Giriş
İNGİLTERE’NİN KIRSAL KESİMİNDE BİR KIR EVİ
18 Nisan 1803
Yaşlı kadının eli, çay fincanını tutarken titriyordu. Nefes nefese kalmış bir şekilde tırnaklarındaki kiri durmadan temizlemişti. Bir yandan parmağındaki açık yaraya bakarken, sobanın önünde durmuş, çaydanlığın kaynamasını bekliyordu. Parmağının kenarını bahçe makasıyla kesmesi bir anlık dalgınlığına gelmişti ve kanlı bandajın olduğu yer hâlâ zonkluyordu. Yarasıyla sonra ilgilenecekti. Artık aklının başına gelmesi gerekiyordu.
Köşesinde incecik bir çatlağı olan porselen demliğe kaynamış olan suyu döktü ve çayın demlenmesini bekledi. Böyle bir şey olabilir miydi? Bal gibi de çiçek açmıştı işte. Hem de pembe kenarlı beyaz bir çiçekti. Bunun Middlebury Pembesi olduğundan emindi. Huzur içinde yatsın, sevgili kocası yirmi yıl boyunca bu kamelya ile uğraşmıştı. Bahar aylarında, hatta ayaz vurduğu zamanlarda zümrüt rengi yapraklan donduğunda bile ona şarkılar söylerdi. Adını ‘kıymetli’ koymuştu. Yaşlı kadın, kocasının özellikle arazinin sürülmesi ve patateslerin toplanması gereken zamanlarda cılız bir ağaççık için bu kadar titizlenmesine bir türlü anlam veremezdi.
Kocası keşke o ağaççığı bir de şimdi görebilseydi. Çiçek açmış halini… Ya kasabadan biri bunu fark ederse? Hayır, bunun olmasına izin veremezdi. Bundan emin olmak onun sorumluluğu altındaydı.
Kocası yıllar önce, seramik bir kapta belli belirsiz filizlenen bir ağaççığa altı peni vermişti. Seyyar satıcı ona, bu türün tek bir daldan çoğaldığını, Middlebury Pembesi’nin İngiltere’nin, hatta belki de dünyanın en güzel kamelyası olduğunu söylemişti. En çok tomurcuklanan ve pembe kenarlı beyaz renkteki harika çiçekleriyle bilinen bu kültür bitkisi, kraliçenin sarayının bahçesinde boy gösterirdi. Elbette, kadın bu efsaneye inanmamıştı ve yabani bir ot olup olmadığını dahi bilmediği bir şeye bu kadar çok para verdiği için kocasını aptallığından dolayı azarlamıştı. Ama içten içe onu böylesine mutlu görmek de hoşuna gitmişti. Fidana baktığı an mutlu oluyordu. Kadın, “Parayı içkiye harcamaktan iyidir herhalde,” demişti. “Hem olur da çiçek açarsa, belki fidanlarını pazarda satarız.”
Ama ağaç çiçeklenmedi. Ne ilk, ne ikinci, ne üçüncü ne de dördüncü yılda. On yıl geçtikten sonra kadın umudunu tamamen yitirmişti. Kocası sabahlan kamelyaya doğru fısıldadığında, kadın daha da üzülüyordu. Bu tekniği bir bahçe dergisinde okuduğunu söylese de, kocasının, ağacı su ve sebze çorbası karışımıyla suladığını gördüğü zamandan beri bu yöntemin haşereleri yok edip etmeyeceğine aldırmamaya bağlamıştı. Artık sabrı taşmıştı. Bazen bir yıldırımın bu ağaca düşüp, onun ortadan ikiye ayrılmasını diliyordu. Böylece kocası onunla bu denli ilgilenmeyi artık bırakacaktı. Defalarca, ağacın gövdesine bir balta sallayıp, yeşil gövdesini parçalamayı bile düşünmüştü. Sinirini ağaçtan çıkartmak ona iyi gelebilirdi. Fakat kendini tutmuştu. Kocası öldüğünde ağaç bahçede kalmaya devam etti. Yıllar geçti, ağacın gövdesinin etrafındaki çimler iyice uzadı. Sarmaşık, kamelyanın filizlerini dallarından itibaren kaplamıştı. Pembe bir noktanın gözüne çarptığı o sabaha kadar kamelyayla hiç ilgilenmemişti. Kocaman açan çiçeği hayal edemeyeceği kadar harikaydı. Bu zamana kadar gördüğü bütün güllerden de güzeldi. Sabah rüzgârında adeta ahenkle dans ediyordu. Yaşlı kadın, çiçeğin karşısında reverans yapmamak için kendini zor tutmuştu.
Çayından bir yudum daha aldı. Zamanlama gerçekten inanılmazdı. Krallık daha birkaç gün önce kraliçenin bahçesinde nadir bulunan bir kamelyanın fırtınadan dolayı yok olduğunu bildirmişti. Kraliçe eski bahçıvanının, kamelyasından fide aldığını ve sayfiyedeki bir çiftçiye sattığını da öğrenince büyük üzüntü yaşamıştı. Uşağına, bu çok sevdiği ağacının akıbetinin ne olduğunu araştırmasını ve yıllarca bu bitkinin ticaretini yapan kişiyi yakalamasını emretmişti.
Yaşlı kadın uzaklara daldı. Dışarıdan gelen at toynaklarının seslerini duyduğunda başını cama çevirdi. Birkaç dakika sonra kapının çalınmasıyla birlikte çayının üzerinde dalgalar oluşmuştu. Topuzundan düşen gri saç tellerini düzelterek derin bir nefes aldı ve kapıyı açtı.
Karşısında duran düzgün giyimli bir adam, “İyi günler,” dedi. Ses tonu kibar, fakat aceleciydi. “Majestelerinin emri üzerine, nadir ve değerli bir kamelya arıyoruz.” Kadın, adamın üzerindeki sade ve sıradan giysilere bakıyordu. O bile adamın dolandırıcı olduğunu anlamıştı. Eşi zamanında onu bu çiçek hırsızlarına karşı çok uyarmıştı. Tabii ya, Kraliçe’nin uşağından önce kamelyayı alabilirlerse, karşılığında bir servet isteyeceklerdi. Adam elinde rulo şeklinde bir kâğıt tutuyordu. Kâğıdı büyük bir titizlikle açarak üzerine çizilmiş olan pembe kenarlı beyaz çiçeği gösterdi.
Kadının kalbi hızla atmaya başlamış, adeta hiçbir şey duyamaz hale gelmişti.
Adam, “Bunun nerede bulunduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Ardından kadının vereceği cevabı beklemeden bahçeye bakınmaya başladı.
Bahçede, sıra sıra sebzelerin ve şifalı otların yanından geçerek gezinirken, yeni çözülmeye başlayan toprağın Özerinde oluşan havuç yapraklarına bastı. Kara toprakta baş gösteren lalelere bakıyordu. Daha yeşermemiş ve olgunlaşmamış olan lale soğanını, yere eğilip kopardıktan sonra dikkatlice incelemeye başladı. Elindeki laleyle oynayarak, “Eğer aradığımız kamelyayı görecek olursanız bana haber verin,” dedi. “Adım Harrington.”
Yaşlı kadın başını itaatkâr bir biçimde salladı. Adam bakışlarını kuzeye çevirmişti. Tepenin ardında Livingston Köşkü bulunuyordu. Köşkün hanımı onlara kibarlık ederek sebze bahçesiyle ilgilenmeleri karşılığında çiftliğin yanındaki eski kır evinde kalmalarına izin vermişti. Adam, “Benim geldiğimi köşktekilere söylemezseniz iyi olur,” dedi.
Kadın alelacele, ‘Tabii efendim,” diye yanıt verdi. Adamın atına doğru gidişini izlerken hareket etmeden duruyordu. Yolda yankılanan toynak sesi kesilince, bahçede ilerleyip çitlerin hemen bitişiğinde bulunan armut ağacının yanından geçerek, muhteşem çiçeğiyle duran kamelyaya doğru yaklaştı.
Çiçeğe dokunarak, kendi kendine hayır diyordu. Kraliçe ülkedeki bütün bahçeleri anıştırabilir, çiçek hırsızlan her çiçeği inceleyebilirdi, ama bunu bulmalarına izin vermeyecekti.
Birinci Bölüm
Addison
New York
1 Haziran 200
Mutfaktaki telefon ısrarla ve sinir bozucu bir şekilde çalıyordu. Granit tezgâhın üzerinde duran şey telefon değil, sanki bir dinamitti. Üç kere çaldıktan sonra açmazsam telesekreter devreye girecekti. Telesekreterin yanıt vermesine izin veremem.
Kocam Rex, başını bilgisayarından kaldırıp oturduğu koltuktan, “Telefona bakıyor musun?” diye sordu. Eski eşyalarla oldukça ilgiliydi. Daktilolar, pikaplar ve bir de 1987’den kalma bu telesekreter… Ama işte o an sesli mesaj özellikli telefonumuzun olmasını o kadar çok istemiştim ki. Keşke bizde de sesli mesaj teknolojisi olsaydı.
“Bakıyorum!” Kahvaltı masasından fırladığımda ayak parmağımı sandalyenin sol ayağına çarpmıştım. Acıyla yüzümü buruşturdum. Telefon bir çaldı, iki çaldı.
Tüylerim diken diken olmuştu. Arayan ya oysa? İki hafta önce aramaya başlamıştı ve her telefon çaldığında aynı korkuyu hissediyordum. Sakin ol. Derin derin nefes al. Belki de müşterilerimden biridir. Belki korkunç bir kadın olan ve bana gül bahçesini üç kez baştan yaptırtan Bayan Atwell’dir. Ya da vergi dairesi… Umarım vergi dairesidir. Telefonun diğer ucundaki kişi kim olursa olsun korktuğum kişi olmasından iyidir diye düşünüyordum.
Telefonu kapatırsam tekrar arayacaktı. Suyun içinde dağılan kanı hisseden bir köpekbalığı misali istediğini elde edene kadar etrafımda dönmeye devam edecekti. Cevap vermek zorundaydım. “Alo?” dedim sakince.
Rex bana bakıp, gülümsedi ve bilgisayarına geri döndü. “Tekrar merhaba, Addison.” Sesi içimi titretiyordu. Onu göremesem de yüzünün aldığı ifadeyi, çenesinin etrafına yayılan kirli sakalı ve gözlerindeki alaycı bakışı tahmin edebiliyordum. “Yeni adın umurumda değil. Amanda sana daha çok yakışıyordu ama.”
Sessizliğimi korudum. Hemen çift kanatlı kapıyı açıp, küçük bahçeyi gören avluya adımımı attım. Böyle bir bahçe şehirde çok nadir bulunsa da tamamı bize aitti. Ben ve Rex’in ilk evlilik yıldönümümüzde diktiğimiz kamelya ağacının üzerinde duran kuş neşeyle ötüyordu. Bu adamın özel alanıma bu şekilde girmesinden nefret ediyordum.
“Dinle,” diye fısıldadım. “Beni bir daha aramamanı söylemiştim.” Pencerelerden birinden beni görüp görmediğini merak ederek evimizin arkasındaki apartmana doğru baktım. “Amanda, Amanda,” dedi, sesinden eğlendiği anlaşılıyordu. “Bana bu şekilde hitap etmeyi bırak.”
“Ah, unutmuşum,” diyerek devam etti. “Şimdi sosyete oldun tabii. Gazetede çıkan düğün haberinizi okudum.” Sitem edercesine dilini şaklattı. “Bir kız için tam bir mutlu son, hele ki-” “Lütfen,” dedim. Bana geçmişi anımsatan bu ses tonuna artık dayanamıyordum. “Neden beni rahat bırakmıyorsun? diye yalvardım.
“Beni özlemediğini mi söylüyorsun? Beraber geçirdiğimiz güzel zamanlan hatırlasana. Hani biz eskiden-”
“Sus,” diyerek karşılık verdim.
“Ah, şimdi anladım,” dedi. “İngiltere Kralı ile evlendin diye burnun havalarda. Kendini bir şey zannediyorsun. Bari şunu sormama izin ver: Kocan sertin gerçekte kim olduğunu biliyor mu? Ya da ne yaptığını?’
Kendimi kusacakmış gibi hissediyordum. “Lütfen, lütfen beni rahat bırak,” diye yalvardım. Yutkunurken boğazım düğümleniyordu.
“Ama bunu yapamam,” dedi gülerek. “Hayır. Senin de bildiğin gibi hayatımın on yılını hapishanede geçirdim. Bu, tüm olanları düşünmek için oldukça uzun bir süreydi. Ve seni çok düşündüm. Amanda. Neredeyse her gün hem de.”
Ürpermiştim. Onun hapiste olması bana sahte bir güven duygusu vermişti. İki kez kara para aklamaktan ve tecavüz suçundan dolayı cezaevine girmesi üzerimi kalın ve sıcak bir battaniye misali örtmüştü. Ama şimdi hapishaneden çıkmış, sarındığım bu battaniye adeta yok olmuştu. Kendimi açıkta ve korku dolu hissediyordum.
“Şöyle ki, bebeğim,” diyerek devam etti. “Seninle ilgili çok önemli bir bilgi taşıyorum. Yani yaşadığın rahat hayatın aynısını ben de istedim diye beni suçlayamazsın.”
“Şimdi kapatıyorum,” dedim. Parmağımı telefonun kapatma tuşunun etrafında gezdiriyordum.
“Bunu güzel bir şekilde halledebiliriz,” dedi. “Ne istediğimi biliyorsun.”
“Sana o kadar param olmadığını söyledim zaten.”
“Senin olmayabilir,” dedi, “ama kocanın ailesinin var.” “Hayır, konuyu onlara getirme.”