Sinekli bakkal yer aldığı semtin ismini almış durumda olan dar bir sokaktır. Bir geçitten çok bir toplantı yeri gibidir. Bu sokakta oturanlardan biri semt imamıdır. Onun kızı, Emine ise babasının istememesine nazaran Kız Tevfik olarak bilinen bir sanatçısıyla izdivaç eder . Tevfik; orta oyunu, karagöz benzeri şeylerle zaman geçirir. Bununla Beraber Emine ve Tevfik’le beraber , sokaktaki İstanbul bakkaliyesini işletmektedir. Daha sonra Tevfik ile Emine anlaşamazlar ve ayrılırlar. Tevfik yaptığı şaklabanlıklar sebebinden sürülür. Fakat Emine hamiledir, ve inadını ve istemini annesinden, yeteneklerini ise babasından durumda olan bir Rabia adlı bir kızını dünyaya getirir.
Emine’nin Babası Rabia’nın dedesi durumda olan imam ise Rabia’yı belli bir süre büyüyünce hafız yapar. Mahallenin bir de nazik konağı vardır: Selim Paşa Konağı. Bu konak başlı başına bir alemdir. Selim Paşa’nın hanımı dünyanın tadına varmış, yaşlandıkça vefat korkularına kapılmıştır. Ve teselliyi nerede bulacağını şaşırmış bir kadındır. Selim Paşa ise padişahın dostlarından ve zaptiye nazırıdır. Erkek Çocuğu Hilmi ise babasının aksine Genç Oyuncu Türklerle alakası durumda olan bir ihtilalcidir. Büyüklük peşinde bir düş adamı. Konağa giren – çıkan pek çoktur. Peregrini isminde ki bir İtalyan piyanist Vehbi Dede isminde bir Mevlevî bunların başlıcaları içerisindedir .
Rabia mevlit ve kuran okumaktaki becerisi ile Selim Paşa Konağı’na takılmaya başlar. Peregrini’yi tanımasıda işte tam orada olur. Vehbi Dede’den müzük dersleri alır. Babası Tevfik sürgünden dönüğünde rabia artık büyümüş ve belli bir yaşa gelmiştir. Rabia annesi ile babası arasında seçimini babası Tevfik’i olrak kullanmıştır. Bundan ötürü Emine Rabia’ya çok kızmış her namazdan ardından beddua etmeye başlamıştır. Rabia babasına bakkalda ve karagöz oyunlarında destek ediyor mahallenin cücesi vaziyette olan Rakım Amcasıyla birlikte birlikte harika süre geçirmektedir. Fakat Tevfik’in bayan kılığına girip Selim Paşa’nın Erkek Çocuğu Hilmi için Fransa’dan gelen başka evrakları feslilerin giremeyeceği Fransız Postanesine gidip yakalanmasıyla, Tevfik, zaptiye dairesinde Göz Patlatan Hakkı isminde ki zorbatarafından işkence yapılarak sorguya çekilmiştir. O kadar zorlamaya, işkenceye rağmen Hilmi’nin ismini vermez sürgüne yollanır. İş anlaşıldığı zaman Paşanın Erkek Çocuğu Hilmi de Selim Paşa’nın buyruğu ile sürgüne Şam’a sürülecektir.
Rabia, Tevfik in eksikliğinde Rakım Amca’nın yardımı ile dükkanı işletir. Vehbi Dede ve Peregrini gibi ikide dost bulmuştur. Ama babası sürgüne yollandığından sonra bir daha Selim Paşa Konağı’na ayak basmaz. Konakta pek sevdiği bir cariye vardır: Kanarya Hanım. Çerkez asıllı olan Kanarya Hanım da aslında evlenip çırak çıkmıştır.
Rabia, dini günlerde camileri gezer mukabele okur ara sıra mevlitlere çağrılır. Şehzade Nihat Efendi’nin yalısında da Mevlit okumaya davet edilirdi. Rabia yalıya gittiğinde iç salonun kapıları açılarak sinekli bakkal mescidinin büyük bir toplantı yeri haline getirildiğini görür. Renkli papatya başlarına benzeyen yüzlerce başörtülü kadın dinleyicisi vardır. Bu duygulu kalabalığa yanık ve dokunaklı sesi ile mevlit okuduktan sonra salonun nihayetinde çok güzel bir mermer heykele benzeyen sarışın bir kadın görür. Bu Kanarya Hanım’dır. İki eski arkadaş çığlık çığlığa birebirlilerinin boynuna atılırlar.
Peregrini Rabia’nın okuduğu mevlide hayrandır. Karakterine, olgunluğuna hayrandır. Nihayetinde , tasarısını Vehbi Dede’ye açar. Onunda uygun bulması üzerine Rabia ile izdivaç etmek için dinini değiştirir. Osman ismini alır. Vehbi Dede de, onu kızı gibi sevmektedir. Yani Rabia da güzelliği bulan Tanrı sevgisi…
İmam da Emine de öldüğünden Osman’la Rabia Evi onarırlar. Dükkanın üstüne yerleşirler. Rabia’nın gebeliği çok sıkıntılı geçer. Nihayetinde İstanbul’da ilk defa yapılan bir sezeryan ameliyatı ile kurtulur. Bir oğlu olur. Bu mutlu olayı takip edilen yıllarda 1908 meşrutiyeti gelir. Sürgünler yerlerine dönerler. Geri dönenler arasında Tevfik de vardır. Rabia, Osman Rakım Amca, mahallenin kibar tulumbacısı, Sabit Beyağabey, bütün sinekli bakkal onu karşılamaya giderler. Vakti ile padişah haini diye sille tokat İstanbul’dan sürülenlerin hepsi, şimdi birer hürriyet kahramanı olarak dönmektedir.
Tevfik’in bu siyasi görüşlerle ilişiği yoktur. Vapur rıhtımına yanaşıp da sürgünler çıkınca karşılama törenleri başlar. Sabit Beyağabey bir buyruk verince sinekli bakkal takımı Tevfik’in bile ürkütüp saklanacak yer aratan bir coşku ile gösterilerine başlar. Sinekli bakkal delikanlıları şişmanca bir adamı omuzlarına alırlar. Tevfik’in mahalleye dönüşü dolası ile ateşli bir hürriyet nutku çeken bu adamı Tevfik hemen tanır. Bu zaptiye dairesinde kendine işkence eden göz patlatan Muzafferdir. Vehbi Dede ile Osman Tevfik’in koluna girer ve ona bir torunu olduğunu haber verirler.
Kahramanlar
Rabia: Romanın asıl kahramanı: İlhâmi İmam’ın kızı Emine ve Kız Tevfik diye malum ortada oyuncusunun kızı Rabia’dır. Rabia, yazarın romanda bizzat yerinde gösterdiği ve ideal Türk kadını ne türlü olmalı? sualinin yanıtı durumda olan kişidir. Rabia’nın kişiliğinin oluşmasında babasından daha fazla dedesinin etkisi altında kalmıştır. Bizzat dedesi islami bilgilerle büyüterek kişiliğine yön vermiştir. Paşanın konağına gitmesi ile Rabia’nın kişiliğinin değişiminde çok fazla etkiye sahip. Dedesinin yakınında her an cehennemden bahsedilerek yetişen Rabia konağın ortamını görünce geleneklerine sadık, fakat Batı meyilli bir fıtrat meydana çıkıyor. İki farklı ruh ikliminde yetişmiş ve Peregrini başka bir deyişle Osman’la izdivaç etmesi ile de bunu gösteriyor.
Kız Tevfik: Hep şen şakrak, ortada oyununda profesyonel , yakışıklı ve tek sürü düzensiz tek kimlikte anlatılıyor.
Vehbi Dede: Konakta Rabia’ya ders verici tek Mevlevî derviş olarak bize aktarılan Vehbi
Dede, her an teselli edici teskin edici mizacıyla Rabia’nın dedesinden tek sürü çeşitli olarak ruh okşayıcı tek bilen olarak anlatılıyor.
Peregrini (Osman): Annesinin tavsiyesiyle önceden papaz durumda olan Peregrini daha daha sonra her hangi tek dine bağlı olmaksızın yaşamış tek müzik hocası. Türkçe’yi tek sürü sıkı konuşan bu erkek dinsiz meydana gelmesine nazaran Vehbi Dede benzeri dinine ilişkili insanlara hürmet duymuştur. Rabia ile izdivaç etmek amaçlı dinini değiştirerek Osman ismini almıştır.
Selim Paşa: Eskiyen Dahiliye Nazırı, padişaha son derece ilişkili tek mizaç meydana sürmüştür. Öyle ki kendisinin erkek çocuğunu dahi gözünü kırpmadan ve elinde kesinlikle kanıt olmadan sürebilmiştir. Ama öbür yandan Rabia’ya karşın hep şefkatli olmuş ve sıkı davranmıştır.
Emine: Rabia’nın annesidir. Önceleri Rabia’yı tek sürü sevmiş fakat sürgünden dönen babasını kendisine seçim edince, elinden gelse Rabia’nın boğazına sarılmak istemiştir. Elini öpmek amaçlı iştirak eden kızını kovmuştur.
İlhamî İmam: Rabia’nın kocaman babası, mahalleliye sürekli cehennemden anlatan tek imam.
Diğer tipler: Bilal; Rabia ile izdivaç etmek talep eden tek çocuk , Rıfat Amca; mahallenin cücesi, Pembe; Rabia’nın hizmetini yürüten birlikte içinde bulunduğu çingene, Hilmi; Selim Paşa’nın Genç Oyuncu Türk oğlu, Sabiha Hanım; Selim Paşanın Hanımı, Kanarya Hanım; köşkte ki tek Çerkez kızı.
Çevre
Daha romanın en başında , önce cümlelerle yazar bize vakanın nerede geçtiğini söylüyor, Aynen okursak: “Bu dar arka yol yer aldığı semtin ismini almıştır: Sinekli bakkal.” Romanın ileri ki bölümlerinde ise bu sokağın İstanbul’da olduğunu anlıyoruz.
Zaman
Zaman Osmanlı Devletinin 33. padişahı meydana gelen Abdülhamit Han zamanıdır. Tevfik’in sürgünden dönüşü 2. Meşrutiyet Dönemi’nin başına başka bir deyişle 1908 ihtilâli’ne dek gelen zaman I. Meşrutiyet’ten hemen sonra, 1908 öncesi sayılabilir.
Sunuş
Türk edebiyatının en çok okunan romanlarından biri olan Sinekli Bakkal, ilk kez, İngilizce olarak The Clown and His Daughter (Soytarı ve Kızı) adıyla, Londra’da 1935. yılında basıldı. Aynı yıl Türkçede önce Haber gazetesinde tefrika edilen roman daha sonra, 1936’da kitap olarak yayımlandı. Yapıt, 1942. yılında CHP Roman Ödülü’nü kazanmakla ününü pekiştirdi ve günümüze dek, hakkında yurt içinde ve dışında pek çok yazı kaleme alındı. Halide Edib Adıvar’ın bu çok sevilen romanı Sırpçaya, Portekizceye, Finceye ve Fransızcaya çevrildi ve filme de alındı.
Can Yayınları’nda Halide Edib Adıvar’ın kitapları içerisinde Sinekli Bakkal’ı yayına hazırlarken 1936 yılında kitap olarak yapılan ilk baskıyı temel aldık. Gerekli görülen yerlerde İngilizce basımını ve kitabın daha sonraki yıllarda yapılan baskılarını kullandık. Ancak, İngiltere’de yayımlanan Soytarı ve Kızı ile Türkçe basımında görülen bazı farkları, yapıtın Türkçe baskısının özgünlüğünü korumak amacıyla edisyonumuza dahil etmedik. Günümüze kadar yapılagelen sadeleştirilmiş yayınlar birçok sorun içermekte, her şeyden önemlisi, yazarın özgün yapıtından farklı bir kimlik taşımaktaydı. Biz, metni sadeleştirmek yerine, anlaşılması günümüz okuru için zor olan sözcüklerin anlamlarını aynı sayfanın hemen altında vermeye çalıştık. Sinekli Bakkal’ı, ilk basımından yıllar sonra, yazarının özgün dilini ve üslubunu koruyan bir biçimde okuyucumuza sunuyoruz.
Mehmet Kalpaklı – S. Yeşim Kalpaklı
BİRİNCİ KISIM
“Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal, yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler.”
Bu dar arka sokak bulunduğu semtin adını almıştır: Sinekli Bakkal.
Evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar; karşıdan karşıya birbirinin üstüne abanır gibi uzanmış eski zaman saçakları. Ortada baştan başa uzanan bir aralık kalmış olmasa, sokak üstü kemerli karanlık bir geçit olacak. Doğuda batıda, bu aralık, renkten renge giren bir ışık yolu olur. Fakat sokağın yanları her zaman serin ve loştur.
Köşenin başında durup bakarsanız: Her pencerede kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz sandıkları. Saksılarda al, beyaz, mor sardunya, küpe çiçeği, karanfil. Gaz sandıklarında öbek öbek yeşil fesleğen. Ta köşede bir mor salkım çardağı, altında civarın en işlek çeşmesi. Bütün bunların arkasında tiyatro dekorunu andıran beyaz, uzun, ince minare.
Sürülü kafeslerin arkasında kocakarı başları dizili. Arada dikişlerini bırakır, pencereden bağıra bağıra dedikodu yaparlar. Sokakta, ayağı takunyalı, başı yazma örtülü, eli bakraçlı kadınlar çeşmeye gider gelirler. Saçları iki örgülü kız çocukları kapı eşiklerinde sakız çiğner; çakşırı yırtık, yalınayak, başı kabak oğlanlar kırık taşlar arasındaki su birikintileri etrafında çömelmiş kâğıttan gemi yüzdürürler.
Burası dünyanın herhangi yerindeki bir fukara mahallesinden çok farklı değildir. Bir geçitten ziyade toplantı yeri: Mahalleli orada muhabbet eder, konuşur, kavga eder, eğlenir. Hayatın orada geçmeyecek bir safhası yok gibidir. İhtiyarlar, vaktiyle çeşme başında doğuran kadın bile olduğunu gülerek rivayet ederler.
Eğer bir yabancı durur, su dolduran kadınlarla ahbaplık ederse bir kınalı parmak ona mutlak iki yer gösterir. Biri Mustafa Efendi’nin “İstanbul Bakkaliyesi”, öteki, arka pencereleri çeşmenin üstüne açılan İmam’ın evi. Birincisi sokağın ortasındaki evlerden birinin altına kara bir kovuk gibi gömülen dükkân, öteki sokağın biricik üç katlı binası. Gerçi kapısı öteki sokağa açılır, fakat küçük Sinekli Bakkal onu benimsemek ister. Çünkü zengin fakir bütün civar halkı, ölüm, doğum, nikâh gibi hayatî meselelerde o eve gelmek mecburiyetindedir.
Mustafa Efendi herhangi meddahın tarif ettiği hasis, tiryaki bir mahalle bakkalı. İmam? Şöyle bir bakılsa herhangi bir mahalle imamına benzer, fakat hakikatte o kendinden başka kimseye benzemez.
Kirpi kılları gibi ayakta duran iki kalın kaş, içeriye çökmüş, kömür gibi siyah, kor gibi yakıcı, burgu gibi keskin iki ufak göz. Burun uzun ve tilkivârî. Kara sakal hayli kırlaşmış. Boyu kısa, vücudu cılızdır. Fakat beyaz sarığın kallâviliği, geniş yenli lâtanın içinde ağır ağır sallana sallana yürüyüşü ona husûsî bir heybet verir.
İriyarı erkeklerin bile gıpta edeceği gür, kalın bir sesi vardır. Vaaz eder gibi şedit8 bir talâkatla konuşur, gündelik lâkırdıları bile Kuran okur gibi tecvitle söyler, her elif onun ağzından “dallîn”deki elif miktarı çekilir.
Defin ilmühaberi, nikâh izinnamesi almak için çekişe çekişe onunla pazarlık edenler ona pinti imam, hasis imam der geçerler. Fakat küçük mescitte vaaza devam edenler, huzurunda biraz korku, biraz da rahatsızlık hissederler.
Eğer Sinekli Bakkal İmamı İkinci Abdülhamid’in tedhiş devrinde gelmeyip de on dördüncü asırda gelseydi, gözlerinin ateşi, akidesinin korkunçluğu, bilhassa üslubunun kudretiyle sürüleri başına toplayıp herhangi bir fikir peşinde sürükleyecek softa tiplerden biri olabilirdi.
Cemaate telkin etmek istediği naslar bıçak gibi keskindir. İnsan için hayatta iki yol vardır: Biri cennete, biri cehenneme çıkar. Vaazlarında İmam ikinci yolu daha parlak, daha canlı olarak anlatır. Cehennemin bilmediği köşesi, ukubetin tarif edemeyeceği şekli yoktur. Ona göre cehennem yolcuları zevke, cümbüşe düşkün gafillerdir. Bunu öyle anlatır ki cemaatin genç tarafından derhal bu gafillere iltihak etmek hevesi uyanır. Cennet yolcuları bambaşka insanlardır. Gülmezler, oynamazlar, rahat etmezler ve kimseye rahat vermezler. Onlar için zevk ve neşe veren her şey günahtır. Oyun ve eğlence zihniyeti ile işlenen her fiil kebairdendir. Bunlar suratları açık, kalpleri elem içinde, her an ahret düşüncesiyle meşguldürler. İyilik, kötülük düşüncesiyle, yoksullara yardım, yalan söylememek, kalp kırmamak gibi ahlaki kaidelerle İmam, vaazlarında hemen hiç meşgul olmaz. Onun dünyaya öğretmek istediği bir şey vardır. Hazza ve sevince, umum hayat tecellisine karşı dinmeyen bir kin, affetmeyen bir düşmanlık. İşte bunun için yolunun üstünde tebessümler dudaklarda donar, kahkahalar kısılır, çocuklar çil yavrusu gibi dağılır.
Sinekli Bakkal sokağında daimî bir ahret havası yaratmak isteyen İmam, insanların günah temayüllerinin karşısında kendini aciz buldu. Mahalle halkı neşeli, gürültülü, bidüziye Allah yolundan şeytan yoluna kayan insanlardı. Fakat o meyus olacak hilkatte değildi.
İmam, karısını genç kaybetti ve bir daha dünya evine girmedi. Emine adlı bir kızından başka kimsesi yoktu. Bu, beyaz gergin tenli, penbe yanaklı, fare kapanı gibi sımsıkı kapanan ince dudaklı, küçük kara gözlü bir kızcağızdı. Temizdi, hamarattı, titizdi, mahalle çocuklarıyla oynamaya tenezzül etmezdi. Suratsızdı, gülmezdi, İmam’ın akidesinin biricik timsali gibiydi. Fakat insanları ummadıkları yerden vuran aksi talih, İmam’a Emine’ nin eliyle en acı bir darbe indirdi. Kız on yedi yaşında iken mahallede haylazlığı ile meşhur zenne rolüne çıkan “Kız Tevfik” lakaplı bir delikanlıya kaçtı. Esasen münasebetleri mektep sıralarında başlamıştı. İki çocuk aynı rahle önünde diz çökmüşler, aynı kalfa peşinde mektebe gitmişler ve başlanma alaylarında “Şol cennetin ırmakları” ilahisini bir ağızdan söylemişlerdi. Dışı ve içi hiç birbirine benzemeyen bu iki çocuğu, tabiat, hesaba, mantığa sığmayan hikmetiyle birleştirivermişti.
Tevfik ta o zamanlarda uzun bacaklı, gürbüz, kestane rengi gözleri bir kız çocuğu gibi tatlı, kırmızı dudakları durmadan söyler, yaramaz, maskara bir oğlandı.
Yürüyüp söylemeye başladığı andan itibaren herkesin taklidini yapmış, bütün mahalleyi güldürmüştü.
Dul annesiyle dayısı bakkal Mustafa Efendi’nin evinde yatar kalkardı. İhtiyarın bütün ısrarına rağmen ne bir yere çırak oldu ne de bir sanata girdi. Başıboş, İstanbul sokaklarında sürter dururdu. Bütün havailikle beraber gene İstanbul’un hudaî nabit yetiştirdiği halk sanatkârlarının husûsiyyetlerini de gösteriyordu.
Sanatkârlık şöhreti pek erken, dayısının bahçesinde ramazan geceleri Karagöz oynatırken başladı. Bu işten oğlana cep harçlığı çıkacağını hesap eden Mustafa Efendi itiraz etmedi. Memulünden çok kolay kopardığı izni alır almaz, Tevfik, tavan arasından eski mukavva kutuları sırtladı, indirdi; dükkândan beş on renkli kalem aşırdı; bir hafta mütemadiyen kesti, biçti, boyadı; bir alay kâğıttan sanatkâr ortaya attı. Hattâ Karagöz takımına bir iki yeni sima bile ilave etti.
Başlıcaları, Mustafa Efendi’ye benzeyen bakkal, İmam’a benzeyen, yerden bitme, koca sarıklı bir ihtiyar imam. Bir de Emine’nin eşi küçük bir mahalle güzeli… Tevfik perde kurup, şem’a yakıp “zıll ü hayal” göstermekle başladığı gecenin haftasında çocuk seyircilerin arasında bir sürü yaşlı başlı adam peyda oldu. Haftanın bir gecesinde yalnız kadınlara oynayacak kadar mahallede rağbet kazandı.
Bakkal ile İmam’ın karikatürleri perdede belirince büyükler arasında hafif bir fısıltı başlıyor, mahalle güzeli çıkar çıkmaz, çocuklar ayaklarını yere vuruyor, “Emine’ dir Emine…” diye bir ezgi tutturuyorlardı.
On dokuz yaşında, Tevfik, kadın rolüne çıkan orta oyuncularının en meşhurlarından olmuştu. Oyun Çırpıcı Çayırı’na gelince, mahalleli ne yapıp yapıp onu seyre giderlerdi.
Erkekler kendisine pek yüz vermezlerdi. Ne de olsa semtlerinde yetişmiş bir gencin, yüzüne lâdenden ben koyup kaşına rastık, gözüne sürme çekip kırıtması cinsî haysiyetlerine dokunuyordu. Fakat en ciddisi bile onun maskaralığına gülmekten kırılırdı. Hattâ civarın kibar tarafında konağı olan Zaptiye Nazırı Selim Paşa da Tevfik’i görmeye gitmiş, şanına yaraşmayacak bir hafiflikle kahkaha salıvermişti.
Aynı sene Tevfik, birbiri ardınca dayısını ve anasını kaybetti. Birinden dükkân, ev ve arkasındaki bostanımsı bahçe kaldı; ötekinden yüreğine bir türlü dolmayan bir boşluk, bir hüzün yerleşti. Bu iki hisse başka başka sebeplerle, esasen kafes arkasından, kapı aralığından devam ededuran Emine-Tevfik münasebetini körükledi.
İstanbul Bakkaliyesi işlek bir dükkân, işini bilen bir bakkal, orada pekâlâ para kazanabilir. Emine’yi, bu pek düşündürdü. Esasen Tevfik’de gözü vardı. Bütün mütehakkim tabiatler gibi o da, balmumu gibi kalıptan kalıba giren Tevfik’de, ideal bir koca sezdi. Tevfik’in ağzından, oyunculuğu bırakıp bakkallık edeceğine dair söz alır almaz, İmam’ın evinden kaçtı. İmam’ın burnunu kırmak için bu münasebeti körükleyen mahalleli, gençlere yardım etti. Nikâhları başka bir mahallede kıyıldı. İmam’ ın kızı, Tevfik’in evine geldiği gün İmam, mahalle huzurunda Emine’yi reddetti.