Jean-Paul Sartre, Albert Camus’nün ölümünden sonra şunları yazmıştı: “Uzun süre düşünmeden seçimini yapmayan, bir kez seçince de buna bağlı kalan ender insanlardandı… Camus’nün insancılığında, ansızın bastıran ölüme karşı insanca bir davranış varsa; mutluluk yolunda giriştiği o gururlu, katıksız araştırma, insana bu denli aykırı gelen ölüme dayanıyor, ölümle besleniyorsa; Camus’nün yapıtını da, bu yapıttan ayrı düşünülemeyecek yaşamını da, varlığın her ânını ölümün elinden kapan bir insanın katıksız, başarılı denemesi olarak görebiliriz.” Kırk dört yaşında, 1957 Nobel Ödülünü alan Albert Camus (1913-1960) Sürgün ve Krallık’ta yer alan altı öyküde, acıma, güçsüzlük, iyilik, kötülük gibi temel insani durumları, insanın davranışlarını güdülendiren `kurban’ ve `cellat’ ikilemini ele alıyor.
***
ALDATAN KADIN
Camların kapatılmış olmasına karşın, otobüste bir süredir cılız bir sinek dolaşıyordu. Tuhaf mı tuhaf, bitkin bir uçuşla gidip gelmekteydi. Janine onu gözden kaybetti, sonra kocasının kımıltısız eline iniş yaptığını gördü. Hava soğuktu. Camlara çarpıp vızıldayan kumlu yelin her yükselişinde sinek titriyordu. Kış sabahının zayıf ışığında, zorlu bir sac ve dingil gürültüsü içinde, araç gidiyor, sallanıyor, zorlukla ilerliyordu. Janine kocasına baktı. Dar bir alın üzerinde dik ve kır saç tutamları, geniş bir burun, düzensiz bir ağızla. Marcel somurtkan bir kır tanrısını andırıyordu. Yolun her çukurunda, Janine onun kendisine çarparak sıçradığını duyuyordu. Sonra, bakışı kımıltısız, yeniden cansız, uzak, ağır gövdesini ayrık bacaklarının üzerine bırakıyordu Gömleğin kollarını geçip bileği örter: gri fanilanın daha da kısalttığı tombul, kılsız elleri canlı görünüyordu yalnızca. Dizlerinin arasına konulmuş kuçuk bez bu vaJizi öyle bir sıkıyorlardı ki, sineğin duraksamalı koşusunu duymaz görünüyorlardı.
Birden, yelin açıkça uğuldadığı duyuldu ve otobüsü çevreleyen madensi sis daha da koyulaştı. Şimdi, camların üzerine, görünmez ellerce atılırmış gibi, avuç avuç kumlar inmekteydi. Sinek ürpertili bir biçimde kanadını oynattı, ayaklarının üstünde kıvrıldı, sonra havalandı. Otobüs yavaşladı, duracakmış gibi oldu. Sonra yel yatışır gibi oldu, sis biraz aydınlandı ve araç yeniden hızlandı. Toza batmış görünümde ışık delikleri açılmaktaydı. Madenden oyulmuşa benzeyen ince ve ağarmış iki üç hurma ağacı belirdi camda, bir an sonra da gözden silindi.
“Ne memleket!” dedi Marcel.
Otobüs maşlaklarına gömülüp uyur gibi yapan Araplarla doluydu. Kimileri ayaklarını sıranın üstüne çekmişler, arabanın devinimlerinde ötekilerden daha çok sallanıyorlardı. Sessizlikleri, aldırmazlıkları sonunda Janine’e ağır gelmeye başlıyordu; bu dilsiz toplulukla günlerdir yolculuk ediyormuş gibi geliyordu ona. Oysa, araba şafakta demiryolu istasyonundan yola çıkmıştı, iki saattir, soğuk sabahta, en azından yola çıktıklarında, dik çizgileri kızılımsı çevrenlere dek uzanan, taşlık, kıraç bir yayla üzerinde ilerliyordu. Ama yel çıkmış ve yavaş yavaş, uçsuz bucaksız uzamı yutmuştu. Bu andan sonra, yolcular hiçbir şey görmemişti artık; birbiri ardından susmuşlardı, arada bir arabaya sızan kumdan yanan gözlerini ve dudaklarını silmiş, bir tür ak gecenin içinde sessiz sessiz yüzmüşlerdi.
‘Manine’” Kocasının seslenişiyle irkildi. İri ve güçlü bir kadın olduğundan. bir kez daha bu adın ne denli gülünç olduğunu düşündü Marcel küçük örnek bavulunun nerede olduğunu bilmek istiyordu. Janine ayağıyla sıranın altını araştırdı, bir nesneye rastladı, onun bu bavul olduğuna karar verdi Gerçekten de, biraz soluksuz kalmadan eğilip bakması olanaksızdı. Oysa kolejde jimnastikte birinciydi, soluğu tükenmezdi. Bu denli çok mu olmuştu? Yirmi beş yıl. Özgür yaşamla evlilik arasında duraladığı daha dünmüş gibi geldiğine, belki yalnız başına yaşlanacağı şu günü bunalımla düşündüğü de daha dünmüş gibi geldiğine göre, yirmi beş yıl hiçbir şey değil demekti. Yalnız değildi, hiç yanından ayrılmak istemeyen şu hukuk öğrencisi de şimdi yanında bulunuyordu. Biraz ufak olmasına, doymaz ve kısa gülüşünü de, fazla çıkık kara gözlerini de sevmemesine karşın, onu kabul etmişti sonunda. Ama bu memleketin Fransızlarıyla paylaştığı yaşama cesaretini seviyordu. Olaylar ya da insanlar, beklediği gibi çıkmadığı zamanlardaki şaşkın görünüşünü de seviyordu. Özellikle, sevilmeyi seviyordu, o da hep üstüne titremişti. Kendisi için var olduğunu öyle sık duyuruyordu ki, Marcel gerçekten var ediyordu onu. Hayır, yalnız değildi…
Otobüs, durmadan işaretler vererek, görünmez engeller arasında bir yol açıyordu kendine. Bununla birlikte, arabada hiç kimse kımıldamıyordu. Janine birden kendisine bakıldığını sezinledi ve geçidin öbür yanında, kendisininkinin uzantısı olan sıraya baktı. Bu adam Arap değildi, yola çıktıklarında bunu fark etmemiş olmasına şaştı. Fransız Sahra birliklerinin üniformasını giymiş, iyice yağızlaşmış, uzun ve sivri çakal yüzünün üstüne bez bir kep geçirmişti. Yüzünde bir tür somurtma, açık renk gözleriyle aralıksız inceliyordu kendisini. Janine birden kızardı, sis ve yel içinde hep önüne bakan kocasına döndü. Mantosuna sarındı. Ama Fransız asker hep gözlerinin önündeydi, uzun ve ince. Üzerine uydurulmuş kısa ceketiyle öylesine inceydi ki, kuru ve ufalanıcı bir maddeden, bir kum ve kemik karışımından yapılmışa benziyordu. Önündeki Arapların zayıf ellerini ve yanık yüzlerini o zaman gördü, kocasıyla kendisinin zor oturdukları sıralar üzerinde, geniş giysilerine karşın, çok rahat göründüklerini ayrımsadı. Mantosunun eteklerini topladı. Oysa, o denli şişman değildi, iri ve dolgundu daha çok, şehvetliydi, biraz çocuksu yüzü, ılık ve dinlendirici olduğunu bildiği bu iri bedenle çelişen körpe açık renk gözleriyle hâlâ arzulanır durumdaydı, erkeklerin bakışları altında iyice sezerdi bunu. Hayır, hiçbir şey onun sandığı gibi olmuyordu. Marcel gezisine kendisini de götürmek istediği zaman, karşı çıkmıştı buna. O bu yolculuğu uzun zamandır, tam olarak savaş sonundan, işlerin yeniden yoluna girdiği andan beri düşünüyordu. Savaştan önce. hukuk öğreniminden vazgeçince, ailesinden aldığı ufak kumaş tecimi onları oldukça iyi yaşatmaktaydı. Kıyıda, gençlik yılları mutlu olabilir. Ama kocası bedensel çabayı fazla sevmezdi, kısa sürede, onu plajlara götürmez olmuştu. Küçük araba yalnızca pazar gezisi için kent dışına çıkarıyordu onları. Geri kalan zamanda, bu yarı yerli, yarı Avrupalı semtin kemerlerinin gölgesinde, çok renkli kumaşlarla dolu mağazasında oturmayı yeğliyordu. Dükkânın üstünde, Arap örtüleri ve Barbes mobilyalarıyla süslü, üç odada yaşıyorlardı. Çocukları olmamıştı Pancurları yarı kapalı tutarak sürdürdükleri yarı gölgede yıllar geçmişti. Yaz, plajlar, gezintiler, hatta gök bile uzaktı. Marcel’i işten başka hiçbir şey ilgilendirmez görünüyordu. Onun gerçek tutkusunu anladığını sanıyordu, paraydı bu tutku, neden, pek bilmiyordu ya, bundan haşlanmıyordu. Ne de olsa kendisi de yararlanıyordu bundan. Marcel cimri değildi; cömertti tersine, hele kendisine karşı. “Benim başıma bir şey gelirse, güvende olursun”, diyordu. Gerçekten de, yokluktan korunmak gerekir. Ama en basit gereksinim olmayan şey karşısında nereye sığınılacaktı? Arada sırada, bulanık bir biçimde duyduğu şey buydu. Bu arada, Marcel’in defterlerini tutmasına yardım ediyor, bazı bazı da onun yerine dükkâna bakıyordu. En çetin sıcağın tatlı sıkıntı duyusunu bile öldürdüğü yaz mevsimiydi.
Birdenbire, tam da yaz ortasında, savaş, Marcel’in askere alınması, sonra çürüğe çıkarılması, kumaş yokluğu, duran işler, ıssız ve sıcak sokaklar. Bundan sonra bir şey olsa, artık güvencede olmayacaktı. İşte bunun için, kumaşlar pazara döner dönmez, Marcel aracılardan kurtulmak ve malını Arap satıcılara doğrudan satmak için yüksek yaylaların ve Güney’in köylerini dolaşmayı tasarlamıştı. Kendisini de götürmek istemişti. Ulaşımın güç olduğunu biliyordu, soluma zorluğu vardı, beklemeyi yeğlerdi. Ama Marcel inat etmiş, o da isteğini geri çevirmek fazla güç gerektireceği için boyun eğmişti Şimdi de yoldaydılar işte, hiçbir şey tasarladığına benzemiyordu gerçekten. Sıcaktan, sinek sürülerinden, anason kokularıyla dolu pis otellerden korkmuştu. Soğuğu, bıçak gibi kesen yeli, bu buzultaşlarla dolu, nerdeyse kutup yaylalarını düşünmemişti. Hurma ağaçları ve yumuşak kumlar da düşlemişti. Şimdi çölün bu olmadığını, yalnızca taş. her yanda taş, taşları arasında yalnızca kuru buğdaygiller biten yerde olduğu gibi yalnızca taş tozunun, gıcırtılı ve soğuk taş tozunun egemen olduğu gökte de taş.
Otobüs birdenbire durdu. Şoför şu yaşamı boyunca anlamadan işittiği dikle birkaç sözcük söyledi ortaya. “Ne oldu?” diye sordu Marcel, Şoför, bu kez fransızca, karbüratürün kumdan tıkanmış olması gerektiğini söyledi, Marcel bir kez daha bu ülkeye lanet etti. Şoför otuz iki dişini göstererek güldü, bunun hiç önemli olmadığını, karbüratörü açacağını, sonra gideceklerini söyledi. Kapıyı açtı, aynı anda yüzlerini binlerce kumla döverek soğuk yel arabanın içine doldu. Tüm Araplar burunlarını maslaklarının içine daldırıp toparlandılar. “Kapıyı kapat”, diye haykırdı Marcel. Şoför kapıya doğru gelirken gülüyordu. Ağır ağır, araçlığın altından birkaç alet aldı, sonra, sisin içinde ufacık, arabanın önünde görünmez oldu gene, kapıyı kapatmadan. Marcel içini çekiyordu. “Yaşamında hiç motor görmediğinden kuşkun olmasın.” “Bırak!” dedi Janine. Birden, yerinden sıçradı. Yolda, arabanın hemen yanında, kumaşlara sarılı gölgeler duruyordu kımıldamadan. Maslağın başlığının altında ve bir örtü siperinin ardında, yalnızca gözleri görünüyordu. Kim bilir nereden gelmiş, sessiz sessiz yolculara bakıyorlardı. “Çobanlar”, dedi Marcel.
Arabanın içinde, sessizlik tamdı. Tüm yolcular, başlarını önlerine eğmiş, bu sonu gelmez, yaylalara kapıp koyverilmiş yelin sesini dinler gibiydiler Janine, birdenbire, nerdeyse tam bir bagaj yokluğu karşısında şaşırıp kaldı. Demiryolu istasyonunda, şoför kendi ba vullarıyla birkaç balyayı çatıya çıkarmıştı Arabanın içinde, filelerde, yalnızca budaklı değnekler ve düz sepetler görünüyordu. Görünüşe bakılırsa, tüm bu Güney insanları elleri boş yolculuk ediyorlardı.
Şoför geri döndü, hep öyle diri. Onun da yüzünü maskelemekte kullandığı örtüler üzerinde gözleri tek başlarına gülüyordu.
Yola çıkılacağını haber verdi. Kapıyı kapattı, yel sustu, camlar üzerinde kum yağmuru daha iyi duyuldu. Motor öksürdü, sonra soluğu kesildi. Uzun uzun marşla desteklendikten sonra, en sonunda dündü ve şoför gaza basarak bağırttı. Büyük bir hıçkırık içinde, otobüs yeniden yola çıktı. Çobanların hep kımıltısız duran paçavra kitlesinden bir el kalktı, sonra, arkalarında, siste silindi. Nerdeyse hemen sonra, araç daha da kötüleşen yolun üstünde zıplamaya başladı. Araplar sarsılıp sallanıyorlardı durmadan. Bu arada Janine uykusunun geldiğini duyuyordu, birden önünde kadıhindi dolu bir küçük, sarı kutu belirdi. Çakalasker kendisine gülümsüyordu. Duraladı, aldı, teşekkür etti. Çakal kutuyu cebine koydu ve gülümsemesini bir solukta yuttu. Şimdi, dosdoğru önüne, yola bakıyordu. Janine Marcel’e döndü ve yalnızca sağlam ensesini gördü. Camlardan, çukurlara doldurulmuş topraklardan yükselen daha yoğun sise bakıyordu.
Saatlerdir gidiyorlardı ve yorgunluk arabada her türlü yaşamı söndürmüştü, birden dışarıda haykırışlar çınladı. Maşlaklı çocuklar, topaçlar gibi kendi çevrelerinde dönerek, zıplayarak, el çırparak otobüsün çevresinde koşuyordu. Otobüs şimdi basık evlerle çevrili bir sokakta ilerlemekteydi; vahaya giriyorlardı. Yel hep esiyor, ama duvarlar kum parçacıklarını durduruyordu, ışığı kararlamıyorlardı artık. Bununla birlikle, gökyüzü hep kapalıydı. Çığlıklar ortasında, büyük bir fren gürültüsü içinde, araba pis camlı bir otelin kerpiç kemerleri Önünde durdu. Janine indi, sokakta, sallandığını duydu.
Evlerin yukarısında, sarı ve ince bir minare görüyordu. Solunda, daha şimdiden vahanın ilk hurma ağaçları belirmekteydi, onlara doğru gilnıek isterdi. Ama öğleye yakın olmakla birlikle, soğuk keskindi, yelden titredi. Marcel’den yana döndü, önce askerin kendisine doğru geldiğini Kördü. Onun gülümsemesini ya da selamını bekliyordu. Ama asker kendisine bakmadan geçti yanından, sonra gözden silindi. Marcel’se kumaş sandığını, otobüsün çatısına yerleştirilmiş kara bir yol sandığını indirtmekle uğraşıyordu. Kolay olmayacaktı. Bagajlarla yalnız şoför ilgileniyordu ve çatının üstüne dikilmiş, arabanın çevresinde toplanmış maşlaklar halkasının önünde söylev çekmeye hazırlanıyordu. Janine. kemikten ve deriden uyulmuşa benzeyen yüzlerle çevrili, gırtlaktan gelen seslerle kuşatılmış durumda, birden yorgunluğunu duydu. Sabırsızlıkla şoföre seslenen Marcel’e, ‘”Ben yukarı çıkıyorum”, dedi. Otele girdi. Patron -zayıf ve sessiz bir Fransızkendisi karşıladı. Birinci kata, sokağa bakan bir kapalı balkon üzerinde, içinde yalnızca bir demir yatak, beyaz lake boyalı bir iskemle, perdesiz bir giysilik ve kamış bir paravanın ardında, lavabosu ince bir kum tozuyla kaplı bir tuvaletten başka bir şey yokmuş gibi görünen bir odaya götürüdü. Patron kapıyı kapatınca, Janine kireç badanalı çıplak duvarlardan gelen soğuğu duydu. Çantasını nereye koyacağını, nereye oturacağını bilemiyordu. Ya yatacak ya ayakta duracak, her iki durumda da titreyecekti. Çantası elinde, ayakta dikiliyordu, gözleri tavanın yanında gökyüzüne açılan bir tür mazgal deliğine dikili. Bekliyor, ama neyi beklediğini bilmiyordu. Yalnızca yalnızlığını, bir de içine işleyen soğuğu ve yüreğin olduğu yerde daha büyük bir ağırlığı duyuyordu. Düşlere dalıyordu gerçekte, sokaktan Marcel’in bağırışlarıyla yükselen gürültülere nerdeyse sağır, bunun tersine, mazgaldan gelen ve şimdi, izlenimine göre, çok yakın olan hurma ağaçları arasında yelin çıkardığı ırmak uğultusuna daha duyarlıydı. Sonra yel iyice sertleşir gibi oldu, yumuşak su sesi dalgaların ıslığına dönüştü.
Duvarların ardında, fırtınadan eğilip eğilip kalkan dik ve esnek bir hurma ağaçlan denizi tasarlıyordu. Hiçbir şey beklediğine benzemiyordu, ama bu görünmez dalgalar yorgun gözlerini ferahlatmaktaydı. Ağır, kollan sarkık, biraz kambur, ayakla duruyor, ağırlaşmış bacakları boyunca soğuk yükseliyordu. Dik ve esnek hurma ağaçlarını, bir zamanlar kendisi olan genç kızı düşlüyordu.
Yıkanıp arındıktan sonra, yemek odasına indiler. Çıplak duvarlara pembe ve mor bir reçele batmış deve ve hurma ağacı resimleri yapmışlardı. Kemerli pencerelerden cimri bir ışık gelmekteydi. Marcel otelin patronundan satıcılar konusunda bilgi alıyordu. Sonra kısa ceketinde askeri bir nişan taşıyan yaşlı bir Arap onlara hizmet etti. Marcel dalmıştı, ekmeğini kopanyordu. Karısının su içmesine engel oldu, “Kaynatılmamış, Şarap iç.” O bunu sevmiyordu, şarap ağırlaştırıyordu kendisini. Sonra, listede domuz vardı. “Kuran domuzu yasaklar. Ama Kuran iyi pişmiş domuzdan hastalık gelmediğini bilmiyordu. Bizler yemek yapmasını biliyoruz. Ne düşünüyorsun?” Janine hiçbir şey düşünmüyordu ya da belki aşçıların peygamberler üzerindeki şu utkusunu düşünmekteydi. Ertesi sabah daha da güneye gideceklerdi: öğleden sonra tüm önemli satıcıları görmek…