Solohov – Kin ve Sevgi
Yukarı Don bölgesine savaş sonrasının ilk ilkyazı olağandışı bir hız ve enerjiyle geldi. Mart sonunda azov denizinden sıcak rüzgarlar esmeye başladı, iki gün içinde Don’un sol yakasındaki kumlardan kalktı kar; çukurlukları ve dereleri doldurmuş olan karlar kabarıp erimeye başladı; incecik bozkır derecikleri buzdan kabuklarını kırıp delişmen bir aceleyle akmaya başladı; yol ar geçilmez olmuştu neredeyse.
Bu kötü yol arın al ak bul ak olduğu mevsimde Bukonovki ilçe merkezine gitmem gerekmişti. Büyük bir uzaklık değildi bu, kırk milden daha azdı, ama katedilmesi pek kolay değildi. Diğer bir yoldaşla gün doğmadan önce yola çıktık, iyi besili at çiftimiz derileri yay kirişi gibi gerginleşene dek patikalarda ter döktüler, ağır britzka*mızı zorlukla çekebiliyorlardı.
Zaman zaman tekerlekler göbeklerine dek kar ve buzla karışık kumlu mil bataklığına gömüldü, daha bir saat geçmemişti ki atların böğürlerinde ve kalçalarında, ince deriden yapılmış karın kayışlarının altından sayısız beyaz köpükten lekeler belirdi.
Taptaze sabah havası at terinin tadıyla kokulandı, ısınan yağın verdiği keskin, ağır ten kokusu koşum takımlarının üzerine yayıladurdu. Hayvanlarımızın alışkın olmadığı zor yerlere geldiğimizde britzkadan inip yürüdük.
Yarı erimiş karlar botlarımızın altında vıcık vıcıktı, yolda yürümek zaten zordu yeterince, ama yol kenarlarında, güneş ışığında ipildeyen buz gölcükleri sertti henüz ve buralarda yürümek daha da zordu. Yelenka çayı kavşağına dek onsekiz mili kate^fiek altı saatimizi aldı.
Mokhov köyü dolaylarında, yaz’ın yer yer kuruyan bu küçük çay, alçaktaki akçaağaç,bataklıklarından oluşan çevresine neredeyse,bir mil genişliğinde taşmıştı. Karşıya kırık dökük, alttı düz ve yalnızca üç adam taşıyabilen bir kayıkla geçmemiz gerekiyordu.
Atları orada bıraktık. Diğer yakada eski, kışın başlangıcında orada bırakmış olduğumuz çok kul anılmış bir “Wil is”** , kol ektif bir çiftlik barakasında bizi bekliyordu. Ben ye araba sürücüsü * Yaylı at araba (Ç.N.) “Jeep(Ç.N.) gürültüyle yalpalayan eski tekneye bindik, güvenliğimiz için tasalarımız da yok değildi. Yoldaşım eşyalarımızla kalmıştı.
Su çürük zemindeki deliklerden kaynamaya başladığında, boşaltmak için bayağı uğraştık. Elimize geçirebildeğimiz her nesneyle delikleri kapamayı denedik ve karaya ulaşıncaya dek su boşaltmayı sürdürdük. Irmağın diğer yakasına varmamız bir saatimizi aldı.
Sürücümüz gidip köyden arabayı getirdi, kayığa yeniden binip de küreği eline aldığında: “Bu eski patlamış yalak, suda tuzbuz olmazsa iki saat içinde döneriz. Daha erken beklemeyin bizi” dedi. Köy biraz uzaktaydı, bayırın çevresinde, insanların hiç olmadığı kırlarda bile yalnızca güz mevsimi içlerinde ve ilkbaharın en başlarında duyumsanabilen bir sessizlik vardı.
Hava akan suların ham temizliğini, çürüyen akçaağaçların acı kokusunun da ağırlığını yüklenmişti.Buğulu, leylak rengi bir pusun ardında yitmiş Kopersk dolayındaki uzak bozkırlardan, kendisiyle birlikte karlı zindanından yeni kurtulmuş toprağın sonsuz gençlikteki ; zor duyumsanın kokusunu getirerek hafif bir meltem esiyordu.
Az ileride ırmak kıyısındaki kumların üzerine devrilmiş bir örme çit duruyordu. Üstüne çömelip bir sigara içecektim. Ama elimi sağ cebime götürdüğümde canım sıkıldı, sigara paketim sırılsıklam olmuştu. Irmağı geçerken sular teknenin alçak yanından içeri sıçramış ve göğüsüme kadar çamurlu suyla ıslatmıştı beni. Sigaraları düşünecek zamanım da olmamıştı zaten, küreğimi bir yana bırakıp, teknenin batmasını engel emek için olabildiğince çabuk su boşaltmam gerekmişti:
Ama şimdi kızıyordum dikkatsizliğime, paketi özenle çıkardım, ökçelerim üzerine çöktüm ve nemli , kahverengileşmiş sigaraları çitin üzerine yan yana dizdim. Öğle vaktiydi. Güneş , Mayıs günlerine göre oldukça sıcaktı. Sigaraların hemen kuruyacağını umuyordum.
Güneş öylesine sıcaktı ki, yastıktı askeri pantolon ve içi pamuklu ceket giydiğime pişman olmaya başladım. Çitin üzerinde oturmak sevinç veriyordu bana, yalnız kendimleydim, bütün bir sessizliğin ve kimse. sizliğin tadına varıyordum : kulaklıkları olan eski asker kepimi çıkarıp, uzun süre kürek çektiğim için ıslanmış saçlarımı melteme 8 verip kuruturken, solgun gökyüzünde ağır yol alan beyaz, dolgun bulutlara baktım.
Henüz çok uzun süre oturmamıştım ki, köyün dışındaki evlerin ordan bir adamın çıkıp yol boyunca yürümeye başladığını gördüm. Boyuna bakılırsa beş yada altı yaşından büyük olmayan bir çocuğu tutuyordu elinden. Ağır adımlarla ırmakla çayın kesiştiği yerin doğrultusunda yürüdüler; ama arabamızın doğrultusuna geldiklerinde, dönüp bana doğru yürüdüler.
Uzun boylu, hafif kambur yürüyen adam doğruca yukarı çıktı ve boğuk, kalın bir sesle selam verdi. “Günaydın kardeş.” “Günaydın.” Bana uzatılan iri, nasırlı eli sıktım. Adam çocuğa doğru eğilerek konuştu: “Amcaya günaydın de oğlum. Babacığın gibi bir şoför olmalı o da.
Yalnız o surdaki küçük arabayı sürerken, ben ve sen kamyon kul anıyorduk.” Gökyüzü gibi duru ve incelikle gülümseyen gözleriyle gözlerimin ta içine bakarak, çocuk, kızarmış, küçük soğuk bir el uzattı bana. Dostça elini sıkıp sordum. “Elin neden bu denli soğuk ihtiyar?
Güneş iyiden iyiye sıcak, ve sen donuyorsun.” Çocukça, güven dolu dokundu dizlerime, bastırdı, ve lepiska kaşlarını şaşkınlıkla kaldırdı: “Niye bana ihtiyar diyorsun, amca? Ben daha çocuğum; ben donmuyorum da, ama kartopu yaptığım için soğuk el erim.”
Yarı yarıya boş asker hurcunu sırtından çıkaran adam yanıma çömeldi: “Şu benim yol arkadaşım bir sürü dert açıyor başıma! Tükendim artık.Uzun adımlarla yürümeye göreyim, hemen tırısa kalkar. Gel de bu ayağına tez beye adımlarını uydurmaya çalış!
Bir adımlık yer için bir bakarım üç adım atıyorum, işte böyle ben ve o ayrı hızlarda yürürüz, at ile tosboğa gibi. Sırtını döndüğün anda su birikintilerinde çamurla sıvanmaya gider, ya da buz parçalarını kırıp şeker niyetine yer. Demem o ki, adam işi değil böylesi bir yol arkadaşıyla, hele şimdiki gibi güç bir yürüyüşe çıkmak!” Biriki saniye sustuktan sonra sordu :
“Gelelim sana kardeş, pat ronunu mu bekliyorsun ?” “Beklemeliyim.”dedim. “Öbür yakadan gelecekler, öyle mi ?” “Evet.” “Sanırım teknenin ne zaman geleceğini bilmiyorsun ha ?” “iki saat içinde…” “Uzun bekleyiş olacak.
Eh, öyleyse dinlenebiliriz biraz; benim acelem yok. Geçerken bir sürücü kardeş gördüm ki güneşleniyor, yanına varayım da birlikte bir sigara içelim dedim. Ne yalnız sigara içmek, ne de yalnız ölmek iyi değil. Ee senin de halin vaktin yerinde, sigara içiyorsun. Islattın değil mi ? Evet kardeş, ıslak tütün at gibi kokar, işe yaramaz.
Boşver, benim sert tütünden al biraz.” Haki yazlık pantolonlarının cebinden yıpranmış, ahududu rengi ipek bir kese çıkardı, kesesini yayarken, köşesine işlenmiş sözcükleri okuyabildim:(Lebedyanski Lisesi altıncı sınıfındaki bir kız öğrenciden sevgili askerimize.) Oldukça sert, ev ürünü tütününden içmeye başladık, uzun süre konuşmaksızın oturduk.
Çocukla nereye gideceğini, bu kötü mevsimde hangi gereğin onu yola çıkmaya zorladığını sormak istiyordum; ama bir soruyla benden önce davrandı: “De bana, bütün savaşı tekerlek üstündemi geçirdin ?” “Hemen hepsini.” “Cephede mi?” “Evet.” “Evet, ben de, ben de yığınla bela gördüm, boğazıma dek, çok bela gördüm.”