Cumhuriyet gazetesindeki oldukça kısa süreli ve fazlasıyla alçakgönüllü köşe yazarlığı serüvenimi 1996 eylülünde noktaladıktan sonra, böyle bir işe bir daha hiç mi hiç girişmemeye karar vermiştim. Yalan değil, zaman zaman, birtakım olaylar karşısında tepem atınca, “Benim de bir köşem olsa, bir güzel söylerdim bu konuda düşüncemi” dediğim oluyordu ya genellikle çok daha rahattım, öncelikle gazeteye yetiştirilecek yazıyı değil, daha anlamlı, daha kapsamlı saydığım çalışmalarımı düşünüyor, güncelin baskısından daha kolay sıyrılıyordum. Hiç kuşkusuz, Alıntılar ilginç bir deneyim olmuştu benim için.
Ama artık daha verimli bir çalışma dönemine girmiştim. Bir daha hiç kimse haftalık yazılar yazmaya razı edemezdi beni. Böyle düşünüyordum, düşündüğüme de içtenlikle inanıyordum. Sonra, 1999’da, birkaç yazısını okuduğum, Antalya’da yayımladığı Müdafaa-i Hukuk dergisini de düzensiz bir biçimde izlediğim,
ama kendisiyle hiç karşılaşmadığım Prof. Dr. Çetin Yetkin birkaç kez telefonla arayarak yakın bir tarihte yayımlamaya başlayacağı haftalık Gazete Müdafaa-i Hukuk’ta düzenli olarak yazmaya çağırdı beni. Kendisi büyük özverilerle girişiyordu bu işe, benden de haftada bir yazı yazmak gibi küçük bir özveri istiyordu.
Epeyce duraladım, ama “Hayır!” diye kesip atamadım bir türlü. Sanırım, aramızda uzun telefon konuşmalarıyla başlayan dostluk kadar, ülkemizin içinde bulunduğu acıklı durum da etkili oluyordu bu kararsızlıkta. Bu ulusun yazgısını ellerinde tutanlar hiçbir zaman böylesine hoyrat olmamışlar, onun zenginliklerini başkalarına aktarmak konusunda hiçbir zaman bu denli ivecen davranmamışlardı. Aydınlarının önemli bir bölümü de kendi yurttaşlarını hiçbir zaman böylesine küçümsememişti.
Genel bir çürüme ve duyarsızlık dönemi yaşıyorduk. Sonunda “Evet” dedim ve büyük çoğunluğu güncel olayları ele alan Yansımalar’a başladım. Olayların akışını mı değiştirecektim böylece? Kamuoyuna ışık mı tutacaktım? Hayır, böyle düşlere kapılmıyordum. Satışı birkaç bini aşmayan Gazete Müdafaa-i Hukuk’tan çok daha yaygın gazetelerde yazan çok daha etkili yazarların bile kolay kolay başaramadıklarını ben mi başaracaktım?
Ancak, birkaç yüz kişi yazımı okur da “İyi söylemiş, demek ki yalnız değilim, demek ki yalnız değiliz” derse, harcadığım zamana değecekti. Günümüzün güçlü iletişim araçları her şeyi yozlaştırıp tek biçimliliğe indirirken, düşünce iletişimini, dolayısıyla da düşüncenin kendisini gittikçe zorlaştırırken, onların dümen suyunda gitmeyip daha alçakgönüllü, ama çok daha dürüst bir iletişim aramak da bir erdemdi.
En azından bir direnme çağrısı ve hâlâ direnenlerle birlikte bir direnme edimiydi. Gazete Müdafaa-i Hukuk yaklaşık kırk hafta direndi. Müdafaa-i Hukuk dergisi de kapanır gibi olduktan sonra, yaşamını Yeniden Müdafaa-i Hukuk adıyla sürdürdü. Ben de yazılarımı bu dergide sürdürdüm. Şimdi bu yazıların tümünü Yüz ve söz başlığı altında toplarken de direnmesini bilenler arasında alçakgönüllü bir iletişimden öte beklentim yok. Buna da gereksinimimiz var. Çünkü her şey açıklıkla gösteriyor ki “Gittikçe artıyor yalnızlığımız”.
Son yıllarda, bir “ortak kıya” çılgınlığıdır aldı yürüdü ülkemizde: birtakım insanlar birtakım benzerlerinin yaşamına son verme konusunda kolaylıkla birleşiyor, bir kez birleştikten sonra da gözlerini kırpmadan eyleme geçiyorlar. Üstelik, Maraş ve Sivas olaylarının, Hizbullah örgütünün özel ölüm hücrelerinde işledikleri tüyler ürpertici kıyaların, Taksim’de, herkesin gözleri önünde, iki İngiliz’in bıçaklanarak öldürülmesinin, nerdeyse her kıya “tatbikat”ında, güvenlik görevlilerinin kıya sanığı kişiye yaptığının aynını yapmak için çırpınan bir kalabalıkla boğuşmak zorunda kalmalarının da gösterdiği gibi, bayağı özgün bir biçimde yapıyorlar bunu.
Eylemleri ne Agatha Christie’nin inceden inceye hazırlanmış, gizli ve soğuk kıyalarına benziyor, ne de Başkaldıran insan’da Albert Camus’nün sözettiği tutku kıyalarına. Olsa olsa, gene Albert Camus’nün, gene aynı yapıtta, belli bir öğretiye bağlandığını ve gittikçe evrenselleştiğini söylediği “mantık kıyaları”na benzedikleri söylenebilir. Ancak, onlar gibi bir ortak kıya niteliği taşımakla birlikte, onları aşan bir yanları da yok değil:
kurbanın cesedinin yerlerde tekmelenmesinin ya da domuz bağıyla kımıldamaz duruma getirilmiş kişi uzun işkencelerle ağır ağır öldürülürken, bir yandan da bu korkunç öldürme sürecinin filme alınmasının gösterdiği gibi, hem bir gösteri, hem bir tür “insanlıktan uzaklaşma uygulaması” olmasıyla, onları da geride bırakıyor. Kısacası, neresinden bakarsanız bakın, yeni bir kıya biçimi karşısında bulunduğumuz kesin. En azından bizim toplumumuz için.
Oldukça yeni ve karmaşık özellikleri yüzünden olacak, bu yeni kıya biçimi hepimizin kafasını karıştırıyor. Bunun sonucu olarak da nerede bizi aydınlatabileceğini umduğumuz bir uzman bulsak, hemen sorular yağdırmaya başlıyoruz. Yazık ki umudumuz kursağımızda kalıyor. Toplumbilim ve ekonomi uzmanları yaşadığımız çağın bir özelliği olarak görüyorlar bu azgınlığı, adına “küreselleşme” dedikleri başdöndürücü gelişmenin birkaç önemsiz sakıncasından biri olduğunu söylüyorlar.
Ruhbilimciler Freud’u anımsıyor hemen: eski savaşım arkadaşını uzun işkencelerin ardından kılı bile kıpırdamadan öldürüp bulunduğu yapının bodrumuna gömdükten sonra, yeni kapatılmış çukurun üstünde rahat rahat çayını içip sigarasını tüttüren genç adamın ölçüsüz duyarsızlığını Oidipus karmaşasına ya da mutsuz bir çocukluk geçirmiş yoksul delikanlının sürekli korkularına, bunalım ve saplantılarına bağlıyorlar.
Kimi uzmanlar da kestirmeden giderek eğitimsizlikle, yani korkunç ortak kıyaların acımasız öznelerinin yabanıllığıyla, doğa düzleminden ekin düzlemine geçmemiş olmalarıyla açıklıyorlar her şeyi, “Her şeyin başı eğitim ve öğretimdir, efendim: bütün bunları yapanlar eğitimsiz kişiler! Bunu böyle bilin!” deyip çıkıyorlar işin içinden. Şaşırıp kalıyorsunuz ister istemez, “Bu adamlar bizimle dalga mı geçiyor?” diyorsunuz.
Kısacası, hiçbiri inandıramıyor bizi. Hele sonuncular hiç inandıramıyor. Neden derseniz, ülkemizde “eğitim ve öğretim”in çok daha sınırlı olduğu dönemlerde bu tür ortak kıyalara kolay kolay rastlanmaması bir yana, “doğal” da “yabanıl” ya da “yırtıcı” anlamına gelmez. Hizbullah savaşçısının ya da futbol amigosunun karşıtına yaptığını yabanıl hayvan kendi karşıtına yapmaz.
Yüzyılımızın ünlü bilim adamlarından Konrad Lorenz, Saldırganlık adlı yapıtında, “Konunun uzmanı olmayanlar her ikisi de heyecan yaratma tutkunu olan basın ve filme bakarak kolaylıkla aldanırlar. Balta girmedik ormanın “yeşil cehennem”inde yırtıcı hayvanların yaşamını birinin tümüne karşı kanlı bir savaşı olarak tasarlarlar. Çok olmadı, beyaz perdede bir Bengal kaplanının bir pitonla, hemen arkasından da bir timsahla savaştığını gördük. Bildiklerime dayanarak kesinleyebilirim ki doğal koşullarda hiçbir zaman böyle bir şey olmaz. Bu hayvalardan birinin ötekini yoketmekte ne çıkarı olabilir ki?” derken, herhalde bu gerçeği dile getirir.
Ama, dolaylı bir biçimde de olsa, bir şeyi daha dile getirir: yabanıl hayvanın yapmadığını eğitimsiz insanın da yapmayacağını. Bu durumda, bu ülkede otuz yıl önce hiç kimsenin yapmayı usundan bile geçirmediğini bugün birçok insan rahatlıkla yapabiliyorsa, bu konuda benzerleriyle işbirliğine girebiliyorsa, başkalarından destek görebiliyorsa, örneğin büyük bir günlük gazetenin köşe yazarı sarhoş bir yabancıyı on beş yerinden bıçaklayıp öldürdükten sonra cesedini tekmeleyenlerin edimini “Orada olsam, ben de aynı şeyi yapardım!”
ya da “Heriflere kan banyosu yaptırdık!” türünden sözlerle destekleyebiliyorsa, bunun kaynağını eğitimsizlikte değil, tam tersinde, yani eğitimde, daha doğrusu, belli bir eğitim türünde aramak gerekir. Evet, ilk bakışta ne denli aykırı görünürse görünsün, domuz bağlarından susturucularına ve bombalarına, araçlarının gelişmişliğinin, öznelerinin soğuk,
inançlı ve düzenli söylemlerinin de gösterdiği gibi, tanık olduğumuz tüm bu korkunç kıyalar oldukça gelişmiş bir eğitimin zorunlu sonuçları. Hangi eğitimin mi? Maraş ve Sivas olayları, Hizbullah kıyaları yeterince açıklamıyorsa, söyleyelim: ellili yıllardan beri her geçen gün biraz daha yaygınlaşan bilim ve laiklik karşıtı eğitimin.