Sürükleyici anlatımı ve gerçek yaşam hikâyesiyle elden bırakılması çok zor, tadına doyulmaz bir eser.
Nazan Şoray
Hadiseler çok iyi tarzda birbirine bağlanmış, kopukluklar hiç yok. Hayat unsurları gerçeklerle o denli birleştirilmiş ki, ayırmak imkânsız. Sıdıka’nın başından geçenler, belli bir sıra ile okuyanın merakını uyandıracak şekilde sıralanmış. Bu hali ile akıcılık ve edebi bir hüviyet kazanmış. Tek kelime ile muhteşem bir eser.
Doç Dr. Naci Onur Fırat Üniversitesi Edebiyat Kürsüsü
Sıdıka Hanım romanı, önemli tarihi değişikliklerin oluştuğu bir dönemde yaşanan, ilginç ve gerçek bir hikâye, çok sürükleyici, anlatım sade ve akıcı. Zevkle okunabilen nadir romanlardan biri.
Işıl Yücesoy Devlet Tiyatrosu Sanatçısı
***
Birinci Bölüm
Beko, iki besili camızın çektiği kağnının içine alabildiğine yüklediği saman balyalarının üstüne oturmuş, yine derin hülyalara dalmıştı. Yazın son günleriydi. Boğucu bir sıcak, toz, hayvan pislikleri ve birikmiş çöplerden yayılan kokular, köyün havasını o kadar ağırlaştırmıştı ki insanlar nefes almakta zorlanıyordu. Beko çok çalışıyor ve çok yoruluyordu. Ama yine de bu köyü çok seviyordu. Niye sevmesin ki? Sanki Dersim’de daha güzel bir hayatı mı vardı? Hele babasının, hasımları tarafından öldürülmesi, doğup büyüdüğü memlekete olan sevgisini hepten yok etmişti. Anasının ısrarlarına dayanamamış, bir gece yarısı çıkınlarına biraz yiyecek tıkıştırıp, taşıyabilecekleri kadar eşya almış; anası, ablası ve yaşlı eşekleri ile yollara düşmüşlerdi. Gayeleri hasımları ile karşılaşmayacakları ve karınlarını doyuracakları bir yer bulmaktı. Şehre çok yakın olan Perçenç köyüne girmiş ve karşılarına çıkan ilk büyük kapıyı çalmışlardı. Akşamın dar vaktiydi, hemen işe alınmışlardı. Hacı Hafız Ağa ve kardeşi Ahmet Ağa iyi insanlardı. “Onlardan Allah razı olsun,” diye düşündü. “Beş yıldır ekmeklerini yiyip evlerinde barınıyoruz.” Beko öylesine derin düşüncelere dalmıştı ki, Mama Ağa’nın kendisine seslendiğini uzun süre duymadı. Ve arabayı durdurup, aşağıya atladı.
“Buyur, Ağam,” dedi.
Mama Ağa kendinden emin bir tavırla:
“Artık bu sefer son teklifim. Geleceğinden eminim,” dedi.
Beko telaşla, “Nereye, Ağam?” diye sordu.
Mama Ağa biraz kızgın bir tavırla:
“Benim yanıma!” dedi.
Beko adamın, bu ısrarından artık sıkılmıştı. “Ağam, size defalarca anlatmaya çalıştım. Ben ağalarımdan memnunum, hiçbir yere gitmeyi düşünmüyorum,” dedi.
Mama Ağa sinirli bir şekilde, “Memnuniyetin sadece ağalardan mı? Başka sebep mi var?” diye sordu.
Beko büsbütün sinirlenmişti. “Bakın, Ağam, beni saygısızlık etmeye zorlamayın. Ağalık bir insanın yapısında olmalı,” der demez, Mama Ağa elindeki bastonu havaya kaldırarak Beko’nun üzerine yürüdü. Beko başını havaya kaldırıp sertçe Mama Ağa’ya baktı. Mama Ağa bu genç delikanlıyı kaba kuvvetle yıldıramayacağını anlamıştı. Bastonunu indirdi ve hızla uzaklaştı. Beko, çevik bir hareketle saman balyalarının üstüne tekrar atladı. “Bu ne biçim adam? Biraz daha ileri gitseydi ona iyi bir dayak atardım. O meleğe kimse dil uzatamaz.” Melek diye adlandırdığı Ahmet Ağa’nın kızı Sıdıka idi. Beko, Mama Ağa’nın lafı üzerine düşünmeye başladı. “Acaba bu ağalara bağlılığım, o meleğin o evde olmasından dolayı mı?” Sonra başını sallayarak, “Hayır hayır. Ağaların kendileri iyi, hak yemezler, insanları küçük görmezler,” dedi. Beko kendi kendine bile, asıl mutluluğunun, arada sırada yüzünü görebildiği, güzeller güzeli Sıdıka Hanım’a yakın olmaktan kaynaklandığını itiraf etmekten korkuyordu ve utanıyordu. Sıdıka Hanım, Ahmet Ağa’nın üç çocuğundan en büyüğü idi. Çok ama çok güzeldi. Beko, “Onda başka bir güzellik var,” diye düşündü ama neydi, bulamadı. Birden bir burukluk hissetti. Melek yüzlü güzel, yakında gelin olacaktı. Harput’un altındaki Saray köyünün beyi ile evlenecekti. Anlatılanlara göre bu bey çok zenginmiş, Saray köyünden başka on altı köyün sahibi ve ailenin tek çocuğu imiş. Sıdıka’nın verilişi köye bomba gibi düşmüştü, ne bu seneki kuraklık ne mahsulün az oluşu köylüyü bu kadar ilgilendirmişti. Herkesin müşterek konusu Sıdıka’nın evliliğiydi. Köyün genç kızlarının çoğu bu evliliği kıskanıyordu. Beko’ya göre Sıdıka çok çok daha iyilerine layıktı. Ama Beko için zenginlikten daha önemlisi, Sıdıka’daki bu güzelliği görecek ve takdir edecek birine düşmesiydi. “İnşallah öyledir,” dedi. Beko cahildi ama iyi bir çekirdeğe sahipti. Zekiydi, çok iyi niyetliydi. Bazı şeyleri aşmıştı. Beko kimine göre saf, kimine göre aptal, kimine göre de ermişti. Kesin olan bir şey varsa önsezileri kuvvetli, sadık bir hizmetkârdı. Beko bu konaktan asla ayrılamayacağını düşündü, çünkü ağaların iyiliği dışında, ayda yılda bir de olsa, ancak bu konakta olursa Sıdıka’yı görebilirdi. Baba evini ziyarete geldiğinde… Bu düşüncelerle konağın selamlık bölümüne geldiğini fark etti. “Hoop,” diyerek kağnıyı durdurdu. Büyük kapının önüne doğru atladı. Eline çatalı aldı, büyük bir saman balyasına taktı. Balya bir ayna gibi parlıyordu. Birdenbire üzerine bir gölge düştü; bu, güzel Sıdıka’nın yüzüydü. Sanki aynada aksi gibiydi. Beko ne olduğunu anlayamamıştı, heyecanlandı, korktu. Çatalı fırlattı, başını ellerinin arasına aldı. “Yarabbim, çok akıllı değilim ama hepten aklımı alma ne olur!” diye yalvardı. Hacı Hafız Ağa’nın konağı bir sokağı baştan başa kaplıyordu. Selamlık tarafı dükkân önüne giden yolun köşesinde idi. Ev üç katlı, görkemli ve büyük bir yapıydı. Alt katta hizmetkârların yaşadığı yer, depolar ve büyük bir avlu vardı. Avludan taş merdivenlerle orta kata çıkılıyordu. Bu katta dört oda vardı; bu odalar gündüz çeşitli işler için, geceleri de yatak odası olarak kullanılırdı. Sadece bir tanesi Ahmet Ağa ile Firdevs Hanım’ın yatak odası olarak döşenmişti ki, buraya gündüzleri pek girilmezdi. Üst katın sağ tarafından, on-on iki basamakla çıkılan şanşen, oymalı ahşap bir bölme ile ikiye ayrılmıştı. Üç tarafta sedirler vardı ve üzerleri kanaviçe işli örtülerle örtülmüştü. Güzeller güzeli Sıdıka, üç kız arkadaşı ile beraber çeyizini hazırlıyordu. Parça parça örülmüş kare şeklindeki dantelleri birleştirip, gelin yatağına örtü yapıyorlardı. Küçük Bey’in saray diye adlandırılan büyük konağında çok sayıda yatak odası, misafir odaları, salonlar olduğu söyleniyordu. Hatta üçüncü katta sular akarmış, tavanlar ayna kaplıymış, bunların ne kadarı doğru kimse bilmiyordu. Beko’nun anası Bezar bile dün gece, “Ulan Beko, Sıdıka Hanım’ın gelin gideceği evin, üçüncü katında su akarmış, doğru mudur acep?” diye sormuştu.
Beko ciddi ciddi düşündükten sonra, “Ne bilem, ana; öyle derler,” cevabını vermişti.
Böyle bir yaşam tarzını da pek gerçekçi bulmuyorlardı. Köyün en zengini olan bu konakta bile, kullanma suyu kuyudan çekilir, içme suyu da çatal pahardan getirilirdi. Bu gibi şeyler, ya masallarda ya da velinimetimiz padişah efendimizin oturduğu saraylarda olurdu. Saraylı Küçük Bey de Fatih’in torunu değildi ya. Bütün bu sözlere inananlar da inanmayanlar da konuşmaktan büyük bir zevk duyuyordu. Kıskananlar bile, böylesine ünlü bir beyin köylerinden kız almasından gurur duyuyorlardı. Sıdıka, orta boyu, ince beli, iri çekik kahverengi gözleri, uzun siyah kirpikleriyle çok güzeldi. Ama onun en güzel yeri, bir kuğuyu bile kıskandıracak güzellikteki pürüzsüz beyaz boynuydu. Bu özelliği ona bir bahar dalı zarafeti kazandırıyordu. Dilşat Hanım bile, bütün azametine rağmen, “Sıdıka’nın boynuna benim mücevherlerim bile az gelir. Kuyumcu Kirkor’a çok güzel bir pandantif yaptırmam gerek,” demişti. Sıdıka’nın güzelliğinin ötesinde daha değişik, daha etkileyici bir şeyler vardı. Asalet, zarafet, hüzün ve iyilik; bütün bunlar fiziki görünümüne yansıyordu. Dantelleri düzeltip, birleştirmeye çalışan kızlar yorulmuş ve acıkmışlardı. Sıdıka arkadaşlarına ikramda bulunmak için kalkmak üzereyken kapının önünde bir kağnı durdu. Şanşenin penceresine gitti, perdeyi hafifçe aralayıp aşağıya baktı; Beko saman balyalarını taşıyordu, Sıdıka daha iyi görmek için biraz daha eğildi.
“Aa! Bu çocuğa da ne oldu?” dedi. Kızlar pencereye koştular, Beko başını iki elinin arasına almış şaşkın şaşkın duruyordu. Sonra başını balyaların üzerine koydu ve öylece kaldı.
“Beko’ya çok acıyorum, çok çalışkan ve iyi niyetli bir çocuk. Çok yoruluyor,” diyen Sıdıka’ya, kızlar gülerek baktılar. Çünkü Beko’nun büyük aşkını hemen hemen herkes biliyordu. Sıdıka bu konuya girmelerini önlemek için, aceleyle, “Beyaz! Beyaz!” diye seslendi. Birkaç saniye sonra, bir elinde uzun sivri bir bıçak, öteki elinde oyulmuş bir patlıcanla Beyaz gözüktü. İri kemikli, otuz-otuz iki yaşlarında güçlü bir kadındı. Görünüşü ile çok tezat, yumuşak, sevecen bir sesle, “Ne istemiştin, Sıdıka?” dedi.
“Beyaz, sen bugün taze ekmek yapmıştın, değil mi? Üzerine biraz tereyağı sür, birer bardakta vişne şurubu yap da getir. Hem yorulduk, hem de acıktık.”
Beyaz, “Olur, şimdi getiririm,” dedi ve hemen uzaklaştı. Beyaz, Sıdıka’yı büyüten, onun özel işleriyle uğraşan ve evin yemeklerini yapan hizmetçiydi. Sıdıka’ya sonsuz bir sevgi ve hayranlık duyar, bu nadide çiçeği yetiştirdiği için kendisi ile iftihar ederdi. Ahmet Ağa ve karısı, Beyaz’ı, Sıdıka’nın çeyizi ile beraber Küçük Bey’in konağına göndermeyi kararlaştırmışlardı. Kızına hem yardımcı hem koruyucu olurdu; o koca konakta yalnızlık çekmemesini sağlardı. Bu karara Sıdıka da Beyaz da çok sevinmişti. On-on beş dakika sonra, işlemeli bir bakır tepsi içinde vişne şurupları ve bakır bir sahanda tereyağlı sac ekmekleri ile Beyaz gözüktü.
“Konsolun üstüne koy, Beyaz, biz alırız, sağ ol,” diyen Sıdıka, arkadaşlarına servis yapmaya başlamıştı bile, kızlar da gülüşerek yemeye başladılar.
Ahmet Ağa, bütün malın ortağı idi. Uzuna yakın boyu, kırlaşmış saçları, uzun sakalı ve keskin bakışları ile dikkat çeken biriydi. Bu bakışlarına rağmen sevecen, adil, alışılmamış bir ağa tipiydi. Evine ve çocuklarına çok bağlıydı. Ama ağabeyi Hacı Hafız Ağa’ya sormadan bir karar veremezdi, hele hele bu karar para pul ile ilgili ise… Bu, Hacı Hafız Ağa’nın kendisinden büyük olmasından kaynaklanıyordu; aile terbiyesi ve gelenekler böyle gerektiriyordu. Sıdıka’nın verilişi bile Hacı Hafız Ağa’nın onayından sonra gerçekleşmişti. Bu yıl mahsul azdı, nakit para sıkıntısı vardı, gerçi nakit para sıkıntısı köy ağalarının hep sorunu olmuştur ama bu yıl biraz daha fazlacaydı. Ahmet Ağa orta kattaki sokağa bakan odanın sedirinde oturmuş, bir taraftan kahvesini yudumluyor, bir taraftan da düşünüyordu. “Ben bu kızı nasıl evlendireceğim? Küçük Bey’e gelin gidecek kızın çeyizinde, sadece sırmalı yorganlar, yün yataklar, kalaylı bakırlar olamaz.” Firdevs Hanım’ın kendinden güya gizlediği çıkını da derde deva olmaktan çok uzaktı. Bir veya iki küçük tarla satmak gerekirdi, bunun için de ağabeyinden izin almalıydı ama nasıl? Bir başka konu ise bu tarlayı bu köylüye satmak istememesiydi. Köylü ağalara kulp takmak için pusuda beklerdi. Kız evlendirmek için tarla satan ağadan ağa mı olur, diye alay konusu olacaklarından emindi. Onlar için ağa, her zaman parası olan, her şeyi alabilen ve yapabilen kişi demekti. Zenginlik oydu, iktidar oydu, güç oydu. Ahmet Ağa içinden, “Hayır hayır bunu yapamayız,” dedi. “Neyse şu harmanlar tamamıyla kalksın, bağlar bozulsun, ipek kozalarının parası gelsin, sonra ağabeyimle görüşürüm,” diye karar verdi. Biraz rahatlamış olacak ki derin bir uykuya daldı. Alt kat hareketlenmeye başlamıştı. Akşam yemeği yenecekti. Beyaz, “Emoşş! Beko’ya söyle, pilav tenceresini getirsin!” diye bağırıyordu. Şu sıralarda konakta, uzaklardan harman mevsimi için çalışmaya gelmiş bir sürü işçi vardı, gerçi bir kısmı dönmüştü ama yine de on-on iki kişi kadar kalmıştı. Üçer beşer konağa dönmeye başlamışlardı. Girişteki hizmetkârlar bölümünde kalırlardı, büyük bir kısmı da ahırdaki asma katlarda. İşçi sayısı, orak zamanı kırk-kırk beşi bulabiliyordu. Bunların çoğu uzaklardan gelirlerdi, yiyecek ve yatacak yer vermek gerekiyordu. Sadık hizmetkâr Beko, anası ve kız kardeşi ile bu işleri hallediyordu. Kazan sayılabilecek tencerelerde yemek pişirirlerdi. Bu akşam yeşil fasulye, bulgur pilavı ve ayran yiyeceklerdi. Geniş bir leğene konan yemekleri kim daha hızlı yerse o daha çok yemiş olacağından sofra başında büyük bir hareketlilik görülürdü. Gerçi, Hacı Hafız Ağa’nın konağında bugüne kadar kimse aç kalmamıştı ama bu işçilerin bir alışkanlığıydı. Bu arada öküzler, inekler az sayıda koyun ve kuzular da evlerine dönüyorlardı. İşçiler yemekten sonra özledikleri karıları ve çocuklarından, yoksa ana babalarından konuşur bir müddet sonra uyurlardı. Karakoçanlı Silo, “Ulan, keşke düğünlerini biz buradayken yapsalardı!” dedi. Diğerleri gülerek, “Üzülme hiç, seni muhakkak çağırırlar,” dediler. Hepsi gülmeye başlamıştı. Ama artık uyumaları gerekliydi. Sabah erken kalkıyorlardı. Yemek telaşı üst katta da başlamıştı. Büyük bir gem iskemlesinin üstüne konmuş bakır sinide, karışık dolma, bulgur pilavı ve cacık vardı. Yemeklerini küçük bakır sahana alarak yiyorlardı. Sofranın daha medeni bir görünümü vardı. Sıdıka sofrada yoktu, Ahmet Ağa, “Sıdıka nerede, hanım?” diye sordu.
Firdevs hanım, “Akşamüstü arkadaşlarıyla bir şeyler atıştırdı, yiyemeyecekmiş,” dedi. Sıdıka, az yiyen, narin bir genç kızdı. Odasına çıkmış, lambasını da yakmadan henüz alacakaranlık olan sokağı seyrediyor, bir taraftan da evliliğinin nasıl olabileceğini kafasında şekillendirmeye çalışıyordu. Ama bir türlü başarılı olamıyordu. Heyecandan çok, ürküyor ve korkuyordu. Kocasının servetinin dillerde dolaşması ona gurur veriyordu ama nedense korkuyordu. Arkadaşı Nezahat kadar, ne mutlu ne de heyecanlıydı. Sebebini düşünürken, yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. “Tabii olamam,” dedi. “Nezahat sevdiği oğlanla evleniyor.”
Bu telaş içinde ağustosun sonuna gelmişlerdi. Köydeki hummalı hayat devam ediyordu. Hava kavurucu sıcaklığını kaybetmişti. Harmanların kalkma telaşı yerini bağ bozma, bastık, orcik yapma, bulgur kaynatma, tandır ekmeği yapma gibi kış hazırlıklarına bırakmıştı. Bu işler köy kadınlarının imece ile yapmış olduğu işlerdi. Çok da eğlenceli olurdu. Bu ağır iş yükünü eğlenceli hâle getirerek hayatlarını bir yere kadar renklendiriyorlardı. Mevsim gereği konağın hanımları, hizmetçileri, bazı samimi komşuları, zaman zaman da dışarıdan tuttukları birkaç kadın işçiyle bağlara gideceklerdi. Tam bu arada Saray köyünden bir haberci geldi. Dilşat Hanım, düğün tarihini ve yapılacak işleri konuşmak için kız evine gelmek istiyordu. Dilşat Hanım özetle, “Bu işin daha çok uzamasına gerek yok. Bir an evvel nazlı gelinimi yanımda görmek istiyorum,” demiş ve görüşmek için tarih istemişti. Ahmet Ağa ve karısı nasıl cevap vermeleri gerektiğini uzun uzun düşündüler. Karşı tarafa parasız olduklarını asla hissettirmemeliydiler. Kibar bir dille harman ve bağ işleri bitmeden düğünü yapamayacaklarını, işlerin yüzüstü kalacağını; ama, tarih saptamak ve teferruatı konuşmak için on beş gün sonra, Dilşat Hanım ve maiyetini ağırlamaktan mutluluk duyacaklarını yazarak, habercinin eline verdiler. Çünkü yanlış bir kelime başka anlamlar çıkarılmasına yol açabilirdi. Firdevs Hanım, “Beyaz, Beyaz!” diye seslendi ve cevabını alamadan devam etti. “Sen de Sıdıka da hazırlanın, Ağalık bağına gideceğiz. Eltimler gideli epeyce oldu, şimdi laf olur, acele edin,” dedi. On beş dakika sonra lacivert ipek çarşafı ve yüzünde peçesi ile Sıdıka gözüktü. Sıdıka çarşaf içinde dahi çok güzel ve zarif duruyordu. Beyaz, siyah pamuklu kumaştan bir çarşaf giyinmişti, koltuğunun altında da bir bohça taşıyordu. Bu bohçada, yemek yapmak için malzemeden tutun da çalışırken giyebilecekleri şalvara kadar çeşitli şeyler olabiliyordu. Tüken önünden geçeceklerdi, Sıdıka’yı ortalarına aldılar, beş altı adım arkadan da Beko takip ediyordu. Beko yürümüyor, mutluluktan uçuyordu. Bütün gün Sıdıka’ya yakın olacaktı, eğer şansı yaver giderse yüzünü bile görebilirdi. Bakkal Nazım’ın önünde birkaç erkek sohbet ediyordu. Küçük grubu gören herkes sustu, çarşafın içindeki Sıdıka’yı hayal etmeye çalışıyorlardı. İçlerinden en genci mırıldanır gibi, “Bahçemizde yetişen bu güzel meyveyi elaleme yedireceğiz,” dedi.
Yanındaki kızdı. “Saçmalama ulan! Köyümüzün kızı bacımız sayılır. Allah’ın emriyle istenmiş, verilmiş.” Gençler susmuşlardı. Çatal paharın önü yine kalabalıktı. Erkekler tarafında beş altı yaşlı, birkaç çocuk su alıyorlar, ellerini yüzlerini yıkıyorlar, bazıları da karpuz, ayranlı çorba, hoşaf gibi şeyleri akıp giden ark içine yerleştiriyorlardı. Çatal paharın suyu hem çok güzel hem de çok soğuktu. Köyün soğutulması gereken her şeyi buraya gelirdi. Hele ramazanda ark içinde yer bulmak meseleydi. Çeşmeden akan bu su, tüken önünü boydan boya geçerdi, o yola hem serinlik hem de bir güzellik verirdi. Sonra sola doğru kıvrılır, bahçelere doğru akardı. Çeşmenin aktığı duvarın öteki yüzü kadınlar tarafıydı. Kadınlar ve kızlar buradan su alır, zaman zaman çamaşır bile yıkarlardı. Biraz daha yürüdüler, artık evler bitmişti. Birdenbire iki tarafında yüksek duvarlar olan dar bir yola girdiler. İki yüz metre sonra, tahtadan yapılmış bir bağ kapısına varmışlardı. Kapının tahta dilini kaldırıp içeriye girdiler. Ortada üzüm bağları, etrafında da çeşitli meyveleri olan büyük bir bağdı burası, yolun yukarısında da bir kapısı vardı, kadınlar yüzlerini açabilmek için ilk kapıdan girmişlerdi. Bu köyün özelliklerinden biri de bağ ve bahçelerin etrafının yüksek duvarlarla çevrili olmasıydı. Şehre çok yakın olduğu halde tutucu bir köydü. Kadınlarının, kızlarının bağda çalışırken görülmesini istemezlerdi. Yüzlerini açan hanımlar nefeslenmekten, Beko da Sıdıka’nın yüzünü görmekten dolayı mutluydu. Bağın bir tarafı köy evleriyle sınırdı, bir tarafı yoldu. Diğer iki tarafında da birçok insanın bağı vardı; Baba Faik’lerin Tatargilin ve daha birçok ailenin. Perçenç köyünün bahçelerinde, üzümden sonra en çok yetişen ve güzelliği ile ünlü olan dut ağaçları vardı. Nefis bembeyaz dutu olan bu ağaçların yapraklarıyla da ipek böceği beslenirdi. Bu da köylü için iyi bir gelir kaynağıydı. Mürüvvet Hanım, Hanife Bacı ve Kasapgilin gelini cevizleri dizmişlerdi bile, üzümler bir gün evvelden toplanmış, yıkanmış, suyu çıkarılmak için teknelere konmuştu. Hanımlar çarşaflarını çıkartıp yemenilerini başlarının üstüne atıp işe koyuldular. Kasapgilin gelini bir de türkü tutturdu. “Bu dere baştan başa ayvalı bağ…”
Dilşat Hanım’a verdikleri görüşme günü yaklaşıyordu. Diğer bağlar halledilmişti. Firdevs Hanım bu yıl o işlerle pek meşgul olmamıştı. Ağalık bağının işleri de bir-iki güne kadar biterdi. İşler nasılsa biterdi ama onlar Sıdıka’nın düğünü için harcayacakları parayı nasıl bulacaklardı? Hacı Hafız Ağa ile Ahmet Ağa cuma namazından çıkmış, sağa sola selam vererek evlerine doğru yürüyorlardı. Ahmet Ağa cesaretini toplayarak alçak bir sesle, “Ağam seninle bazı şeyleri konuşmam gerekiyor,” dedi.
“Ne gibi?” diyen Hacı Hafız Ağa, konuyu biliyor ve bekliyor gibiydi.
“Sıdıka’nın evliliği, çeyizi hakkında.”
“Haklısın Ahmet, zamanı gelmişti. Bizim tarafa geçelim. Hanife bize birer kahve yapsın, oturur konuşuruz,” dedi. Haremlik tarafına doğru yürüdüler. Ahmet Ağa görüşme teklifinin hemen kabul edilmesinden memnundu ama, görüşme yerinin burası olmasından hoşnut değildi. Hanım ablasının yani Hacı Hafız Ağa’nın karısının, Sıdıka’nın çeyizi için mal satılmasına pek sıcak bakmayacağı kesindi. Mürüvvet Hanım kötü bir insan değildi, ama mala fazlaca düşkündü ve ucuz kurnazlıklarla kocasını etkileyebiliyordu. Maldan kayınbiraderine fazla bir şey kaptırmamak için her türlü yolu deneyebilirdi. Neyse ki Ahmet Ağa bugün şanslı günündeydi, Mürüvvet Hanım, Mama Ağa’lara gitmişti. Küçük kızları Tevhide’yi sıtma tutmuş, onu sorması gerekmişti. Hanife Bacı kahvelerin yanında birer bardak su olan tepsiyi getirdi. Sehpanın üstüne koydu. Ahmet Ağa söze hemen girdi, Hanım ablası gelmeden bu görüşmeyi bitirmek istiyordu.
“Ağam mahsul az, nakit para yok. Sıdıka’yı da büyük kapıya verdik. Ne yapacağız? Galiba bu dünürler bize biraz fazla gelecekler.”
Hacı Hafız Ağa “fazla gelecekler” lafına bozuldu. Ve biraz yüksek bir sesle, “Ahmet sen ne dediğini bilmiyorsun. Hacı Hafız Ağa’nın konak kapısı hiçbir kapıdan küçük değildir. Gereken neyse yapılacaktır. Yeğenim şanına layık bir şekilde evlenip, kocasının evine başı dik gidecektir,” dedi. Biraz düşündükten sonra, “Kıraç tarlalardan iki tane sat,” diye devam etti ve görüşmenin bittiğini anlatmak ister gibi ayağa kalktı.
“Ağam bir nokta daha var,” diyen Ahmet Ağa da ayağa kalkmıştı.
Hacı Hafız Ağa, “Nedir o?” diye sordu.
“Tarlaları köylüye satamayız. Dedikodu yaparlar, ‘Ağalar kız evlendirmek için tarla sattı!’ derler.”
Hacı Hafız Ağa elini sakalına götürdü, biraz sakalını sıvazladı, sonra, “Haklısın,” dedi. “Firdevs’le beraber, Sarpulu’ya gidin, dayısı Memoş Ağa’dan tarlaları satın almasını isteyin. Eminim alacaktır. Memoş Ağa, hiçbir zaman kelepiri kaçırmaz,” dedi ve odadan çıktı.
Ahmet Ağa bu işin bu kadar kolay olmasına şaşırmıştı. “İyi ki bize fazla gelecek lafını ettim!” diye düşündü. Ahmet Ağa’nın bilmediği bir şey vardı, ağabeyi bütün bunlara çok önceden karar vermişti. Gelin kız, yeğeniydi, bu konaktan çıkacaktı, hiçbir zaman şöhretine gölge düşürmezdi, Mürüvvet karşı çıksa bile…
Saray köyü, Harput’un eteklerinde, şehir merkezine bir-iki kilometre uzaklıkta küçük ama zengin bir köydü. Küçük Bey’in saray yavrusu konağı köyün görünüşünü değiştiriyordu. Adını bu büyük ve görkemli binadan almıştı. Küçük Bey’in bundan başka irili ufaklı on altı köyü daha vardı. Zira amcalarının ve babasının ölümünden sonra, Küçük Bey tek varis olarak kalmıştı. Küçük Bey’in amcaları ve babası İstanbul’da yani Osmanlı Payitahtı’nda ünlü mimarların yanında çıraklık ve yıllarca kalfalık yapmış, Padişah Sultan Mecid’in oğullarından birisine, yazlık bir köşk yapmaları emredilmiş. Üç kardeş bu işi başarıyla tamamlamışlar, padişah tarafından cömertçe mükâfatlandırılmışlar ve kazandıkları büyük serveti Anadolu’nun bu ıssız yöresinde toprağa yatırmışlardı. Bütün bu bilgiler büyükler tarafından aktarılan şeylerdi. Ne kadarı doğruydu? Niye burası seçilmişti? Bunların cevabı bilinmiyordu. Bu konuda başka hiçbir bilgi de yoktu. Bu üç kardeş padişahın oğlu için yaptıkları yazlık sarayın hemen hemen aynısını, Harput’un eteklerine, yani adını alan bu köye yapmışlardı. Aradan çok az bir zaman geçmişti ki bu yörenin Vali Paşa’sı tarafından çağırılmışlardı. Vali Paşa büyük bir ciddiyetle, “Padişah, yaptırdığınız bu konağın haberini almış ve çok kızmış. Galiba idam kararı verecekmiş. Ben sizin üçünüzü de çok severim. Hemen padişahın otoritesinin zayıf olduğu bir yerlere kaçarsanız iyi olur. Size bunu bildirmem benim açımdan çok tehlikeli ama sizi de harcayamazdım,” demişti. Bu tehlike karşılığında, kalan Osmanlı altınlarından bir kısmını Vali Paşa’ya hediye etmiş ve acele Şam’a kaçmışlardı. Uzun yıllar, Şam, Beyrut hatta Kahire’de saklanmışlardı. İki ağabey hayatını kaybetmişti. Yalnız kalan Muhammet Ziver, Abdülmecid’den sonra çıkarılan afla memleketine geri dönmüş, bir müddet sonra da, Harput eşrafından bir ailenin kızı olan, Dilşat Hanım’la evlenmişti. Artık oldukça yaşlanmış olan Muhammet Ziver Bey’le Dilşat Hanım’ın sadece bir çocukları olmuştu. Doğduğu günden beri Küçük Bey diye çağırılan ve çok şımartılan Küçük Bey, babasını çok genç yaşta kaybetmişti. Bu durumda serveti ve aile düzenini, çok dirayetli bir hanım olan Dilşat Hanım yürütüyordu. Bu konuda oldukça başarılı sayılırdı. Tabii, Küçük Bey’in aşırı şımartılması dışında. Kocasından sonraki ilk yıllarda, Dilşat Hanım yönetimindeki servet daha da artmıştı. Küçük Bey yirmi yaşına gelince, Dilşat Hanım, “Bak oğlum, artık malını mülkünü idare etmelisin, bu evin erkeği sensin, tabii ki birdenbire bırakmayacağım ama idareyi ele al,” demişti.
Küçük Bey buna çok sevinmişti. “Tabii anacığım sen boşuna bu kadar yoruluyorsun, bak göreceksin, nasıl idare edeceğim!” diyerek işin içine girmişti. İlk iş olarak, Urfa tarafından altı-yedi oğlu olan Çinto’lar adıyla tanınan bir aileyi Saray köyüne getirmiş, yerleştirmiş, babalarını ve oğullarını çeşitli işlerde kullanmaya başlamıştı. İki-üç yıldır bu düzen içinde devam ediyorlardı. Küçük Bey, karakter olarak zayıftı, içkiye ve kadına çok düşkündü, aşırı şımartılması bu kötü yönünü beslemişti. Çalışmayı da fazla sevmiyordu. Bu sebeple otorite ve kontrol yetkisini olmadık kimselerle paylaşmaya başlamıştı. Bu ana kadar Dilşat Hanım bariz bir hatasını yakalayamamıştı ama tatmin de olamıyordu. Belki daha bir mesuliyet yüklenir, dışarıda az vakit geçirir umudu ile onu evlendirmeye karar veren Dilşat Hanım, çevredeki bütün köylerde, Harput’ta, Maden’de kız aramıştı. Güzel, asil ve biraz da kaliteli yaşamasını bilen bir genç kız olmalıydı.
Sıdıka’yı görünce bayılmış, “İşte buldum. Bu kız bizim için biçilmiş kaftan. Bundan daha iyisi olamazdı!” diyerek hemen istemişti. Küçük Bey de bayılarak kabul etmişti. Sıdıka’nın dillere destan bir güzelliği, soyluluğu vardı, üstelik bir köylü kızı gibi yetişmemişti. Hayat tarzları daha Osmanlıca ve şehirli gibiydi. Niye itiraz etsindi? Sıdıka’nın ailesi hakikaten bir köylüden ziyade kültürlü ve şehirli bir aile gibi yaşıyor, düzgün konuşuyordu. Hacı Hafız Ağa ve Ahmet Ağa, yıllarca Mısır sarayında yaşamış ve orada eğitim almışlardı. Kendi dillerini iyi konuştukları gibi, Arapça, Farsça ve hatta az da olsa Fransızca konuşurlardı. Amcaları İshak Paşa, Mısır’da çok nüfuzluydu. Önemli bir mevkiideydi. İshak Paşa’nın yeğeni ve Sıdıka’nın dayısı olan Hüseyin Bey, El Şamaşirci’de sarayda görevliydi. Şimdi de Hacı Hafız Ağa’nın oğlu Mustafa Efendi, Mısır’da hem tahsil görüyor hem de çalışıyordu. Sıdıka’nın erkek kardeşleri de birkaç yıl sonra Mısır’a gideceklerdi. İşte Sıdıka bu vasıflara sahip bir kızdı ve böylesi bir gelin bulmak büyük şanstı doğrusu. Dilşat Hanım üç gün sonra, Perçenç’e düğün tarihini kararlaştırmaya ve bazı ayrıntıları konuşmaya gidecekti. Dilşat Hanım pek kalabalık bir aileye sahip değildi. Harput Müftüsü’nün hanımını ve Saray köyünden muhtarın hanımını çağırdı. Bu kadar insan da yeterdi. Gelinine, güzel bir ziynet hediye etmek istiyordu. Düğünde takılacak ziynetleri Kuyumcu Kirkor’a çoktan ısmarlamıştı. Bu durumda hediye gerekli değildi ama gelinini sevindirmek istiyordu. Kendi ziynet sandığını açtı, önüne diz çöktü, ağzına kadar kutu ve kadife keselerle dolu olan sandıktan, sedef kakmalı bir kutu aldı, içinden gümüş ve altın karışımı, firuze taşlarla bezenmiş Halep işi bir kemer çıkardı. “En uygunu bu olur, kutusu ile götüreyim,” dedi.
Ahmet Ağa ile Firdevs Hanım Sarpulu’ya varmışlardı. Memoş Ağa’nın konağının önünde araba durdu. Büyükçe bir binaydı, kapısının önünde dolaşan tavuklar, biraz ilerde bağlanmış eşek ve mayıs kokan havası ile büyük ama bakımsız bir köy evi görünümündeydi. Sarpulu, Perçenç’e kıyasla daha küçük ve bakımsızdı. Konağın kapısı açıktı, yine de büyük tokmağı birkaç defa çaldılar. Ayağında şalvar, başı ve ağzı oyalı yazma ile örtülü, otuz yaşlarında bir kız karşıladı. Bu Memoş Ağa’nın evlenmemiş üç kızından ortancasıydı. Genç kız bu ziyarete şaşırmış gibiydi.
“Buyurun, buyurun, hangi yel sizi buralara attı?” diyen Güllü, misafirleri kuyu başına aldı. Kuyunun etrafında kadife çiçekleri vardı ve oldukça da serindi. Durmadan cik cik sesleri çıkararak analarının etrafında dolaşan bir sürü sarı civciv çiçeklerin altlarını kazıp duruyorlardı.