Kitap Adı : | Sünnetin Tesbiti |
Özetleyen : | Harun Karipçin |
Yazarı : | Muhammed Accâc El-Hatîb |
Dili : | Türkçe |
Yayınevi : | Yeni Akademi Yayınları |
Sayfa Sayısı : | 519 |
İÇİNDEKİLER
– ÖZETİN TAKDİMİ: SÜNNETİN ÖNEMİ, TEŞRİ’DEKİ YERİ VE FONKSİYONU
– SÜNNETİN TESBİTİ
– KİTABIN TAKDİMİ
– ÖNSÖZ
– GİRİŞ
– 1. BÖLÜM: NEBEVÎ DÖNEMDE SÜNNET
– 2. BÖLÜM: SAHABE VE TÂBİÎN DÖNEMİNDE SÜNNET
– 3. BÖLÜM: HADİS DİYE UYDURULAN SÖZLER
– 4. BÖLÜM: HADİSLERİN TEDVİN SÜRECİ ve TEDVÎN OLUNAN SAHÎFELER
– 5. BÖLÜM: SAHABE VE TÂBİÎN’İN MEŞHUR HADİS RÂVİLERİ
– SONUÇ
– KİTAPTA GEÇEN BAZI HADİS TERİMLERİ
ÖZETİN TAKDİMİ
SÜNNETİN ÖNEMİ, TEŞRİ’DEKİ YERİ VE FONKSİYONU
Sünnet, asr-ı saâdetten bugüne Kur’ân-ı Kerim’in yanında İslam’ın ikinci temel kaynağı kabul edilmiştir. “Ey Şanlı Resûlüm! Sana bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın.” [1] ayetinin delaletiyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân’ı tatbik ve açıklamakla emrolunmuş ve O (aleyhissalâtü vesselâm), hayatı boyunca sözleri, fiilleri ve takrirleriyle Kur’ân’ın hükümlerini yaşayıp açıklamıştır. Sahabe-i kiram efendilerimiz de sünnete Kur’ân’ın pratiği nazarıyla bakmış ve bu sebeple o, Kur’ân gibi koruna gelmiştir.
Sünnetin Resûlullah (aleyhi ekmelüttehâyâ) devrinden temel hadis kitaplarına kadar geçen sürede nasıl titizlikle tesbit ve muhafaza edildiği mevzuundan önce, sünnetin daha iyi anlaşılması adına onun lügat ve ıstılah manalarını, sünnetin teşrî’deki yeri ve hüccet değerini, sünnete ittibanın önemi ve sünnetin fonksiyonunu özet olarak sunmakta fayda mülahaza ediyoruz.
Sünnetin Lügat (Sözlük) ve Istılah (Terim) Anlamları
“Sünnet” lügatte; “gidişat, hal, tavır, usûl, sîret, -iyi ya da kötü- takip edilen, yürünülen yol, yöntem” anlamlarına gelmektedir. [2] Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ ve etemmütteslîmât) bir hadis-i şerifinde de sünnet bu lügat anlamı itibariyle kullanılmıştır:
مَنْ سَنَّ فِي اْلإِسْلاَمِ سُنَّةً حَسَنَةً فَلَهُ أَجْرُهَا وَأَجْرُ مَنْ عَمِلَ بِهَا بَعْدَهُ مِنْ غَيْرِأَنْ يَنْقُصَ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْءٌ، وَمَنْ سَنَّ فِي اْلإِسْلاَمِ سُنَّةً سَيِّئَةً كَانَ عَلَيْهِ وِزْرُهَا وَوِزْرُ مَنْ عَمِلَ بِهَا مِنْ بَعْدِهِ مِنْ غَيْرِ أَنْ يَنْقُصَ مِنْ أَوْزَارِهِمْ شَيْءٌ
“Kim, İslâm’da güzel bir çığır, bir yol açarsa, ona bunun ve sonraki yapanlardan eksiltilmemek üzere daha sonra o yolda gidenlerin ecri vardır. Kim de İslâm’da kötü bir çığır, bir yol açarsa, ona bunun ve sonraki yapanlardan eksiltilmemek üzere daha sonra o yolda gidenlerin vebali vardır.” [3]
Sünnetin ıstılahtaki kullanımına gelince; hadis, fıkıh, usûl ve kelam alimleri sünneti aşağıdaki şekillerde tarif etmişlerdir.
Muhaddislere (Hadis alimlerine) göre sünnet: “Ahkâma ve amele esas teşkil etsin veya etmesin, yaptıkları ve kaçındıklarıyla Allah Resûlün’den (aleyhi efdalüssalavât) bize gelen her şeydir. Dinde farz, vacib, sünnet, müstehap, âdâb, mübah, mehruh ve haramı bildirmek üzere O’nun sözleri, fiilleri, takrirleri, gerek peygamberliğinden önceki döneme, gerekse peygamberlik dönemine ait olsun her şeyiyle O’nun ahlakı, hayat tarzı, dindeki yolu, sîreti ve şemâilidir.” Hadis alimleri, hadis ve sünneti birbirinin yerine kullanılabilen iki kelime kabul etmiş ve bunları ıstılahta aynı anlama gelen lafızlar olarak değerlendirmişlerdir. [4]
Fakîhlere (Fıkıh alimlerine) göre ise sünnet; farz, vacib, haram ve mekruh gibi şer’î hükümlerin bir çeşidi olarak değerlendirilmiş ve “Allah Resûlü’nün farz ve vacib olmamak üzere, dinde yaptığı ve ümmetine de yapılmasını tavsiye ettiği davranışlar” şeklinde tarif edilmiştir. [5]
İmam Serahsî’nin belirttiğine göre Hanefilere göre sünnet; Allah Resûlü (aleyhi şerâifüttahiyyeti vesselâm) ve ondan sonra sahabenin takip ettiği yoldur. [6] İmam Serahsî, sünnet teriminin sadece Peygamber Efendimiz’in yürüdüğü yol manasında kullanılmadığını ifade etmekte ve “Size sünnetimi ve hidayet üzere olan Râşid Halifelerin sünnetini tavsiye ederim. Bunlara uyun ve sımsıkı sarılın!” [7] hadisini de serdederek “Delille sabit olmuştur ki Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) söz ve fiil olarak, din yolunda sülûk ettiği hususlarda kendisine tabi olunandır. Kendisinden sonra sahabe de böyledir. Bize göre sahabe kavli hüccettir ve fiilleri de sünnettir.” [8] demektedir. İmam-ı Azam Ebu Hanife, sahih senetle gelen sahabe kavli veya tatbikinin olduğu yerde delil olarak bunları esas almış ve kıyasa gitmemiştir. O, ancak gerekli gördüğü yerde sahabe amel ve kavilleri arasında tercihe gitmiştir. [9]
Usûl (fıkıh usûlü) alimlerine göre sünnet: “Kur’ân’dan müstakil olarak, Resûl-i Ekrem’den sâdır olan, şer’i hükme delil teşkil eden söz, fiil ve takrîrlerdir (Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) bir olay karşısında sükût edip onu tasvip buyurması).” Onlara göre hadis de; Allah Resûlü’nün sözleri, fiilleri ve takrirlerinden ibaret olup bu manasıyla hadis ile sünnet terimleri birbirinin müradifidir. [10]
Fıkıh usûlü alimleri, sünnetin tarifini yaparlarken onun şer’î delil olabilme özelliğini dikkate almışlardır. Onlara göre sünnet, şer’i hükümlerin delillerinden bir delil olarak; Fıkıh alimlerine göre ise, bu delil ile her hangi bir fiilin sabit olduğu hüküm olarak değerlendirilmiştir. Hadis, fıkıh ve usûl alimlerinin tariflerindeki farkın sebebi; metod ve amaçtan kaynaklanmaktadır. Çünkü hadis alimleri bütün yönleriyle Allah Resûlü’nü konu edinirlerken, fıkıh alimleri sünnetin şer’î bir hüküm olması, usûl alimleri de onun şer’î hükme esas yani delil teşkil etmesi açısından meseleye yaklaşmaktadırlar. [11]
Kelam alimlerine (ve bazı fakihlere) göre ise sünnet; bid’atın mukabilidir. Buna göre sünnete uygun yaşayan kimseler, sünnet ehlinden; sünnete muhalif yaşayanlar da bid’at ehlinden sayılmışlardır. [12]
Sünnetin anlamına dair bu temel tariflerden sonra sünnetin teşri’deki (hüküm koymada) yeri, hüccet (kaynak) değeri, sünnet ve ona ittibânın önemine geçebiliriz.
Sünnetin Teşri’deki Yeri, Hüccet Değeri, Sünnet ve Ona İttibânın Önemi
Sünnet, hüküm koymada Kur’ân’dan sonra ikinci temel kaynaktır. Kur’ân, sünnet, ashab-ı kiram’ın uygulamalarından pek çok delil, icmâ-ı ümmet, selim akıl ve mantık sünnetin İslam hukukunda delil oluşunu ve onun gereğine göre amel etmenin bağlayıcılığını göstermektedir. Allah Resûlü’ne (aleyhissalâtü vesselâm) nisbeti sabit olan sahih sünnetin İslam hukukunun kaynaklarından olduğu ve bununla amel etmenin gereği hakkında bütün âlimler ittifak etmişlerdir. Bizzat Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde sünnetin delil oluşu ve bağlayıcılığına, sünnet ve ona ittibanın önemine çokça vurgu yapılmaktadır. Biz burada sadece işaret nev’inden bir kısmını sunacağız.
Allah (celle celâluhu), Şûrâ ve Ahzâb sûrelerinde Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanları O’na (c.c) ulaştırdığını bizlere meâlen şöyle bildirmektedir: “Ey şanlı Nebî! Şüphesiz sen, dosdoğru yola götürüyorsun. Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi Allah’ın yoluna.”[13] “Ey kadri yüce Nebî! Biz seni hakikaten insanlara şahit, müjdeleyici, uyarıcı, Allah’ın izniyle O’nun yoluna davet eden bir peygamber ve aydınlatan bir ışık kaynağı olarak gönderdik.” [14]
Allah sevgisinin alametinin Resûl-i Ekrem’e ittibâ olduğunu haber veren bir ayette ise şöyle buyrulur: “Ey Resûlüm, de ki: Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah ğafûrdur, rahîmdir! (çokça bağışlayan, engin merhamet ve ihsan sahibidir).” [15]
Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünya ve ahiret hayatını kazanmada bir model olarak gönderildiğini yine bizzat Kur’ân-ı Kerîm ifade ediyor: “Hakikaten, Allah’ın Resûlünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümune vardır.” [16]
Allah (celle celâluhu), Resûlünün bizlere bildirdiği hususlarda O’na itaat edilmesi gerektiğini Haşr sûresinde şöyle bildirir: “Peygamber size her ne getirirse onu alın, sizi neden menederse ondan da geri durun.” [17] Bu ayet-i kerime’nin tefsiri sadedinde sahabenin Kur’ân’ı en iyi bilenlerinden, âlim ve büyüklerinden olan Hz. Abdullah b. Mesûd’un (r.a) tutumu çarpıcıdır. Bu konuda Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’de geçen rivayet şöyledir: “Abdullah b. Mesûd: ‘Allah, güzellik için Allah’ın yarattığını değiştirip dövme yapan ve yaptırana, kaşları incelten ve kaşlarını incelttirene, dişlerini seyreltenlere lanet etsin!’ [18] dedi. Onun bu sözünü duyan bir kadın, İbn Mesûd’a gelerek şunu söyledi: ‘Bana senin falan falan kimselere lanet ettiğin haberi ulaştı, bu neyin nesi?’ ‘İbn Mesûd ona: ‘Allah Resûlü’nün lanet ettiğine ben niye lanet etmeyecekmişim. O Allah’ın kitabında var’ cevabını verdi. Kadın: ‘Ben Kur’ân’ın iki kapağı arasında ne varsa hepsini okudum, fakat onu bulamadım?!’ deyince, İbn Mesûd: “Eğer onu gerçekten okumuş olsaydın mutlaka bulurdun. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ‘Peygamber size her ne getirirse onu alın, sizi neden menederse ondan da geri durun.’ [19] cevabını verdi.” Bunun üzerine o kadın: ‘Anladım, bütün gönlümle kabul ettim’ dedi. Abdullah b. Mesud da: ‘Muhakkak ki Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm), bu saydığım şeyleri yasaklamıştır’ dedi.” [20]
Allah Teâlâ bazı ayetlerde de Resûlüne itaati kendisine itaatin yanında zikretmiştir: “Kim Resûlullah’a itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.”[21] “Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Kur’ân’ı ve Resûlullah’ın öğütlerini işitip durduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin!” [22] “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve salihlerle birliktedir. İşte bunlar ne güzel arkadaştır!” [23]
Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) hükümlerinin bağlayıcılığını ifade eden bazı ayetler ise şöyledir: “Allah ve Resûlü, herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” [24] “Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.” [25]
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise sünnet ve ona ittibanın önemi hakkında şöyle buyurmuştur: “Sözlerin en hayırlısı, Allah’ın kitabı Kur’ân’dır; tutulup gidilecek yolların en hayırlısı da Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) yoludur, sünnetidir. İşlerin en şerlisi de, sünnete muhalif olarak, sonradan ortaya çıkarılan bid’atlardır. Her bid’at da dalâlettir.” [26] “Benden sonra yaşayanlar, pek çok ihtilâf ve herc ü merc görecekler. Size sünnetimi ve hidayet üzere olan Râşid Halifelerin yolunu, sünnetini tavsiye ederim. Siz bunlara uyun ve sımsıkı sarılın!.” [27]
Abdullah ibn-i Mesud’un (r.a) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (aleyhi eşrafüttahiyyâti vetteslîmât) sünnetin kavranıp başkalarına da ulaştırılması hakkında ümmetini şöyle teşvik etmektedir: “Benim sözlerimi işitip, iyice ezberleyip öğrendikten sonra başkalarına ulaştıran kimselerin (dünya ve ahitette) Allah yüzlerini ak etsin.” [28]
Sünnete ittibânın cennete götürdüğü ise Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) dilinden şöyle ifade edilmektedir: “Ümmetimden herkes Cennet’e girecektir, girmemekte direten müstesna.” Ashab, “Girmemekte direten kimdir yâ Resûlallah?” diye sordular. Allah Resûlü de şu cevabı verdi: “Bana itaat eden Cennet’e girer; bana isyan edense Cennet’e girmemek için inat ediyor demektir.” [29]
Sünnetin önemini ve onun hüküm koymada Kur’ân’la birlikteliğini ifade eden en çarpıcı hadislerden birinde; “Sakın herhangi birinizi koltuğuna gerilip oturmuş ve kendisine emir veya nehiylerimden biri gelip de ‘Biz, onu bilmeyiz; (Allah’ın kitabı var. Sünnet diye bir şey bilmeyiz.) Kitabullah’ta ne bulursak ona uyarız.’ diyor olarak bulmayayım (böyle dediğini duymayayım.)” [30] buyrulmuştur.
Sünen-i Ebî Dâvûd’da gelen benzer bir hadisin başında ise “Dikkat edin, sözümü iyi dinleyin! Şüphesiz bana Kitab verildi ve Kitab’la beraber onun bir misli daha (yani sünnet) verildi.” [31] buyrulmaktadır. Yine Sünen-i Ebî Dâvud’da gelen benzer bir rivayetin başında “Sizden koltuğuna kurulup hadislerimi reddeden kimse, Allah’ın yalnızca Kitab’ıyla mı haramlarını bildirdiğini zannediyor! Dikkatle dinleyin, iyi anlayın! Vallahi size vaaz ve nasihat ettiğim, emrettiğim yahut nehyettiğim hadisler de hüküm koyma bakımından Kur’ân gibidir.” [32] denilmektedir. Sünen-i Tirmizi ve İbn-i Mâce’deki benzer rivayetlerin sonunda ise Efendimiz’in şu sözü nakledilir: “Dikkat kesilin, doğru belleyin! Muhakkak ki Allah’ın Resûlü’nün haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.” [33]
Allah katında ve O’nun Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ ve etemmütteslîmât) nazarında sünnetin değeri bu şekilde ve sahabenin bu sebeple sünnete ittiba ve onu muhafazayı hayatlarının gayesi saymaları apaçık ortadayken sünnet-i seniyye hakkında şüpheler atıp zihinleri bulandırmanın vehameti açıktır. Zira bizler Kur’ân’ı hayata nasıl tatbik edeceğimizi sünnetten öğrenmekteyiz. Sünnet, Kur’ân’ın inmeye başladığı günden itibaren onunla içli-dışlı olmuş, fonksiyonunu icra etmiş ve böylece Kur’ân’la sünneti birbirinden ayırmak imkânsız hale gelmiştir. Zaten böyle bir şey de ancak Kur’ân ve sünnet düşmanlarını sevindirecektir.
Sünnetin teşri’deki yeri ve hüccet oluşu, sünnet ve ona ittibanın önemine şahit olduktan sonra şimdi de sünnetin Kur’ân’a göre yerini, onunla birlikteliğini yani sünnetin fonksiyonunu misalleriyle görelim.
Sünnetin Fonksiyonu [34]
Kur’ân-ı Kerim’den ayrı müstakil bir teşrî kaynağı olan sünnet, Kur’ân gibi; farz, vacip, sünnet, müstehap, âdâb, mübah, mekruh ve haram olmak üzere dinde hüküm koyar. İslam hukukunda Kur’ân’la iç içe olan ve ondan ayrı tutulması mümkün olmayan sünnetin fonksiyonu dört maddede özetlenebilir:
1) Sünnet, Kur’ân’ın hükümlerine muvafık olarak gelir, onun hükümlerini teyid, tekid ve itmâm eder. Namaz, oruç, zekat ve haccın farz olduğunu teyid eden hadisler ile, ana babaya âsî olmanın, yalan şahitliğin ve cana kıymanın haram olduğunu ifade eden hadisler sünnetin teyid ve tekid fonksiyonuna misal olarak verilebilir. Lian’a ait hükümler Kur’ân’da tafsîlî olarak bildirilmişken sünnetin bazı ilaveler getirmesi de sünnetin itmâm fonksiyonunu gösterir.
2) Sünnet, Kur’ân’ın hükümlerini beyan edici, açıklığa kavuşturucu mahiyette gelir; Kur’ân’ın mücmelini tafsil, umumunu tahsîs, mutlakını takyîd ve mübhemini tefsir eder, böylece onun hüküm ve hedeflerinin pratiğe nasıl döküleceğini ortaya koyar. Meselâ; Kur’ân namaz kılmayı, zekat vermeyi kesin olarak emretmiş fakat bunların tafsîlî açıklamalarını sünnete bırakmıştır. Namaz vakit ve rekâtları, namazda nelerin ne kadar okunacağı, zekat miktarı ve zekat verilecek mallar gibi detaylı hükümler bize ancak sünnet yoluyla ulaşmıştır.
Mübhem, müşkil lafza açıklık getiren sünnete misal olarak ise şu hadiseyi verebiliriz. “İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte kendileri için emniyet olup doğru yolda olanlar onlardır.” [35] âyeti nazil olduğunda, sahabe-i kiram, endişeyle Resûlullah’a gelip: “Hangimiz var ki, zulmetmemiş olsun?” dediler. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunun üzerine “Mesele sizin zannettiğiniz gibi değil; o, Hz. Lokman’ın oğluna dediği gibidir.” deyip, “(Oğulcuğum) Allah’a şirk koşma; muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür.” [36] ayetini okudu ve böylece En’am sûresi 82. ayetteki “zulüm” lafzının “şirk” manasında olduğunu açıklığa kavuşturmuş oldu. [37]
“Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz.” [38] hadisi de sünnetin Kur’ân’daki umumî bir hükmü tahsis etmesine misal olarak verilebilir. Mezkûr hadis, “… Bunlardan başkaları size helal kılındı…” [39] âyetinin umumî hükmünü tahsis etmiştir.
Mutlak olan bir hükmü takyîd eden (kayıtlayan) hadislere misal olarak da şu hadisi verebiliriz: “Vasiyet malın üçte biri için geçerlidir.” [40] Nisâ sûresinin 11. ayetindeki mutlak (kayıtlanmamış) vasiyet hükmü, bu hadis ile üçte bir olarak takyid edilmiştir. Böylece mirasçıların rızası olmadıkça malın üçte birinden fazlasını vasiyet etmek geçersiz olmaktadır.
3) Sünnet, Kur’ân’ın bahsetmediği bazı hükümler de getirir. Bu da sünnetin müstakil teşri’e sahip olduğunu göstermektedir. Mesela; ninenin mirastan pay sahibi olması, vitir namazı ve fıtır sadakasının vacip oluşu, ehlî eşekler, pençeli kuşlar ve köpek dişli parçalayıcı hayvanların yenilmesinin haram oluşu, süt akrabalığına ait bazı meseleler, erkeklere altın ve ipek kullanmanın haram olması gibi hükümler müstakil olarak sünnetle sabit olmuştur.
İmam Şatıbî ve diğer bazı alimler, sünnetin bu nevî fonksiyonunu “sünnetin Kur’ân’dan bir asla dayanıp onu tafsîl etmesi veya sünnetin Kur’ân’daki aslî bir hükmün kapsamına girmesi” şelinde değerlendirirler fakat onlar ve cumhur ulemanın vardıkları hüküm pratikte aynı neticeye çıkmaktadır. Bu da; sünnetin teşride delil olması, sahih sünnetle sabit olan her hükmün bağlayıcılığı ve bununla amel edilmesi gerektiğidir. Bu hususta ümmetin alimleri arasında tam bir ittifak vardır.
4) Sünnet, Kur’ân’daki bazı hükümleri nesheder. Bu, Hanefî uleması ve diğer bazı alimlerin görüşüdür. Meselâ; Bakara suresinin vasiyyeti emreden 180. ayeti “Vârise vasiyyet yoktur” [41] hadisi ile neshedilmiştir. Sünnetle neshi caiz görenlere göre nâsih konumundaki sünnet, mütevatir olmalıdır. Hanefilere göre meşhur sünnetle de nesh caizdir.
Netice olarak; sünnetin önemi, teşri’deki yeri, hüccet değeri, Kur’ân’la birlikteliği ve Kur’ân yanındaki fonksiyonunu gördükten sonra apaçık ortaya çıkmıştır ki; şayet sünnet olmasaydı bizler ne namazı nasıl kılacağımızı ne de diğer ibadet ve muâmelâtı nasıl yerine getireceğimizi bilemeyecektik. Bu da ciddi ihtilaflara sebebiyet verecekti. Ayrıca Kur’ân’ı hedefinden saptırmak isteyen hevâ ehline gün doğacaktı. Ancak Kur’ân-ı Kerim’in kıyamete dek bâkî kalmasını murad buyuran Allah Teala, onun hükümlerinin nasıl ahenk ve suhuletle tatbik edileceğini bizzat Resûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) uygulamalarıyla bizlere göstermiştir. Bu da ümmet-i Muhammed’e O’nun (celle celâluhu) ayrı bir lütfudur.
Resûlü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinden günümüze kadar hadis ve sünnetin korunması, tesbiti ve doğru anlaşılması adına pek çok metod geliştirilmiş ve bunlar daha sonraki alimler tarafından sistemleştirilerek usûl ilimlerinin konusu olmuştur. Fakat garazlı bir kısım müsteşrikler İslamî kültürümüzü besleyen en büyük ikinci dinamik olan sünnet hakkında şüphe uyararak asıl amaçları olan Kur’ân’a karşı zihinleri bulandırmayı istemişlerdir. Sadece İslam ümmetine has olan bu muhteşem usûl ilimlerimizi layıkıyla bilmeyen ve batı karşısında komplekse kapılan bazı müslüman ilim adamları da maalesef bu müsteşriklerin oyununa gelerek sünnet hakkında şüpheye düşmüşler ve onu sorgulamaya kalkışmışlardır. Ancak selef-i sâlihînin ve onların ardından gelen İslam alimlerinin, hadis ve sünnetin gerek tesbiti gerek doğru anlaşılması adına tarih boyunca ortaya koydukları ilmî eserler o kadar sistematik ve muhteşemdir ki garazlı veya garazsız olarak sünnet hakkında ortaya atılan şüpheler dünden bugüne bertaraf edilmiş ve halen edilmektedir.
Sünnet, sahabe ve tabiin efendilerimiz tarafından “din” ve “dinin uygulanma metodu” olarak tarif ve tavsif edilmiştir. İşte sünnet bu önemine binaendir ki tâ Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ ve etemmütteslîmât) devrinden başlayarak muhtelif sahife ve defterlere yazılmış, ezberlenmiş, üzerine müzakereler yapılmıştır. Sonraki devirlerde, hadisler büyük bir ihtimamla devlet eliyle resmî olarak toplanıp tedvîn edilmiş, ardından tasnîfe tâbi tutulmuş ve nihayet İmam Buhari, İmam Müslim gibi dev hadis imamlarının eliyle günümüze taşınacağı ana kadar titizlikle korunmuş, hadislerin zayi olmasına ve onların içine başka sözlerin girmesine müsaade edilmemiştir. Hadis olarak nakledilen her söz tetkike tabi tutulmuş; hem senet hem de metin tahkikiyle sünnet-i sahîha korunup kitaplarda tesbit edilmiştir. Bu uğurda ayrıca ricâl kitapları telif olunarak sünnet tam bir mahfazaya alınmıştır.
Böylece Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) devri ile temel hadis kitaplarında hadislerin sistematik tasnifine kadar ki dönem arasında hiçbir kopukluk olmamış, hadis ve sünnet İslam’ın mucizesi olarak insanüstü bir gayretle, başka hiçbir millet ve kültürde olmayan büyük bir çaba ve ilmî metodla muhafaza edilmiştir. Tarih, İslam ümmeti, İslam alimlerinin eserleri ve insaflı batılı yazarların itirafları buna delil ve şahittir.
SÜNNETİN TESBİTİ
Özetini sunmaya çalışacağımız “Sünnetin Tesbiti” isimli eserin müellifi, Dımeşk Üniversitesi Kur’ân ve Sünnet İlimleri bölüm başkanı, Hukuk Fakültesi Hadis ve Hadis İlimleri Bölümü öğretim görevlisi Muhammed Accâc el-Hatîb’dir. Müellif, bu çalışmasını 1962 yılında Kahire Üniversitesi Dâru’l-Ulûm Fakültesi İslâmî İlimler Bölümüne yüksek lisans tezi olarak sunmuştur.
Arapça orijinali “es-Sünnetü Kable’t-Tedvîn” olan ve Türkçe’ye “Sünnetin Tesbiti” ismiyle 2005 yılında Yeni Akademi Yayınları tarafından kazandırılan eserin takdimini Kahire Üniversitesi Dâru’l-Ulûm Fakültesi İslâm Hukuku Bölümü öğretim görevlisi Üstad Ali Hasebullah yapmıştır. Takdiminde bu kitabın yazılış gayesini ve ne kadar faydalı bir eser olduğunu gayet güzel bir şekilde ortaya koymuştur.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinden başlayarak temel hadis kitaplarına geçinceye kadar ki dönemde sünnetin hafıza ve sahifelerde nasıl muhafaza edildiğini, sünnetin tesbit ve tedvîn tarihini detaylı ve delilli bir şekilde ele alan, ayrıca sünnete yönelik muhtelif önemli mevzulara yer veren eser, bir yüksek lisans tezinden çok daha fazlasını sunmaktadır.
Eseri Türkçe’ye titiz bir tercüme ile kazandıran Mehmet Aydemir’dir.
KİTABIN TAKDİMİ
Allah Resûlü’nün sünnetinin aşığı Muhammed Accâc el-Hatîb, bu çalışmasıyla, sapkınların ortaya attığı; mevcut hadis rivayetleri ile Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) arasındaki irtibatın kopukluğu iddiasına karşı durmayı amaçlamış ve Ömer b. Abdülaziz devrindeki meşhur umûmî-resmî tedvînden önce de, yani Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Sahabe ve Tâbi’în dönemlerinde de hadislerin hususi defter ve sayfalarda tedvîne tabi tutulduğunu delilli ve ilmî bir şekilde ortaya koymuştur.
Araştırma sahibi Muhammed Accac El-Hatib, resmî tedvînin, hicrî 1. asrın son çeyreğinin ortalarında başladığı görüşünü tercih etmiştir. O dönem Mısır emiri olan Abdulazîz b. Mervân b. el-Hakem -yani Ömer b. Abdülaziz’in babası-, Hıms’ın âlimi Kesîr b. Murre el-Hadramî’den, Resûlullah’ın Ashabından duyduğu hadisleri yazmasını istemiştir. Bu zât Hıms’ta, Bedir Ehlinden olan 70 Sahabiye ulaşmıştır.
Daha sonraları Hz. Ömer b. Abdülazîz’in sünneti muhafaza için muhtelif beldelerdeki âlimlerin hadisleri yazması ve okutmasına dair yaptırdığı çalışma ise, babasının daha önceden başlattığı işin devamı mahiyetindedir.
Bu araştırmada müellif ayrıca, hadis uydurmaları ve sebepleri konusuna; Sahabe, Tâbi’în ve onlardan sonra gelen nesillerin söz konusu uydurma rivayetlere karşı mukavemetleri ve sünneti zararlardan arındırma çabalarına da değinmiştir.
Sahabîlerin fazilet ve adaletlerini, sünneti yaşama ve koruma hırslarını, rivayetlerindeki titizliklerini ve bu yönde kendilerinden sonra gelenlerin onlara nasıl tabi olduklarını açıklamaya çalışmıştır. Aynı şekilde bazı Sahabîler hakkında ortaya atılan birtakım iftiraları ele almış ve Sahabîlerin bu tür iftiralardan berî olduklarını ilmî deliller ışığında ispatlamıştır.
Müellif, oryantalistler ve onlardan etkilenen bir kısım müslümanların sünneti yıkmaya yönelik iftira ve iddialarını da ele almış ve bunlara karşı durup hakikatleri ilmî bir şekilde gözler önüne sererek, söz konusu kasıtlı iddiaları çürütmüştür. Müellif, eserinin muhtelif bölümlerinde oryantalistler ve onların takipçilerinin bu kasıtlı iddialarına gayet muknî ve ilmî cevaplar vermiştir.
ÖNSÖZ
Müellif, önsözüne, Kur’ân ve Sünneti öven ve bu iki kaynağa ihtiyacımızı dile getiren sözlerle başlıyor. Devamında, Geçmişte ve günümüzde, İslâm ümmetinin ilerleyiş ve yükselişini hazmedemeyen bazı İslâm düşmanlarının, İslâm’ın esaslarını yıkmak ve Müslümanları kendi dinlerinde şüpheye düşürmek için akla hayale gelmeyen çabalar sarf ettiklerini, Kur’ân’a saldırmayı daha zor gören bu din düşmanlarının, saldırı oklarını Sünnete yönelttiklerini söylüyor. Onlar, Bu menhus amaçlarını gerçekleştirmek için hadisler uydurmuş, bazen sahih hadisleri karalamaya bazen de güvenilir râvîleri itham altında bırakmaya çalışmışlardır. Ama bütün bu çabalar, ümmetin âlimleri sayesinde boşa çıkarılmış ve sünnete herhangi bir zarar gelmemiştir.
Bazı İslâm düşmanları, Sünnet hakkında şüphe uyandırmak için, sünnetin ancak hicrî üçüncü asırda bazı musannifler tarafından hadis kitaplarına aktarıldığını; içine uydurma rivayetlerin sızdığını, bundan dolayı da sahih ve uydurma hadisleri birbirinden ayırmanın güçleştiğini söylemişlerdir ve daha neler neler. Maalesef bazı Müslümanlar da bu tür fikirlere kapılmışlardır.
İşte sayılan bu gibi sebepler yüzünden müellif, sünnet üzerinde durup onun tarihî merhalelerini araştırmayı, onun meşhur kitaplarla bize ulaşmadan önce nasıl özenle muhafaza edilip gelecek nesillere aktarıldığını gözler önüne sermek istediğini belirtmektedir.
Böylece kitabın ana mevzuu; hicrî ikinci asrın başlarında yapılan ve faziletinin büyük bir bölümünün Hz. Ömer b. Abdülazîz’e ait olduğu meşhur resmi tedvine kadar olan dönemde sünnetin nasıl tesbit edilip titizlikle muhafaza edildiğidir.
Kitap; giriş, beş bölüm ve bir de sonuçtan oluşmaktadır:
Birinci Bölüm: Nebevî Dönemde Sünnet.
İkinci Bölüm: Sahabe ve Tâbi’în Döneminde Sünnet.
Üçüncü Bölüm: Hadis Uydurmaları.
Dördüncü Bölüm: Hadislerin Tedvîn Süreci.
Beşinci Bölüm: Sahabe ve Tâbi’în’in Meşhur Bazı Hadis Râvîleri’ni konu edinmektedir.
(Kitapta geçen hadis terimlerinin anlaşılması adına kitabın sonuna faydalı bir terimler sözlüğü de eklenmiştir.)
GİRİŞ
Kitabın girişinde sünnetin tanım(lar)ı yapılıp sünnetin Kur’ân karşısındaki fonksiyonuna kısaca değiniliyor. Sünnetin, Kur’ân’ın pratiği ve Kur’ân’dan sonra ikinci hüküm kaynağı olduğu ifade ediliyor.
Müellif daha sonra Sahabenin sünneti konusuna değiniyor. Hadisçiler ve Usûlcüler bazen de Sünneti, Resûlullah’ın (s.a.s.) Ashabının amellerinin karşılığı olarak kullanmışlardır. Bu ister Kur’ân’da olsun ister olmasın, ister Resûlullah’dan (s.a.s.) nakledilsin isterse edilmesin. Buna delil olarak Resûlullah’ın (s.a.s.) şu hadisini zikredebiliriz: “Size sünnetimi ve hidayet üzere olan Hulefâ-i Raşidîn’in sünnetini tavsiye/vasiyet ederim, bunlara uyun ve sımsısı sarılın sarılın.” Ayrıca şu hadis: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, biri hariç hepsi ateştedir.” Sahabe: “Onlar kimdir ey Allah’ın Resûlü?” diye sorunca Resûlullah (s.a.s.): “Benim ve Ashabımın üzerinde olduğu yoldan ayrılmayanlardır”.
Sahabe Sünneti (Sünnetü’s-Sahabe) kapsamında zikredebileceğimiz en bariz örnekler olarak şunlar veriliyor: İçki haddinin belirlenmesi; her türlü zarar ve ziyanın malî tazminatı; Hz. Ebû Bekir döneminde, Hz. Ömer’in tavsiyesi üzerine Mushafların bir araya getirilip, insanların yedi kıraâtten bir kıraât üzere birleştirilmesi; divanların tedvîne tâbi tutulması ve buna benzer konular olup maslahat gereği yapılan ve Sahabîlerin onaylamış oldukları meseleler.
Müellif, bu çalışmasında sünnet kelimesini Hadisçilerin tanımı kapsamında kullanmıştır. Bu anlamda sünnet, hadisle eşanlamlı olmaktadır.
BİRİNCİ BÖLÜM: NEBEVÎ DÖNEMDE SÜNNET
Bu bölümde; Resûlullah’ın (s.a.s.) muallimlik ve mürebbîlik yönü; kendi davetiyle olan uyumluluğu; ilim karşısındaki konumu ve eğitim-öğretim metodu ele alınıyor. Ayrıca sünnetin konusu, Müslümanların ona olan ihtiyacı, Sahabenin Resûlullah’dan (s.a.s.) sünneti nasıl öğrendikleri açıklanıyor. Son olarak da Resûlullah (s.a.s.) döneminde sünnetin yayılma süreci ve bu yayılmanın o dönem içindeki âmilleri izah edilerek konu noktalanıyor.
1. RESÛLULLAH (S.A.S.) VE İLİM
Bu bölümde Resûlullah’ın (s.a.s.) ilme teşvik etmesi, âlimleri ve ilim talebelerini ilim öğrenimi ve öğretimi için cesaretlendirmesi ve bu ilme teşviğin, Kur’ân’la birlikte sünnetin muhafazası noktasındaki olumlu etkisi anlatılıp Resûlullah’ın (s.a.s.) ilme teşvîk eden hadislerinden örnekler veriliyor.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) ilmin yayılmasını emrettiği, gizlenmesini de haram kılarak bunu birçok yerde dile getirdiği anlatılıyor. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), kendisine gelen heyetlere, döndükleri yerlere İslâm’ı taşımalarını ve dinleri hakkında onları bilgilendirmelerini öğütlemiştir.
Resûlullah (s.a.s.) İslâmı yaymak için asrının bütün tebliğ ve haberleşme yollarını kullanmıştır. Elçiler göndermiş, mektuplar yazmış, emirler ve kadılar atamıştır. Risâletin yayılması ve emanetinin edâsı noktasında çok güzel bir örnek olmuştur.
– Âlim (Muallim)lerin Konumu
Burada, Resûlullah’ın (s.a.s.) ilim adamlarının önderi olmasının, onlara fazilet olarak yettiğine vurgu yapılıyor. Cehalet ve dalâlete karşı özgürlük bayrağını kaldıran ilk kişi Efendimiz (s.a.s.) olmuştur. O, Âlimlerin derecelerini açıklamış ve: “Âlimler peygamberlerin varisleridir” buyurmuştur. Daha sonra İlim talebinde bulunmanın faziletine dair hadisler sıralanıyor. Ayrıca O’nun, hanım sahabilerin eğitimine de hususi önem verdiği anlatılıyor.
Kadınlar, Resûlullah’a (s.a.s.) dinleri hakkında sorular yöneltmişler, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de onların bu sorularını cevaplamıştır.
Elhasıl, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.), Ashabına muhtelif yer ve zamanlarda İslâm’ın âdâb ve ahkâmını öğrettiği, Ashab Efendilerimizin de İslamın ilk günlerinden itibaren Efendimiz’in (s.a.s.) hadislerini öğrendiklerine vurgu yapılıyor.
2. SÜNNETİN KONUSU
Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) Sünnetinin, Müslümanların yaşamlarıyla alakalı her türlü meseleyle irtibatlı olduğu anlatılıyor. Sünnet, müslümanların akidesi, ibadetleri, âdâbları, şahsî halleri, alışverişleri, muameleleri, kısacası bütün durumlarıyla içiçe bir durumdadır. Öyleyse, Bu sıfatlarla nitelendirilen sünnetin, hiç şüphesiz öğrencisini, ona bağlanmaya, onu sevmeye, ayrıca onu korumaya sevk edeceği anlatılıyor.
3. SAHABENİN PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN (S.A.S.) SÜNNETİNİ ÖĞRENME USÛLÜ
Bu kısımda ashabın Kuran ve sünneti öğrenme hususunda gösterdikleri gayret dile getiriliyor, Hz Ömer (r.a) ve ensardan olan komşusunun nöbetleşe Resûlullah s.a.s.’in yanında bulunmaları misali veriliyor. Ayrıca sahabenin, Resûlullah s.a.s’in yanından ayrıldıktan sonra, kendi aralarında O’ndan öğrendiklerini müzakere ettikleri anlatılıyor.
Sahabe (r.a.e.), Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) sünnetini şu şekillerde öğrenmiştir:
a. Resûlullah’ın (s.a.s.), dini yaşayarak anlatmasıdır ki Sahabe, bunlara bizzat şahit olmuş ve bunları, Tâbi’în’e, onlar da kendilerinden sonra gelenlere aktarmışlardır. Bunlar Resûlullah’ın (s.a.s.) namazı, orucu, haccı, seferi, ikameti vb. gibi konular olup, neredeyse sünnetin yekûnunu teşkil etmektedir.
b. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), karşılaşmış olduğu herhangi bir olayın hükmünü açıklamış ve bu hüküm, onu duyanlar tarafından Müslümanlar arasında yayılmıştır.
c. Müslümanların başına gelen olaylarda, Onlar bu konuları, Resûlullah’a (s.a.s.) sormuş, O da gerekli hükmü bildirmiştir. Mesela, Hz. Âişe (r.a.) annemizin soruları.
Neticede; Resûlullah (s.a.s.) döneminde Sünnet-i seniyyenin muhafaza edilmesinde mezkûr üç amile vurgu yapılıyor: muallim ve mürebbi olarak Resûlullah’ın (s.a.s.) şahsiyeti, sünnet ve ona atfedilen önem, öğrencileri ve pratiğinin öncüleri olarak da sahabîlerin konumu. Bütün bunların, sahabenin, sünneti kusursuz bir şekilde muhafaza etmesi ve büyük bir özenle de Tâbi’în’e nakletmesini sağladığı ifade ediliyor.
4. RESÛLULLAH (S.A.S.) DÖNEMİNDE SÜNNETİN ÖĞRENİLMESİ
Bu kısımda, Asr-ı saadette Sünnetin belli başlı birkaç şekilde yayıldığı ifade ediliyor.
1. Resûlullah’ın (s.a.s.) gayreti, İslâm’ı yayma hususundaki itinası ve bu uğurda meşru her vesileyi değerlendirmesi anlatılıyor.
2. İslâm’ın yapısı ve yeni düzenidir ki insanları cezbetmiştir. Burada, islam’ı öğrenmek için gelen kabileler anlatılıyor.
3. Resûlullah’ın (s.a.s.) Ashabının gayretine dikkat çekiliyor. Enes b. Mâlik’in (r.a) şöyle demektedir: “Bizler, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) yanında bulunur, ondan hadis dinler ve daha sonra kalkıp bunları ezberleyinceye kadar kendi aramızda müzâkere ederdik.” [42] sözü nazara veriliyor.
4. Müminlerin anneleri: Resûlullah’ın (s.a.s.) hanımlarının, bu dinin tebliğinde ve sün-netin Müslüman kadınlar arasındaki rolüne vurgu yapılıyor.
5. Hanım Sahabîler: Peygamberin meclislerine katılmak için gösterdikleri gayrete ve Resûlullah’dan (s.a.s.) özel sohbet taleblerine değiniliyor.
6. Resûlullah’ın (s.a.s.) Elçileri, heyetleri ve valilerinin Kuran ve sünnetin ahkamının yayılmasındaki rolü anlatılıyor.
8. Veda Haccı ve hutbesi vesilesiyle sünnetin pek çok sahabe tarafından öğrenildiği anlatılıyor.
Sonuç olarak; Sayılan bu amillerin, İslâm devletinin her bir köşesine sünnetin yayılmasında yeterli olduğuna dikkat çekiliyor.
İKİNCİ BÖLÜM: SAHABE VE TÂBİÎN DÖNEMİNDE SÜNNET
Bu bölüm, iki fasla ayrılmış. birinci fasılda; Sahabe ve Tâbi’în’in Resûlullah’a (s.a.s.) iktidâları, hadis rivayetindeki ihtiyatları, hadis kabulündeki hassasiyetleri ile o devirde hadi-slerin nasıl rivayet edildiği inceleniyor. İkinci fasılda ise; Sahabe ve Tâbi’în döneminde ilmî hareketlilik, hadislerin yayılma süreci ve hadis yolculukları ele alınıyor.
Birinci Fasıl
1. SAHABE VE TÂBİ’ÎN’İN RESÛLULLAH’A (S.A.S.) İTTİBALARI
Sahabe ve tâbi’în’in Resûlullah’a (s.a.s.) ittibaları misalleriyle anlatılıyor: Hz. Ebû Bekir’in (r.a.), Hz. Usâme b. Zeyd’in komutasını devam ettirerek orduyu yollaması, Hz. Ömer efendimizin sünnet olduğu için hacerül-esvedi öpüp selamlaması ve diğer halifelerin ve ashabın sünneti uygulamadaki titizlikleri anlatılıyor.
2. SAHABE VE TÂBİ’ÎN’İN HADİS RİVAYETİNDEKİ İHTİYATLARI
Burada, sahabe efendilerimizin çok rivayetten kaçınmaları, kimisinin ise Resûlullah’ın hadisine olan hürmeti ve takvâsından dolayı rivayet esnasında haşyetle titrediği ve ürperdiği anlatılıyor, Hz. Abdullah İbn Mes’ûd (r.a.) bu duruma misal olarak veriliyor. Ashaba, bir mesele sorulduğunda birinin diğerine, diğerinin de ötekine havale etmesi, böylece meselenin tekrar ilk sorulan kişiye dönmesi anlatılıyor.
Sahabîlerin hepsinin, hadis rivayeti hususunda araştırma/soruşturma (tesebbüt) yolunu izledikleri, haberlerin kabulü ve edasında da ihtiyatlı davrandıkları, Ayrıca herhangi bir şeyi sıhhat derecesinden kesin bir şekilde emin olmadıkça da rivayet etmedikleri anlatılıyor.
Tâbi’în döneminde ise ilmî hareketliliğin, Sahabîlerin şehirlere yayılmasıyla birlikte daha da arttığı ve çok geçmeden rivayet sorumluluğunu Tâbi’în yüklendiği ve onların, Sahabîlerin yoluna uyup, onların metotlarını takip ettikleri anlatılıyor.
3. SAHABE VE TÂBİÎN’İN HADİS KABULÜNDEKİ HASSASİYETLERİ
Sahabe ve Tâbi’în hadis rivayeti hususunda ihtiyatlı davrandıkları gibi, Resûlullah’dan (s.a.s.) naklolunan haberlerin kabulü hususunda da ihtiyatlı ve hassas davrandıkları anlatılıyor.
Hz. Ebû Bekir’in, haberlerin kabulündeki hassasiyeti anlatılıp, onun, Hz. Muğîre’den, ninenin torununa mirasçı olması hakkında getirdiği rivayet hususunda şahitlik edecek bir kişi daha istemesi misali veriliyor ve diğer ashabın bu husustaki hassasiyetleri anlatılıyor.
Tâbi’în ve Etbâ’u’t-Tâbi’în’in Hadislerin Kabulündeki İhtiyatları da Sahabîlerin bu konudaki tutumlarının aynısıdır. Sahabe ve Tâbi’în’in büyüklerinin yapmış olduğu “hadis dindir, dininizi kimden aldığınıza dikkat ediniz” vasiyeti onların kalplerine adeta nakşolmuştur.
4. SAHABE VE TÂBİ’ÎN DÖNEMİNDE HADİSİN RİVÂYET ŞEKLİ (LAFIZLA MI, MÂNÂYLA MI)
Bu kısımda sahabe ve tabiinin, hadis rivayetinde aynen nakle çok önem verdikleri, anlam itibariyle hadis rivayetine izin verenlerin ise bunu belirli şartlara bağlayarak bu izni her insan için geçerli saymadıkları ve bu izni, zaruret dairesince sınırlı tuttukları anlatılıyor.
İkinci Fasıl
1. SAHABE VE TÂBİÎN DÖNEMİNDE İLMÎ HAREKETLİLİK
Bu kısımda Kur’ân-ı Kerim sahifelerinin Hz. Ebû Bekir döneminde toplatılarak bir mushaf haline getirilmesi, Kuran’ın Hz. Osmân döneminde tek kıraat üzere çoğaltılarak muhtelif İslâm beldelerine gönderilmesi, ashab ve tabiinin hadis rivayetine, ilmi müzakerelere ve Resûlullah’ın (s.a.s.) hadislerinin öğrenilip-öğretilmesine ne kadar önem verdiği anlatılıyor.
Sahabe ve Tâbi’înin, öğrencilerinin konumlarını gayet dakik bir şekilde gözettiği ve onlara, idrakleri kadarıyla hadis öğrettikleri, gereğinde bu hadisleri şerhettikleri, ehil olanlara hadis rivayet Ettikleri, Kur’ân-ı Kerim’den sonra hadis öğretimine geçtikleri, usandırmamak için için derslerinde yenilik ve çeşitliliğe gittikleri anlatılıyor.
Hadis erbabı arasında birçok müzâkere meclisinin düzenlendiği, Bu meclislerde hadislerin rivayet yollarının araştırılıp, sahih ve zayıf hadislerin birbirinden ayrıldığından bahsediliyor. Tüm bunların, sünneti muhafaza eden Sahabe ve Tâbi’în dönemindeki ilmî hareketliliğin ne denli güçlü olduğunu gayet güzel bir şekilde ortaya koyduğu söyleniyor.
Böylece Hadis emaneti elimizdeki sahih hadis kitaplarındaki yerini alıncaya kadar bir emanetçi titizliği ve halisane bir edayla nesilden nesile aktarılmıştır, deniyor.
2. SAHABE VE TABİ’ÎN DÖNEMİNDE HADİSLERİN YAYILMA SÜRECİ
Burada, çeşitli İslâm beldelerindeki ilmî merkezler ve bu merkezlerde muallimlik yapan sahabelerle onların yetiştirdiği talebeler anlatılıyor. Bu zatlar vasıtasıyla hadislerin yayıldığına vurgu yapılıyor.
A. Medine-i Münevvere
Mekkenin fethinden sonra dahi, hadis konusunda otorite ve ilim deryası birçok değerli Sahabînin Medine’de kalmıştır. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osmân, Hz. Ali, Hz. Ebû Hureyre, mü-minlerin annesi Hz. Âişe, Abdullah b. Ömer, Ebû Sa’îd el-Hudrî ve Zeyd b. Sâbit.
Tâbi’în’un büyüklerinden birçok kişi de Medine’de yetişmiştir. Bunlardan bazıları, Sa’îd b. el-Müseyyib, Urve b. ez-Zübeyr, Sâlim b. Abdullah b. Ömer, Muhammed b. el-Münkedir ve diğerleri. Bu zatların sahabeden sonra sünnet, hüküm ve fetvâ noktasında ümmetin kendilerine yöneldiği kaynaklar olduğu anlatılıyor.
B. Mekke-i Mükerreme
Resûlullah’ın (s.a.s.), Mekke’yi fethettiği zaman belde ehline dinlerini öğretmesi ve Kur’ân-ı Kerim okutması için Mu’âz b. Cebel’i muallim olarak atadığı, Abdullah ibni Abbas’ın da sonraları Mekkeye yerleştiği anlatılıyor.
Mekke’de, Sahabîlerin rahle-i tedrisinde yetişen kimselere örnekler veriliyor: Mücâhid b. Cebr, Atâ b. Ebî Rebâh, Tâvus b. Keysân, İkrime Mevlâ İbn Abbâs ve diğer kimseler.
C. Kûfe
Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) ashabından birçok kimsenin, özellikle de Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Irâk’ın fethedilmesinin akabinde Kûfe’ye gittiği anlatılıyor. Bunların meşhurlarından bazıları şunlardır: Ali b. Ebî Tâlib, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Sa’îd b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Abdullah b. Mes’ûd ve diğerleri. Kûfe ehlinin ilmen gelişmesi için sarfetmiş olduğu çabalar ve bu şehrin is-minin şöhret bulmasında Abdullah b. Mes’ûd’un rolüne değiniliyor. büyüktür. Kuran ve sünneti mu-hafaza eden Tâbi’în’in büyüklerinden birçok kimsenin bu ilim medresesinde yetiştiğine vurgu yapılıyor.
Bu medreseden yetişenler arasında şu isimler vardır: Kumeyl b. Zeyd en-Neha’î, Âmir b. Şerâhîl eş-Şa’bî, Sa’îd b. Cübeyr el-Esedî, İbrahim en-Neha’î, Ebû İshâk es-Sebî’î, Abdulmelik b. Umeyr ve başkaları.
D. Basra
Basra’ya giden Sahabîlerden biri Enes b. Mâlik olup hadis konusunda Basra’nın önde gelen imamıdır. Diğer bazı kimseler ise Ebû Mûsâ el-Eş’arî ve Abdullah b. Abbâs’tır. Daha sonra Hz. Ali efendimizin de buraya geldiği anlatılıyor.
Basra medresesinde yetişen meşhur kimseler sayılıyor: Hasan el-Basrî ki Sahabeden beşyüz kişiye ulaşmıştır, deniliyor. Muhammed b. Sîrîn, Eyyûb es-Sahtiyânî, Behz b. Hakîm el-Kuşeyrî, Yûnus b. Ubeyd, Hâlid b. Mihrân el-Hazzâ, Abdullah b. Avn, Âsım b. Süleymân el-Ahvel, Katâde b. Di’âme es-Sedûsî, Hişâm b. Hassân ve diğer bazı kimselerdir.
E. Şâm
Şâm’ın farklı beldelerine yayılan sahabiler sıralanıyor: Ubâde b. Samit Hıms’a, Ebu’d-Derdâ Dımeşk’e, Mu’âz b. Cebel ise Filistin’e yerleşmiştir.
Yukarıda adı geçen Sahabîlerin dışında Şâm’a giden diğer bazı kimseler ise şunlardır: Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Bilâl b. Rebâh, Şurahbîl b. Hasene, Hâlid b. el-Velîd, Iyâd b. Ganem, Fadl b. Abbâs b. Abdulmuttalib, Avf b. Mâlik el-Eşce’î, Irbâd b. Sâriye ve başkaları.
Daha sonra Mısır, Mağrib ve Endülüs, Yemen, Merv, Buhara, Semerkand, Nisabur, Şas, ve Firyab’ta yetişen muhaddisler anlatılıyor.