Roman (Yerli)

Suya Düşen Kan

suya-dusen-kan-harun-tokak-ufuk-kitapHazreti Adem, Hazreti Yakub, Hazreti Yusuf, Hazreti Fatıma ve Zeynü’l Abidin…
Bu beş insan, tarihte herkesten çok ağlamıştır.
Hazreti Adem, cennetten çıkarıldıktan sonra o kadar çok ağladı ki gözyaşları yüzünde iz bıraktı. Hazreti Yakub, oğlu Yusuf’a o kadar ağladı ki, gözlerini kaybetti. Bu yüzden Hazreti Yakub’a şöyle dediler: “Ey Yakub! Sen o kadar Yusuf’u düşünüp ağlıyorsun ki ağlamakla helak olacaksın.”
Hazreti Yusuf da babası Yakub’dan uzak kaldığı için okadar ağladı ki, hapiste olanlar rahatsız oldular ve şöyle dediler: “Ey Yusuf! Ya geceleri ağla gündüzleri sus veya gündüzleri ağla geceleri sus!”
Hazreti Yusuf geceleri veya gündüzleri ağlama hususunda onlarla anlaştı.
Hazreti Fatımatü’z Zehra da babasından sonra o kadar çok ağladı ki, Medine halkı rahatsız oldular ve: “Ey Peygamber’in
kızı! Gece gündüz ağlaman bizde derman bırakmıyor ki iş yapalım” dediler. Hazreti Fatıma, babasının
firakına ancak altı ay dayanabildi.
İmam Zeyn’ül-Abidin de kırk yıl boyunca Kerbela için
gözyaşı döktü. Önüne yemek bıraktıklarında ağlıyordu, kendisine su getirdiklerinde ağlıyordu…
Bir gün yakınlarından birisi, “Ağlamanızla kendinizi helak edeceğinizden korkuyorum!” deyince şöyle dedi:
“Ben üzüntü ve kederimi Allah’a şikayet ediyorum. Ben bir takım şeyler biliyorum ki sizler bilmiyorsunuz. Ben Kerbela’yı hatırladığımda hıçkırıklar boğazımı sıkıyor.”

***

DERVİŞ ODASI

Bu fani dünyadan gelip geçen nice insanlar yanında benim küçük hayat hikeyemin hiçbir değeri olmadığını öğreneli yıllar oldu. Ama “ömür ağacının başında” durup geriye doğru baktığımda anlıyorum ki, küçük hayatlarımızın içinde büyük hakikatlerin işaretleri, can yakıcı, hatta can alıcı soruların derin cevaplarına ipucu olabilecek hediyeler var.

1955’te küçük bir Batı Anadolu köyünde doğmuş biri olarak, her on yılda bir ateşten gömlekler giyip çıkaran bir ülkede nice dönemler yaşadım, nice acılara, nice adanmışlıklara ve başarılara da şahit oldum.

Geçmiş, orada karşılaştığım ve her çocuğun, geleceğe gönderilen bir mektup olduğuna inanan ruhlar sayesinde benim için bir hazine oldu. Ne zaman bir çaresizliğe kapılacak olsam bir el omzuma dokunur gibi beni geçmişe çağım ve o çocukluk yıllarımda, daha dünyanın hiçbir hilesini bilmeden edindiğim saf tecrübelerin içinden ışıklara sarılmış bir hediye gibi çıkıp gelir bir hatıra.

Seslerini çağlayanlar gibi duyurmak imkanından mahrum ama pes etmeyen, umudunu hiç kaybetmeyen ışık ruhlu ne kadar çok insanın, o çocuğun ruhuna birer emanet gibi yükledikleri hakikatler, o çocuğa ve o çocuk gibi nicelerine hayatın dar ve karanlık geçitlerinde yollarını aydınlatan ışık oldu.

Bilmiyorum kaç insanın çocukluğunun geçtiği köyde benimkisi gibi bir Derviş Odası vardı. Ya da kaç insanın yolu, ona kendi küçük köyündeki Derviş Odalarını yeniden yaşatacak kadar talihli odalara düşmüştür. Evet, ben daha soma da küçük köyümdeki Derviş Odası’nı hiç unutmayacağım şekilde sürekli o ruhtan beslenme talihine erdim.

Şimdi bunca zaman sonra, Derviş Odası’nı yılların arkasından parlayan ay ışığında hatırlarken herşeyi yeniden ve daha iyi okuyorum.

* * *

Yıllar sonra yeniden gördüm onu.

Çatısı çökmüş» duvarları yarılmış, yarıklarından otlar fışkırmış…

Bir zamanlar odanın statiğini sağlayan düzgün ve kalın düverlerin uçları, yıkılan duvarların kalıntılarından dışarı fırlamış…

Yüksek bir kulenin tepesinden düşüp de kemiklerinin ucu, derisinden fırlamış, acılar içinde inleyen bir insan gibiydi.

Mekanlar da tıpkı insanlar gibi; doğuyorlar, belli bir süre yaşıyorlar, sonra ölüyorlar. Ama sadece bazı mekanlar ve bazı insanlar öldükten sonra da yaşamaya devam ediyorlar. Derviş Odası onlardan biridir.

O oda özellikle kış gecelerinde bir köy akademisi gibi çalışırdı. Uzun gecelerde, sobanın tutturduğu alev musikisi eşliğinde; yağan yağmurun şıpıltıları, akan derelerin çağıltıları, kurbağaların insanlara iştirak etmek istercesine feryatları arasında yapılan sohbetler, ruh ve zihnin ortak şölenine dönerdi.

Kış geceleri, Mızraklı İlmihal, Muhammediye, Ahmediye gibi bir zamanların en revaçta kitapları buralarda okunur, Hazreti Ali’nin kahramanlıklarını anlatan “Hayber Kalesi”, “Kan Kalesi”, “Hikaye-i Kesikbaş”, “Zaloğlu Rüstem” gibi hikayeler buralarda dinlenirdi.

Muharrem ayının matem akşamlarında evlerde kadınlar, odalarda erkekler toplanır, Kerbela mersiyeleri okunur, özellikle İmam Hüseyin’in şehit edilme bölümüne gelince, gözyaşları sel olup akardı.

İlim ve irfanına herkesin saygı duyduğu Mehmet Hoca’nın yaptığı sohbetler hala köylünün dilindedir.

Köyde Alevi aileler vardı ama geneli Sünni idi. Köyde kimse inan çından dolayı yadırganmaz, dışlanmazdı. Hemen herkeste hakim olan duygu Ehl-i Beyt sevgisiydi. Aliler, Hasanlar, Ahmetler, Ömerler, Haticeler, Fatmalar, Ayşeler o kadar iç içe girmişti ki hangi aile Alevi hangisi Sünni belli bile değildi.

Köyün kardeşçe yaşamasında Mehmet Hoca’nın matem akşamlarında yaptığı sohbetlerin tesirinden hep söz edilirdi.

Fakat Derviş Odası’na o derin saygınlığını hazırlayan aslında bitişiğinde medfun Sarı Dede’ydi.

Sarı Dede ile ilgili dilden dile anlatılanlar, gönülden gönüle bir sevgi seli gibi akıtılanlar çoktu:

Altmışlı yılların, bir bahar ayında gece vakti köye bir misafir gelir.

Geldiği yol uzun olduğundan misafir hem yorgundur, hem de bir taraftan yağan yağmurla sırılsıklamdır.

Yaşlı misafir Derviş Odası’na sığınır.

Yaşta, yağmurda üstü başı perişan olmuştur. Merkebini ahıra bağlar ama yedirecek saman yoktur. Kara kara düşünürken yorgunluktan uyuya kalır. Az bir zaman sonra yattığı odanın kapısı açılır. Aksakallı, eli asalı, nur yüzlü bir adam kapıda durarak;

“Ayağa kalk, dediklerimi iyi dinle, burdan dışarı çık, etraftaki hanelerin kapılarını çal, onlar sana bakacaklar, yiyecek aş, giyecek elbise, ısınman için yakacak verecekler,” der ve kaybolur.

Misafir neye uğradığını şaşırır. Hayal mi, gerçek mi, diye düşünürken, biraz da umursamaz bir tavır takınır ve denilenleri yapmayarak yeniden uyur.

Aynı adam az sonra tekrar gelerek bu sefer sert bir dille;

“Sen dediklerimi niye yapmadın! Çabuk kalk, git hanelere seslen, azığını, urbanı hazır ettiler,” der.

Adam, çekinerek usulca “Peki sen kimsin?” diye sorar.

“Bize Sarı Dede derler.”

Yaşlı misafir, hemen toparlanıp odadan çıkar, komşu evlere seslenir. Ev sahipleri, çorbalarını kaynatmışlar yaşlı misafir için hazır etmişlerdir. Adamcağıza yemeğini yedirirler, ıslak üstüne giyecek verirler, ocağını yakarlar. Karnı tok, sırtı pek olan adam uyuyup dinlenir. Sabah olunca yine komşular aşını ekmeğini getirip, karnını doyururlar. Böylece köylüler, Sarı Dede’nin sadece yaşarken değil, vefatından sonra da himmetinin köyün üzerinde olduğunu anlarlar.

Sarı Dede’yle ilgili anlatılanlar o kadar çoktur ki…

Evi köyün en ucundaki mezarlığa bitişik olan Molla Mehmetlerin İbrahim, bir gün Sarı Dede’nin yakınında baltayla odun kıyar. Sarı Dede, Yörük Ali’nin Mehmet’in rüyasına girerek; “İbrahim’e söyle, odunlarını mezarlıkta kıymasın, baltayı bağrımıza indiriyor,” der.

Ertesi gün yaşlısı, genci köyde Yörük Mehmet’in rüyasını konuşur.

Sarı Dede’yle ilgili dilden dile dolaşan daha nice rivayetler olsa da matem akşamlarının sonunda Mehmet Hoca onun kim olduğunu anlatıncaya kadar kimse ona neden Sarı Dede dendiğini tam olarak bilmiyordu.

Köyün kuzey batısında, kel tepelerin ortasında gür yeşilliği ile köye tatlı bir şirinlik veren Pazarçamı’nda da köylülerin “yatır” dedikleri bir başka ‘dede’ daha vardı.

Köylüler, dedelerin taşlarına, ağaçlarına asla dokunmazlardı. “Dedeler, taşını, toprağını, ağacını vermez,” diye dilden dile konuşulurdu.

Eh, bu konuşulanlara hak vermemek mümkün değil. Yirmi yıl kadar önce Pazarçamı’ndaki yatırın bulunduğu koruluğu satın alan adamın, daha odunların kesimi bitmeden kamyonun altında kalıp öldüğünü bizim kuşağın hepsi bilir.

Köylüler; “Biz demedik mi Dede ağaçlarını vermez,” diye, o gün de söylenmişlerdi.

Bu dedeler, etraflarındaki ağaçları manevi silahlarıyla hükümetin kanunlarından ve korucularından daha iyi koruyordu.

Sadece bizim köyümüz değil, civar köylerin hemen her biri, hatıraları hala dün yaşamış gibi canlı olan bu dedelerin, erenlerin manevi bekçiliğindedir.

Ben, bütün bunları hatırlayarak toprak evin balkonundan köyün evlerine, karşı yamaçlara bir radar hassasiyetiyle gözlerimi gezdirirken uzaklardan komşu köyün yatsı ezanı duyulmaya başladı. Biraz sonra da bizim köyün ezam başladı. Yakın köylerin minarelerinden ezan sesleri, yükseklerde buluşuyor, elele tutuşarak göklere doğru yükseliyorlardı.

Mehtabın ışığında gittikçe tamamlanan bir resim gibi köyde her şey belirginleşiyordu.

Yine bir yatsı ezanı sonrası Derviş Odası aklıma düşmüştü ve bu kadar yakınındaydım bu defa. Ne ben çocuktum, ne de Derviş Odası’nın o yıllardaki yetişkin müdavimleri artık hayattaydı. Ama yine de bu gece sanki babam hayatta ve buradaymış ve yatsı ezanından sonra beni de yanına alıp yola vuracakmış gibi aldım abdestimi. Ve uzun Muharrem gecelerinin hatırasına daldım. Bu defa ben ona hizmet etmeyi umuyorum.

Buyrun Derviş Odası’na….

EHL-İ BEYT/EV HALKI

Önce gün döküldü geceye, köye akşam çöktü. Sonra da gecenin üzerine lapa lapa kar yağmaya başladı.

Bağlara, bahçelere, köyü çevreleyen dağlara bir senfoni gibi yayıldı beyazlık.

Mütevekkil ve mütevazı dervişler gibi saniye saniye beyaza büründü toprak evler.

Bacalardan tüten dumanlarla, gökten yağan karların dansı doyumsuzdu.

Koca köyde kar fısıltısından başka ses duyulmuyordu.

Dereken yatsı ezanı karıştı karlı geceye. Köylüler, huzur içinde, omuz omuza namazlarını kıldılar. Mihrabın iki yanında yanan petrol lambalarının loş ışıkları, mütevazı mabede ayrı bir ruhaniyet katıyordu.

Namazdan sonra birer ikişer çıktı camiden cemaat ve kar kelebekleri gibi Derviş Odası’nın yolunu tuttular.

Bütün köy sanki Derviş Odası’na sökün ediyordu. Meleklerin ayak izleri gibi ak ak izler oluşuyordu yollarda.

Derviş Odası köye hâkim bir tepedeydi. Bu yüzden ona Tepe Oda diyenler de oluyordu. Karlı-buzlu günlerde yamacı tırmanmak kolay değildi. Yaşlılar zorlanırdı. Bizim gibi çocuklar düşe-kalka çıkardı.

Karlara, çamurlara bata-çıka da olsa ben tırmanmayı seviyordum. Biliyordum ki mutluluğun bayrağı hep tepelerede dalgalanıyordu.

Derviş Odası’nın girişine gelenler önce lapa lapa yağan karın aydınlığında Sarı Dede’ ye Fatiha okudular. Sonra tahta merdivenleri tırmanarak odanın üst katına çıktılar.

Faik Dede, Kara Mustafa, Hacı Kadir, Bekir Ağa, Babam Süleyman Efendi, Niyazi Şen, Faiklerin Ali, Tahirlerin Hüseyin, Kadı Haşan, Kadı İbrahim, Kadı Murat, Deli Mehmet, Seyyid Ahmet, Yörük Mehmet, Emin Şen birer ikişer yerlerini aldılar.

Çok geçmeden oda tıklım tıklım doldu. Soba gürül gürül yanıyordu. Odanın içinde sarı, kahverengi, kehribar tesbihlerin sesi dolaşıyordu.

Seyfi Karagöz, Şaban Çakal, Ferhat Uğur, Halil Akgün, Ercan Tekin, ağabeyim Ali, kardeşim Hasan ve benim gibi çocuklar odanın hemen giriş kapısına yanında yerimizi almıştık.

Odanın adabı böyleydi.

Odalarda gençler ve çocuklar kapının hemen yanına otururdu. Çünkü onların soba yakmak, közleri mangala çıkarmak, isteyenlere, hemen kapının arkasında duran kırmızı testiden su doldurup vermek, suyu verdikten sonra sağ elini göğsüne koyup su içeni beklemek, çay dağıtmak, bardakları yıkamak gibi önemli görevleri olurdu.

Derken Mehmet Hoca geldi. Herkes ayağa kalkarak karşıladı onu. Kapının tam karşısındaki köşe minderine oturdu. Muharremin ilk gece siydi. Herkes pür dikkat Mehmet Hoca’nın bir an evvel sohbete başlamasını bekliyordu.

Mehmet Hoca gençti, otuzlu yaşlarındaydı. Güzel bir simaya sahipti. Aydınlık bir çehresi vardı. Ne şişman ne de zayıftı, uzuna yakın orta boyluydu. Sesi tok ve gürdü. Konuşurken bir yücelik ve vakar sezilirdi sözlerinde. Elinden her iş gelirdi. Her derdi olan ona koşardı. İnsanlarda büyük bir saygı uyandırmıştı. Peygamberler Tarihini ve sahabelerin hayatını coşkuyla anlatırdı. Edebiyata meraklı idi. Dinleyenler, konuşmalarındaki teşbihlere, temsillere bayılırdı.

Odanın sahiplerinden ve daimi sakinlerinden Deli Mehmet, pencereden dışarı doğru baktı. Gecenin siyah saçlarına lapa lapa düşen karları gördü. “Ne güzel yağıyor canını sevdiğim,” dedi.

Gafleti dağıttığından ve dinleyenleri zinde tuttuğundan kar havası sohbet için birebirdi.

Hacı Kadir, o vakur duruşu ve tok sesiyle; “Tam sohbet demi,” dedi.

Mehmet Hoca’ya biz hazırız demeye getiriyorlardı.

Odadakiler, hayret ve heyecanla bir destan kahramanına bakar gibi Mehmet Hoca’nın yüzüne bakmaya başladılar.

Sohbet bir saat sürecekti, bunu herkes biliyordu. Bu bir saat süresince odada çıt çıkmazdı.

Su ve çay servisi de yapılmazdı. Bütün işler askıya alınırdı.

Odanın ortasındaki emektar soba bir alev musikisi tutturmuş gürül gürül yanıyordu.

Mehmet Hoca;

“Bugün Muharremin ilk gecesi,” diye başladı sözlerine.

“On gün boyunca dünyanın en temiz, en parlak, en soylu ailesi olan Ehl-i Beyt’i anlatacağım size, onuncu gece Kerbela’yı… On birinci gece Kerbela’ya vedayı ve Kerbela Kıyamlarını… On ikinci gece asırları aydınlatan Kerbela Kandillerini…

Bugünkü konumuz Peygamberimiz’in Ev Halkı…

Has odanın has sakinleri…

Allah’ın Rasülü, Hazreti Ali, Hazreti Fatıma, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin…”

Mehmet Hoca, iri ela gözleriyle önce dışarda yağan kara baktı, sonra odadakilerin üzerine çevirdi bakışlarını:

“Medine’de Gül Devri bütün ihtişamıyla akıp gidiyordu.

Hazreti Bilal, günde beş vakit Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mescidinin kerpiç damına çıkarak o yanık sesiyle şehre can katıyor; Allah’ın Peygamberi o ipek sesiyle, hangi makamda okuduğunu bilmediğimiz Ku’ranlarla mabedini dolduran yüreklere kar pınarları gibi akıyordu.

O günlerin birinde, bir sabah vakti Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Ümmü Seleme Annemiz’in evinde iken, “Ey Ehl-i Beyt! Allah, sizden kiri, günahı gidermek ve sizi, tertemiz yapmak ister” mealindeki âyet nazil oldu.

Allah Rasülü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerinde Yemen işi bir cübbe vardı. Biraz sonra Hazreti Hasan geldi ve Resulullah (sallahu aleyhi ve sellem) onu Yemen işi cübbenin altına aldı.

Sonra, Hazreti Hüseyin geldi. Onu da, onun yanma aldı. Sonra, can parçası Fatımatü’z Zehra geldi. Onu da, cübbenin içine aldı. Daha sonra, Hazreti Ali geldi. Onu da, cübbenin içine aldı.

Fatıma Annemiz sağ yanındalar, Hazreti Ali solda, Hazreti Hasan ve Hüseyin kucakta ve hepsi Yemen işi cübbenin altındalardı. Sonraları Âl-i Aba, Pençe-i Âl-i Aba diye de anılan beş kişi…

Rönesans ressamlarının bile resmetmekten aciz kalacakları muhteşem bir tablo…

Allah’ın Resulü ellerini öylece kaldırıp;

“Ya Rab! Bunlar benim Ev Halkım, Sen bunların nefislerini lekeleyici fenalıklardan temizle, uzak tut, koru,” diye dua ettiler.

Ve biraz önce nazil olan;

“Ey Ev Halkı! Allah, sizden kiri, günahı gidermek ve sizi, tertemiz yapmak ister,” ayetini okuduktan sonra;

“Ben, bunlarla sulh olanlarla sulh olurum, çarpışanlarla da, çarpışırım!” buyurdular.

Ümmü Seleme Annemiz sordu;

“Ya Resulullah! Ben de onlarla birlikte miyim?”

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Sen yerindesin ve bana hayırlısın,” dediler.

Böylece has odanın has kadrosunu teşkil eden beş kişi tesbit ve tayin edilmiş oldu:

Peygamberlik ufkunun üveyki Allah’ın Rasülü (sallallahu aleyhi ve sellem), cennet kadınlarının seyyidesi Hazreti Fatıma, bilgeliğin büyük kılavuzu Hazreti Ali, cennet gençlerinin efendileri Hazreti Hasan ve Hüseyin…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Çalıkuşu

Editor

Kayıp Gül

Editor

Mucitler ve Parlak Fikirleri

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası