Suyun seyri, gökten ve yerden, buluttan ve gözyaşından aktı geçti, sihirli cümlelere doldu taştı, bir romanda vücut buldu. Damlaya damlaya akan bir hikâye, yeri geldi çağladı.
Yalova Termal’in kaplıcalarının efsanesi, üç azizenin hayatlarını ve ruhlarını ortaya koyduğu mücadelesi, Derviş Bineva’nın tahta kılıcından güç bulan manevi fetihleri, bambaşka bir dünyaya açılan bir kapı sundu bu romanda. Hristiyanlığın doğuş tarihi gizli bu efsanelerin arkasında. Anadolu’da dalga dalga yayılan İslamiyet’in fetihlerine kadar uzanan masalımsı bir tat gizli. Tarih nerede başladı, efsane nerede bitti, gerçeklerle rüyalar arasındaki ince çizgi nerede kayboldu, okurken bilemeyeceksiniz. Çünkü belki de efsaneler, tarih kadar gerçek, tarih kadar inandırıcıydı.
***
Önsöz
2004 yılından itibaren Belediye Başkanlığı görevini gururla ve sevgiyle yerine getirdiğim Termal İlçesi, bana hep bir masal diyarı tadı vermiştir. Masal diyarı denilince aklımıza ne gelir? Yemyeşil bir doku, çeşit çeşit ağaçlar, nadir bulunan renkli çiçekler, mis gibi bir hava, kuş cıvıltıları, derelerden şırıl şırıl akan şifalı ve sihirli su kaynakları… İşte Termal İlçemizde bunların hepsi mevcuttur. Biz Termal’in çok derin bir ruhu olduğunu her zaman hissettik. Gördüğümüz, yaşadığımız, ayak bastığımız bu yemyeşil beldenin ta derinlerinde, tarihinin bile ötesinde, var olan efsanevi maneviyatını duyumsamamak elde değildir zaten. Lakin bunu anlatmak, kelimelere dökmek, sayfalara aktarmak için sanatçı emeği ve dokunuşu gerekir.
Bu noktada şanslıyız ki, efsane yazarı Hatice Üzgül ile tanıştık. Kendisini Termal İlçemize davet ettik, efsanelerimizi anlattık. Bizim için özellikle önemli iki efsanemiz vardı; 3 Azizeler ve Derviş Bineva… Hatice Hanım, ricamızı kırmadı, büyük bir özveri ve sevinçle bu efsaneleri kaleme almayı kabul ettiğini belirtti.
Efsanelerimizin kültürümüze katkılarının ne denli büyük olduğunun farkındayız. İnsanların hayal gücünün, inançlarının, ne büyük bir itici güç olduğunu bildiğimiz için, Yalova’mızın ve Termal ilçemizin tanıtımında böylesi bir sanat eserine katkı vermeyi, arkasında durmayı görev bildik. Bu sadece 3 Azizelerin, Derviş Bineva’nın hikâyesi değildir. Bu aynı zamanda Termal kaplıcalarının şifalı yö-
nünün gizemine dair, Göz Suyu, Mide Suyu ve Ayak Suyu kaynaklarının da efsanesidir.
Artık kendisi de Yalovalı olan yazarımız Hatice Üzgül’e, bizim onunla tanışmamıza vesile olan Yakup Bilgin Koçal’a teşekkürlerimizle…
İsmail Atik
Termal Belediye Başkanı
***
Yazarın Önsözü
Betonlar cehenneminden yorulmuş bezgin bir ruhun, huzur veren cenneti gibidir Yalova. Küçük bir kentleşme, hırslardan arınmış sakin insanlar, gerisi alabildiğine doğa… Yeşile ve daha koyu yeşile doğru gitmek mümkündür burada. Bir ten gibi can saklayan toprağının altında, damar damar akan suları belki göremeyebilirsiniz. Ancak, bir gün batımında sahilde oturduğunuzda denizin semanın padişahı olan güneşi bağrında nasıl uykuya yatırdığına tanık olmalısınız. Oracıkta, ateşin ve toprağın, suyun ve havanın, insanoğlunun kibrini yerle bir eden büyüklüğünü görürsünüz. Belki de insanoğlu bu yüzden doğaya savaş açmıştır, kim bilir? Onun bize kim olduğumuzu hatırlatan bir yanı vardır çünkü… Elimizden paranın gücünü, makam ayrıcalığını, makyajı, kuaför dokunuşlarını, kıyafet üstünlüğünü alır götürür iki günde. Geriye, bir tek siz kalırsınız. Ne kadar yetenekliyseniz o kadar, ne kadar akıllıysanız o kadar, ne kadar cesursanız o kadarsınızdır. Maskelerine sıkı sıkı yapışanlardan, duvarların arkasına saklananlardan yana değildir doğal hayat. Ona hayal gücünüzle yaklaşmalısınız. Tüm duygularınızla kapılmalısınız. İşte o zaman ruhunuzu yeniden hissedebilirsiniz. Daha canlı oluverir rüyalarınız. Daha coşkun yaşarsınız tutkularınızı. Ve sadece görmeye değil, duymaya da başlarsınız… Yalnızca kendi ruhunuzun sesini değil, kadim ruhların sesini de… O sesler ise size yeni efsaneler fısıldamaktadırlar.
Ki bazı efsaneler vardır, kulaktan kulağa yayılırken büyür, hayal gücü ile zenginleşir; bazı efsaneler vardır, kader yazmıştır ve hayal gücü bile erişemez onların gerçekliğine, zamanla unutulur. Evet, Yalova Termal’in üç azizeleri, gel zaman git zaman isimleriyle efsaneleştiler. Ancak amaçları, yaşadıkları ve ölüm anlarının gizemi, bir sır gibi kaldı yıllarca.
Ta ki bir gün Termal Belediye Başkanı Sayın İsmail ATİK, Yakup Bilgin KOÇAL aracılığıyla bana ulaşana kadar. İsmail Bey’in bu efsaneleri kaleme almam ricası üzerine, bir gün Termal’in doğasının sesine kulak verdim.
Ve işte kadim seslerin bana fısıldadıkları;
Allah’ın adıyla…
Sinan Kürşat Reisoğlu’nun ilhamı ile kaleme alınmıştır.
Sayın İsmail Atik’e ve Yakup Bilgin Koçal’a en derin saygı ve teşekkürlerimle…
“Bu kitap tamamen hayal ürünü değildir. Yalova efsanelerinden, tarihi kişi ve tarihi olaylardan esinlenerek yazılmıştır.”
***
Bir fısıltı var. Gün doğumunun sesini, karıncanın adımlarını, bir kelebeğin nefesini duymaktan daha zor sanki. Ama var işte… Karanlıkta boğuk boğuk, ışıkta daha davetkâr. Kulağa değil, gönle işliyor. Bedeni değil, ruhu çağırıyor.
Kimine, “Ne olursanız olun, gelin.” diyor; kimine, “Gelin ve Rabbin yolunu hazırlayın. Geçilecek olan patikaları düzenleyin.” diyor.
Su akar akar yolunu bulur, çağrıyı duyan ruh da coşar, cennetini bulur. Herkesin duyduğu zaman baktığı bir ismi vardır ve herkesin duyduğu zaman cevap vereceği bir sesi vardır. Kimi Muhammed’in sesini duymak için yaratılmıştır, kimi Musa’nın, kimi de İsa’nın… Yolunu bulan bir dere misali, koca okyanusta birleşmek üzere sadece çağlamak gerekir. Her su bir gün abı hayatını bulacaktır.
O abı hayat ki, işte bu biraz da onun hikâyesidir. Taşar ama dolmaz, içilir ama kanmaz. Kaynağını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Ölümsüzlüğün sırrını ne siz duyun, ne de ben fısıldayayım. Şeytanların kulakları açık olur. Kandırdıkları inançsız insanlardan daha açıkgözdürler, beklerler. Öyleyse bu sırrı duymak ve anlamaktan önce, inanın. İnanın ki, duymanız ve anlamanız gerekenler ruhunuza fısıldansın… Çünkü bu su, nefis için değil, ruh içindir. Beden, dünyevi suya kanmak ister; ruh, abı hayata… Şeytan, dünyadaki suya da düşmandır, ruhun abı hayatına da… Her ikisindeki hikmeti de bilir, hikmetlerindeki özü bile bilir lâkin vâkıf olamaz. Bilmek onun için anlamak değildir. Kutsal sözleri ezberlemek, onun hayatına sirayet etmeyecektir. Bu sebeple, anlamak ve huzura kavuşmak, beyinden ve mantıktan değil, ruhtan ve gönülden başlar. Gönül hissettirir, beyin, ancak hissettiğini kavrar ve dünyaya aktarır.
3 AZİZELER
M.S.306 Byzantion
Poyrazın çiseleyen yağmurla birlikte indirdiği soğuk, iliklere işliyordu. Gün batımına yakın, karanlığı kucaklamaya ve gittikçe artan gölgelere sığınmaya hevesli olan üç genç kız silueti, batıya doğru koşar adım ilerliyordu. Martı sesleri, yerdeki yağmur birikintilerini çırpan bu ayak seslerine karışıyordu. Byzantion’da başka koşuşturmacalar da vardı elbette ki… Ama kalabalığın uzağını arayan kızlar, diğer gürültüleri hızla geride bırakıyorlardı. Hafif çiseleyen yağmur, martı çığlıkları, poyraz ve gün batımı… Bu kızların içinde dehşetli bir korku olmasaydı, doğanın “İşte efsane dolu kucağım, açtım ve sizi bekliyorum.” dediğini duyar gibi olurlardı. Duymadılar.
Can kaygısına düşmüşlerdi. Çaresiz, savunmasız ve bedensel olarak güçsüz hissediyorlardı. Özellikle de peşlerindeki celladın o devasa varlığını düşündükçe… Geride, çok geride, kalabalıkların içinde kalmış bir amansızdı o. Adını henüz bilmiyorlardı, ama adı Drogo’ydu. Aldığı görevi küçümseyen bir ruh hali içinde, şehrin dar sokaklarında acelesiz ilerliyordu. Hafif yağan yağmurun insanlar üzerindeki etkisinden midir, nedir, etrafından bir miskinlik kokusu alıyordu. Pazar tezgâhları, gün tamamen batmadan kaldırılmış, araç trafiğine biraz erken izin verilmiş, ahşap tekerleklerin gürültüsü, onları çeken at, eşek ve katırların sesine karışmıştı. Masif tekerlekli yük arabaları ağır ağır ilerliyordu. Taş döşemeli yerlere dikkatli basılmadığı zaman, alttaki su bacaklara sıçrıyordu. Kendisini tıraş edecek kölesi bulunmayanlar için açılmış olan berberler, mallarını tezgâhlarda sergilemekte olan tacirler, zanaatkârlar, dükkân sahipleri sanki ekmek teknelerini uykuya yatırmış gibi sessizce oradan uzaklaşıyorlardı.
Ne de olsa ışıklarla aydınlatılmayan, dar Byzantion sokakları, gece olunca tekinsizleşirdi. Az sonra soyguncu ve katillerin en sevdiği saatler başlayacaktı. Hiç de emniyetli görünmeyen ve muhtemelen pek çok hırsızlığın yapıldığı, boşalmaya başlayan pazar yerinden elini kolunu sallayarak geçmek yürek isterdi, bir de Drogo’nun sahip oluğu kadar büyük bir kuvvet…
En sonunda güneş tamamen battığında, ay birkaç koca parçaya bölünmüş kara bulutların arkasında kalmayı tercih ettiğini göstermişti. Ahşap evlerdeki, insulaelardaki mangallar artık yanabilirdi. Ev pencerelerinden sızan küçük ışıklara kalmıştı sokakların aydınlatması. Drogo, Gale Sirius Maximionus’un genel emri üzerine hareket ediyordu. “Hristiyanları bulduğunuz yerde öldürün.” Bu konuda başarılıydı orta yaşlı cellat. Kılıcından, hançerinden nice canlar akmıştı. Kalın deriden yapılma sadak boşalana kadar, oklar fırlatılmıştı. Şimdi ise sadağını yeniden doldurma vaktiydi. Bu saatte pazar sokağına girmesi bu yüzdendi. Kaçmakta olan üç genç azizenin ondan fazla uzaklaşamayacağını düşündüğü için rahattı. Bu kızları öldürmeyi en sona bırakmıştı. Kadın peşinde koşmak, onların canını almak için bile olsa, bir erkeğe keyif veriyordu. Onları yakaladığı zaman yapacaklarını düşlemek, her sabah uyandığında yeni bir güne başlamak için hoş bir neden yaratıyordu.
İleride henüz toplanmamış tezgâhı gördüğünde içini bir ferahlama kapladı. Eksik pusatla dolaşmak ona göre değildi. Sadak takımını yeniden doldurmalıydı. Doldurdu da…
Menedora, soluklanmak için bir müddet durdu. Tereddütle arkasına baktı. Hayatı boyunca insanlardan kaçmıştı, paranın kirletici gücünden kaçmıştı, bencillikten kaçmıştı, öfkeden kaçmıştı, erkeklerden kaçmıştı… Ancak bu sefer kovalayan ölümdü. Bakışlarını yeniden arkadaşlarına çevirdi. Metrodora ve Nimfodora’nın da yoruldukları ortadaydı. Ama yine de yılacak gibi görünmüyorlardı. Dile kolay, bunca yıl kaçtıkları her şey, tek beden olmuş gibiydi. Para ile tutulmuş, bencil, öfkeli bir erkeğin onlara doğru hızla taşıdığı ölüm meşalesinden kaçıyorlardı. Bu