İblis, olduğu yerde doğruldu ve yataktan çıktı.
Kollarını göğsünde çapraz yapıp hâkim bir tavırla Selçuk’un gözlerine bakarak devam etti:
“Bir kez daha söylüyorum: Seninle ilgili ümidim yüksek. Senin karakter yelpazende, kıskançlıktan kibre, doyumsuzluktan küstahlığa, yalancılıktan iftiraya, hırsızlıktan megalomaniye; bütün istediğim renkler mevcut.
Ve… en önemlisi, aralarında sevgi yok. Yani mükemmelsin. Yeter ki, yelpazeyi açıp kaparken hesaplarını çok dikkatli yap. Yoksa daha önce de söylediğim gibi, kendi rüzgârınla savrulup kalırsın. O zaman ben hiçbir şey yapamam.”
Yıllardır sanayicilik yapan isim sahibi, saygın bir aile…
Ailenin dağılmasına neden olan bir adam… Ve onun bir sanayi imparatorluğunu çökerten ”şeytanî“ planı…
Nermin Bezmen Şeytanın İflası’nda Sırça Tuzak’la başlayan hikâyenin ikinci perdesini açıyor, âdeta sinematografik bir kurguyla Vardar İmparatorluğu’nu üçüncü nesle teslim ediyor.
Meraklı bir okursanız bu kitapta anlatılan ailenin ne kadar kurgu ne kadar gerçek olduğuna dair tahminlerde bulunmaya çalışacaksınız belki. Ya da romandaki hangi kadın karakterin yazarından izler taşıdığına dair bir dedektiflik uğraşı içine gireceksiniz. Ama kesin olan bir şey var: Şeytanın İflası’nı bir kez okumaya başladığınızda elinizden bırakamayacaksınız.
***
Dalai Lama’ya çok özel bir teşekkür gönderiyorum. “Düşmanı insanın gurusudur” demişti.
Bu sözün derinliğini çözmek için düşünmeye başladığım zaman yıllar öncesiydi. O tarihlerde, daha henüz, bu kısa ama derin sözün hayatımda nasıl bir yeri olacağını bilmiyordum. Ama içinde, her kızgınlığımda, kin ve nefret duymaya yatkınlığımda, beni yavaşlatan, içimdeki yanardağı patlamadan beklemeye aldıran gizemli bir taraf olduğunu biliyordum. Bu sözcüğün anlamını düşünürken, aslında kendimi dinliyordum, kendimden haberdar oluyordum ve zamanla, yaşadığım, gördüğüm kötülükler arttıkça, bu haberdarlık farklı bir boyuta vardı. Kızgınlıklarımın, kırgınlıklarımın yarattığı, püskürtülmezse beni patlatacak enerjiyi, yaratıcılığa çevirebildiğimi fark ettim. Bir şey daha fark ettim ki, ben bunu, yirmi üç senedir yapıyormuşum.
Her çizdiğim, her yazdığım, benim ve sevdiklerimin hayatına gelen kötülükleri duygularımla yoğurup, içine güzellik katarak bumerang gibi geri gönderdiğim yaratılar… aynen hayatıma uğrayan güzellikleri, sevgileri, aşkları çiçeklendirip, ballandırıp, kanatlandırıp geri bıraktığım gibi…
Anberin’in bahsettiği silahı ben buldum. Benim silahım; kalemim… sabırla, hayâl gücüyle, kendime inançla ve emekle beslediğim kalemim…
Şehir…
Şehir henüz gece karanlığıyla örtülüydü. Boğaziçi’ni, Marmara’yı kucaklayan kıyıların ıssız mahallelerinden sokak köpeklerinin kavgacı sesleri denizin üzerine doğru yayılıp ekolarla karşı tepelerde yankılanıyordu. Gün doğumuna gebe şehirde, nice insan alelade bir güne uyanmak üzere derin uykudaydı. Ama Tanrı’nın, kimileri için hayatlarım hiç beklemedikleri şekilde değiştirecek plânlan vardı… ve o kimilerinin, Tanrı’nın kendileri için hazırladıklarından hiç mi hiç haberi yoktu.
Aynı dakikalarda… Selçuk Vardar evi…
Selçuk, yatağında uzanmış, Attila the Hun kitabını okumaktaydı. Kitabın künye sayfasında yazılmış notun üzerini uzun zaman önce karalamıştı. Şayet bir gün biri, ispirtolu kalem lekesinin altında yazılanları okumaya çalışırsa, göreceği şu cümle olacaktı: “Sevgili kardeşim Selçuk’a, bir gün âdil bir imparatorluk yürüteceğine inancımla, başarılar. Berke.”
Selçuk, kitabın sonuna gelmişti. Dudaklarına bir tebessüm yayılıydı. Attila’nın, düşmanlarına gösterdiği küstah cengâverliğini defalardır okumasına rağmen aynı keyfi alıyordu. Gözleri 233. sayfanın satırlarını aşağıya doğru taradı:
Doğuya ve batıya, nereye olduğunu önemsemiyorlardı. Tek arzuları diğerlerinin toprakları üzerinde keyifle at koşturmak.onların şehirlerim yok etmek, tecavüz, talan ve öldürmenin tadını çıkarmak ve geriye kanlan için altın ve kıymetli armağanlar getirmekti… Savaş kendi başına savaşmak sebebiydi onlar için… Şimdilik yerine seçtiği bir veliaht yoktu. O, sadece o, Hunların imparatoruydu ve tüm Hunları aynen at biner gibi sürüyordu…
Selçuk, hoşuna giden tarifi mırıldanarak tekrarladı:
“At biner gibi sürüyordu…”
“Aynen, senin yapmakta olduğun gibi” dedi, mağara derinliğinden gelir gibi bir ses, kulak memesini lâv gibi yalarken.
Selçuk, tatlı bir ürpertiyle titreyerek başını soluna doğru çevirdi, işte. yine oydu. Sağ kolunu yastığın üzerine uzatmış, başını avucuna yerleştirmiş, alev alev yanan gözlerle onu izlemekteydi. Selçuk’un neredeyse bir kopyasıydı. Ancak, çenesini kaplayan küçük bir sakalı, oldukça koyu tenli ve tüylü bir bedeni vardı. Omuzlan daha geniş, kollan, bacaklan kaslıydı. Çıplak bedenini biraz daha Selçuk’a yaklaştırırken, sol kolunu uzatıp, tüy kaplı uzun parmaklarıyla onun dudaklarını okşadı.
“Tüm aileni, ortaklarını, hepsini aynen Attila’nın Hunlarını sürüklediği gibi, istediğin yere sürüklemektesin.
Artık koskoca holdingin genel müdürüsün. Açık kasayı da ele geçirdin. Kimseye hesap vermiyorsun. Biliyorum, yönetim kurulu sana fazla geliyor. Ama onu da yakında halledersin. Sen her kararı tek başına verebilmelisin. Yönetim kadron seninle tek nefes gibi hareket etmeli, yoluna taş koymamalı” diye devam etti ve ardından, genizden gelen kısa, sarkastik bir gülüş attı. Selçuk, sanki kendi kahkahalarından birini duyar gibi olmuştu. “Az kaldı… çok az kaldı” diye cevapladı, küstah bir tebessümle. Kendini gerçekten çok şanslı hissediyordu. Kaç insanoğlu şeytanı ile yüz yüze konuşup, ondan akıl ve cesaret alabiliyordu ki?
“Biliyorum, biliyorum” dedi, Selçuk’un tüylü, kaslı kopyası. “Sen gerçekten çok şanslısın. Bana bağlı çok adamım var dünyada ama onlara görünüp, konuşmam seninle yaptığım gibi.” Şeytanı, parmaklarını Selçuk’un yüzünden çekip elini kendi sırtına doğru götürdü, Avuçladığı tüylü kuyruğunu öne getirip onun bedeninde yukarıdan aşağıya dolaştırırken devam etti:
“Has adamımsın benim. Seninle buluşmuş olmak, yeryüzü ve insanoğlu İle ilgili plânlarımı coşturuyor. Harika bir ekip oluyoruz beraber. Göreceksin. Henüz yolun başındayız.”
Şeytanın dokunuşları ilk başta buz gibiydi ama her temas satıhtan derinin alt katmanlarına, vücudun derinliklerine doğru ilerlerken gittikçe ısınıyor, ısınıyor ve Selçuk’un teni buz dokunuşları ile lâv yalaması arasında titremeler geçiriyordu. Her zaman garip fantezileri olmasına rağmen, şeytanıyla tanıştığı günden beri en zevk aldığı duygu hali, bu buzdağı ile yanardağ arası hararet yolculuklarıydı. Tek başına sahiplenmeyi hayâl ettiği koca imparatorluğu düşünmenin verdiği keyifle tatlı bir rehavete kapılmak üzereydi ki, şeytanının sesi yine duyuldu:
“Yalnız, sana daha evvel söylemiş olduğum bir şey var; tekrar hatırlatmak istediğim.”
“Neydi o?” diye sordu Selçuk.
“Kinini, arzularını ve heyecanlarını sıraya sokmayı öğrenmelisin. Hâttâ öyle bir sıralamalısın ki, tuğla dizer gibi, her biri bir sonrakinin muhakkak işine yarasın. Yoksa kendi hırsının altında kalırsın, demiştim. Hatırladın mı?”
Selçuk, pek de umursamaz bir tavırla, “Ah, evet, öyle bir şey dediğini hatırlıyorum” diye mırıldandı.
“Zira, henüz yeteneklerin tüm açgözlülüğünü karşılayacak kadar gelişmiş değildi, bunu sana söylediğimde. Şimdi de çok farklı sayılmazsın. Onun için ağırdan al. ihtiras, yeteneği aşarsa sonuç felâkettir. Yine o gün söylediğim gibi. tatmin bekleyen o kadar çok hırsın var ki; belki de bunların hepsini gerçekleştirecek kadar büyük bir yeteneğe hiçbir zaman sahip olmayabilirsin. Kazandıklarını hazmetmek için kendine zaman tanımalısın ve asla şefkat, acıma gibi zaaflara düşmemelisin” diye ekledi iblis.
Selçuk sağ avucuyla sakalını sıvazladı. “Merak etme, ben, diğer önemli adamların gibi hayâl kırıklığı yaratmayacağım sende, inan bana. Hiç yumuşamaya niyetim yok.”
“Ah, evet, iyi hatırlıyorsun. Korkunç Caligula, bahçesinde solan bir zambağa ağıt yakmıştı. Neron, mum ışığına üşüp yanan bir pervane için ağlamıştı. Stalin, yediği elmanın içindeki kurtçuğu ısırdığı için hüzünlenmişti. Hitler, Himmler’den aldığı zehri köpeği üzerinde denedikten sonra ölümünü seyredip Eva’nın kucağında deliler gibi ağlamıştı. Velhasıl, hepsi defolu çıktı o koca isimlerin. Hem de üzerlerinde onca emeğimi harcadıktan sonra.”
iblis, olduğu yerde doğruldu ve yataktan çıktı. Kollarım göğsünde çapraz yapıp hâkim bir tavırla Selçuk’un gözlerine bakarak devam etti:
“Ama, bir kez daha söylüyorum: Seninle ilgili ümidim yüksek. Senin karakter yelpazende, kıskançlıktan kibre, duyumsuzluktan küstahlığa, yalancılıktan iftiraya, hırsızlıktan megalomaniye; bütün istediğim renkler mevcut. Ve… en önemlisi, aralarında sevgi yok. Yani mükemmelsin. Yeter ki, yelpazeyi açıp kaparken hesaplarını çok dikkatli yap. Yoksa daha önce de söylediğim gibi, kendi rüzgârınla savrulup kalırsın O zaman ben hiçbir şey yapamam.”
Selçuk, yerinde huzursuzca kıpırdandı. Bir şeyler söylemek üzereydi ki, şeytanı görünmez oldu. Yatağın çevresini sanki sıcak bir alev yaladı. Selçuk ürpertiyle omuzlarını kaldırdı. Aniden keyfi kaçmıştı. Kitabını yanı başındaki konsolun üzerine bıraktı. Düşünceleriyle baş başa kalmak üzere arkasına yaslandı. Okuduğu kitabın satırları ona tek başına, sorgusuz, sualsiz hâkim olmayı plânladığı imparatorluğunu bırakacak bir vârisi olmadığını hatırlatmıştı ve bu durum egosunu rahatsız etmişti. Birden çalmaya başlayan kapı zilinin ısrarlı, tiz sesi, sakin, durağan geceyi bıçak gibi böldü. Selçuk irkilerek doğruldu. Saatine baktı. Sabahın ikîsiydi. Kapının ziline eklenen yumruk sesleriyle güzleri büyüdü.
Aynı anda, Vecdi Vardar ve eşi, yatak odalarında, ertesi sabah çıkacakları yolculuk için son hazırlıklarını tamamlamaktaydılar. Vecdi Bey, pasaport ve biletleri iş çantasına yerleştirirken Azra Hanım, pufun üzerindeki valizin kapağını kapamaktaydı ki; kurt köpeklerinin saldırgan seslerini bahçe kapısının ısrarlı zil sesi takip etti. Karı-koca irkilerek birbirlerine soru dolu gözlerle baktılar.
Azra Hanım, “Ne olabilir gecenin bu saatinde?” diye endişeyle mırıldandı.
Kocası, “Bu saatte hayırlı bir şey olmaz. Anlayacağız. Sen burada kal” dedi ve ropdöşambrının kuşağını bağlayarak odadan çıktı. O aşağı kata inerken, eşi de heyecan içinde merdiven başında beklemeye başladı. Giriş katının holünden bahçeye açılan kapının sesi ve ardından Vecdi Bey’in, köpeklerini yatıştırmak için onlara seslendiği duyuldu. Ama, cins kurtlar bahçe kapısının ardındakileri ele geçirseler parçalayacakları belli bir hırsla havlamaya devam ettiler.
O dakikada Refet Vardar, az ötedeki evinde, kendi duygusal âl minin sesleri ile sarılmıştı. Salonundaki müzik köşesinde, pikapta, 33’lük “son violen” koleksiyonundan bir plâk dönmekteydi. Refet Vardar, Steinway kuyruklu piyanonun yanında ayakta durmuş, sevgili Guarnieri kemanı omuzunda, çenesi kemanın kızıl ahşabında, çalmakta olan Brahms’ın “D opus 77” keman ve orkestra için konçertosunu dinlerken huşu içinde gözlerini kapamıştı. Orkestral girişin ardından, gözlerini açıp önündeki ayaklı tabladaki nota defterine baktı ve keman partisyonunu çalmaya başladı. Bu, harika bir duyguydu. Tıpkı, dev bir orkestra eşliğinde sahnede icra ediyor tadını veriyordu. Salondan verandaya, oradan denize doğru yayılan Brahms bestesi geceye hâkim olmuştu. Komşu bahçede havlamaya başlayan köpeklerin sesleri Refet Bey’in evinde duyulmadı.
Aynı anda şehrin bir başka köşesindeki apartman dairesinde bir cep telefonu çalıyordu. Vefa Tan, sabırsız adımlarla salonunu arşınlarken durdu ve heyecanla cevapladı:
“Merhaba!”
“Başladı mı?”
“Benden bilinmeyecek değil mi?”
“Sağ ol. Teşekkür ederim. Bu iyiliğini unutmayacağım.” Vefa Tan telefonunu kapadı ve dudaklarında kocaman bir gülümsemeyle, “işte budur!” gibilerinden bir tavırla elini yumruk yapıp salladı. Ödeşme zamanım nasıl da dört gözle beklemişti. Ve nihayet sırası gelmişti. Gün onun günüydü.
Vefa Tan’ın evinden kilometrelerle ötede, ağaçların Boğaz’ı kuşbakışı seyrettiği bahçe gecenin sükünetiyle sarılmıştı Asırlık çamlanıı, ıhlamur ve meyve ağaçlarının arasındaki fıskiyeli, kat kat mermer çanaklı Osmanlı havuzu, etrafını çeviren çiçek tarhını serinletirken, iki katlı villanın pencerelerinden sızan ve bahçe lâmbalarının buzlu camlarından yayılan ışık huzmeleri, havuzun, ağaçların, çiçeklerin, kolonların üzerinde gölge oyunları yapıyordu. Tatlı, ılık bir rüzgâr ağaç dallarını, yapraklarını okşayarak villanın üst katındaki verandaya uzandı. Açık balkon kapısının üzerindeki tül perde, içeride çalan Vivaldi bestesinin ritminden esinlenir gibi, odanın ışığı ve gecenin karanlığı arasında uçuşup birbirine sarıldı. Odada, Anberin Vardar, üzerinde boya önlüğü, cep telefonunu kapadı ve çalışma masasına bıraktı. Bakışlarım bir an için şövalesindeki tabloya, sonra balkona dpğru çevirdi. Gözlerinde heyecanlı bir pırıltı, dudaklarında mutlu bir tebessüm vardı.
Rüzgâr, uzun saçlarının birkaç telini alnına doğru uçurmuştu. Sağ elindeki baya fırçasının uzun sapıyla saçım geriye attı. Sonra fırçayı sol elindeki palette yeşil, mavi, san, kahve tonların arasında gezdirdi. Biraz geriye çekilip bitmekte olan cennet tablosuna baktı ve Vivaldi’nin kemanları ile birlikte salınan fırça, cennet bahçesindeki hayat ağacının yapraklarını rüzgârlandırdı. Aynı anda balkondan giren yeni bir esintiyle, büyükm asanın üzerindeki boş ve üzerinde kurşunkalem eskiz yapılmış kâğıtlar, boya kutuları, fırça kavanozları, tiner,vernik şişeleri arasında hışırtıyla kıpırdandı. Anberin, başını masanın sağ tarafındaki kütüphaneye çevirdi.
Sanat kitapları, içki şişeleri, kadehler ve müzik setinin arasında duran çerçeveden Seher Vardar’ın gülümseyen yüzü ona bakıyordu. Anberin, boya fırçasını kadeh kaldırır gibi ona doğru kaldırdı. Sevgi dolu bir tebessümle mırıldandı:
“Huzur içinde ol Seher Anneciğim… Her neredeysen huzur içinde ol…”
Vecdi Vardar, bahçe kapısına varmıştı. Yatılı yardımcısı kapının iç taralında hâlâ deli gibi havlayan köpekleri zapturapta almaya çalışıyordu. Ama nafileydi.
“Kimmiş kapıdaki?” diye sordu Vecdi Bey.
“Polismiş beyefendi.”
“Polis mi?”
“Mali polis dediler.”
“Anlarız şimdi. Bana tasmaları getir bakayım.”
Vecdi Bey, senelerdir hayvanlarını kendisinden başkasından talimat almamak üzere yetiştirmişti. Tasmalar geldiğinde, onun bir emriyle, iki Alman kurdu da heyecanlı, sabırsız bedenleriyle önünde oturup, beklemeye başladılar. Dilleri dışarıda hırsla soluyorlardı. Vecdi Bey hayvanlarını kontrole aldıktan sonra kapının dışına doğru seslendi:
“Kimsiniz?”
“Malî şubeden polis!”
“Kimi arıyorsunuz?”
“Vecdi Vardar”ı.”
Vecdi Bey, kapının üzerinde baş seviyesindeki sürgüyü çekti ve gözleme penceresinden dışarı baktı. Sivil ve üniformalı bir kalabalık, kapının ardını, kaldırımın üzerini doldurmuştu. Yolun kenarına park etmiş resmi arabaların tepelerinde siren lâmbaları dönerek yanıyor, polis telsizinden kesik, çatlak, hışırtılı sesler duyuluyordu. Köpekler, tedirgin adımlarla kıpırdanarak yeniden hırlamaya başlamışlardı. Vecdi Bey, köpeklerine dönüp, “Otur!” dedi ve tekrar dışarıya baktı. Göz göze geldikleri sivil görevliye sordu:
“Ne için burada olduğunuzu Öğrenebilir miyim?”
“Arama emri var.”
“Arama emri mi?” “Evet. Kapıyı açın.” “Ne sebeple bu emir? Bana resmi bir evrak gösterebilir misiniz?
“Vecdi Vardar sis misiniz?” “Evet.”
“O zaman açın kapıyı. Nasılsa gireceğiz.” Vecdi Bey, kapının dışında toplanmış üniformalıların ellerindeki silahlan fark ettiği zaman durumun tahmin…