevgilisi Raffaele’de geçirdiğini ileri sürdü. Ancak, evin tam karşısındaki otoparkın güvenlik kameralarındaki görüntülerde, saat 20.45’te eve girdiğinin saptandığı söylendiğinde, öyküsünü değiştirdi.
“Evet evdeydim. Yarım saat kadar sonra, Meredith bar sahibi Lumumba’yla birlikte geldi, odaya kapandılar. İçerden korkunç çığlıklar duyduğumda mutfaktaydım. Sabahtan beri esrar içiyordum. Kafam bulanıktı, gerisini hatırlamıyorum” dedi.