Roman (Yabancı)

Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer

EN ÖNEMLİ ŞEYLER KİMİ ZAMAN HİÇ FARK EDİLMEDEN GEÇİP GİDENLERDİR

Bir düşünün. İntihar etmek üzeresiniz. Bir adam hayatınızı kurtarıyor, ama karşılığında sizinle bir anlaşma yapıyor. Bundan sonra o ne söylerse sorgusuz sualsiz yapacaksınız. Kendi iyiliğiniz için.. Çaresiz, kabul ediyorsunuz ve hayatınızın iplerini tıpkı bir kukla gibi başkasının ellerine bırakıyorsunuz. Ve hayatınız eskisinden çok daha güzel oluyor. Yine de şüpheleriniz var: Bu adam aslında kim? Çevresindeki gizemli kişilerin sırrı ne? Sizden aslında ne istiyor?

Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer, kendi kendimize koyduğumuz engelleri, korkularımızı ve önyargılarımızı nasıl aşacağımızın, kaderimiz sandığımız mutsuz bir yaşamı, bizi mutluluğa götüren bir yolculuğa nasıl dönüştüreceğimizin hikâyesi.

“Laurent Gounelle bir mutluluk fabrikatörü… Eğer mutluluğun bir reçetesi varsa, Gounelle o reçeteyi biliyor olmalı.”
Le Figaro

“Yeni Coelho.”
L’Express

“İnsanın kendini arayışı ve başkasını anlaması hakkındaki bu benzersiz roman, kendine güven ve özgürlük üzerine işe yarar tavsiyeler veriyor.”
France Soir

“Sürükleyici ve kolay okunan bir kitap. Hem iyi bir kişisel gelişim kitabı hem de güzel bir roman. Bayıldım!”
Critiques Libres

“Sonuna kadar gizemini koruyan, mizahi ve şiirsel bir roman.”
L’est-éclair

***

1

Yumuşak, ılık geceyle sarmalanmıştım. Beni kollarına almış, taşıyordu. Bedenimin gecenin içinde dağıldığını hissediyordum. Sanki gökte süzülüyor gibiydim.

Bir adım daha…

Korkmuyordum. Hiç korkmuyordum. Korku bana yabancıydı. Bu son günlerde korkunun belirmesinden öyle çekinmiştim ki aklımdan atamadığımdan hatırlıyordum korkuyu. Ortaya çıkmasını ve beni engellemesini, her şeyi mahvetmesini istemiyordum…

Küçük bir adım…

Şehrin uğultusunu işiteceğimi sanmıştım, ama sakinlik beni şaşırtıyordu. Sessizlik değil, hayır, sakinlik. Bana kadar ulaşan bütün sesler yumuşaktı, uzaktı. Ben seslerin beşiğinde sallanırken, gözlerim gecenin ölgün ışıkları içinde kayboluyordu.

Bir adım daha…

Çok özel aydınlatmanın koyu altın rengine dönüştürdüğü çelik kiriş üzerinde yavaşça ilerliyordum. Çok yavaşça. Bu gece, Eyfel Kulesi ile ben, birdik. Tuhaf, çekici, esritici, ılık ve nemli havayı ağır ağır soluyarak altın kirişin üzerinde yürüyordum. Ayaklarımın altında, yüz yirmi üç metre aşağıda, Paris uzanmış, kendini bana bırakmıştı. Sayısız göz kırpışlarla ışıldayan şehir ışıkları birer çağrı gibiydi. Cazibesinin farkındaydı. Kanımla döllenmeyi sabırla bekliyordu.

Bir adım daha…

Enikonu düşünmüş, karar vermiş, hatta bu eylemi hazırlamıştım. Bunu yapmayı seçmiş, kabul etmiş, içime sindirmiştim. Hedefsiz ve anlamsız bir yaşama son vermeye sakince karar vermiştim. Zahmete değer hiçbir şey vadetmeyen bir yaşam. Bu kanaat, adım adım ve korkunç bir şekilde içime kazınmıştı.

Bir adım…

Varlığım, doğumumdan bile önce başlamış bir yenilgiler dizişiydi. Babam -o kaba damızlığa böyle demek mümkün müydü, bilemiyorum- beni kendisini tanımaya layık görmemişti: Annem hamile kaldığını söylediği an onu terk etmişti.

Annem, umutsuzluğunu bir Paris barında unutmaya, beni ortadan kaldırma niyetiyle mi gitmişti? Orada rastladığı Amerikalı işadamıyla birlikte içtiği sayısız kadeh yine de ona bilincini yitirtmemişti. Adam otuz dokuz yaşındaydı, annem yirmi altı. Kaygı içindeki annem, adamın sergilediği kaygısızlıkla yatışmıştı. Rahat biri gibi görünüyordu; annemse geçim derdindeydi. Hesap ve umutla kendini hemen o gece, bilerek ona sundu. Sabah olduğunda, annem şefkatli ve âşık biri gibi davrandı. Adamın ona, evet, olur da hamile kalırsa, çocuğu aldırmamasını arzuladığını ve annemi yanına alacağını içten mi yoksa yalnızca zaaftan mı söylediğini asla bilemedim.

Annem onun peşinden Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti ve bu obezler ülkesinde, benim dünyaya yedi buçuk aylık ve yaklaşık üç kilo çekerek gelmem kimseyi şaşırtmadı… Bana yerel bir ad uydurdular ve Amerikan vatandaşı Alan Greenmor oldum. Annem İngilizce öğrendi ve kendini kabul eden topluluğa iyi kötü dâhil olmayı başardı. Hikâyenin devamı bu kadar şanlı şöhretli olmadı. Beş yıl sonra, yeni babam işini kaybetti ve Reagan öncesinin ekonomik krizinin ortasında yeni bir iş bulmanın güçlüğü karşısında yavaş yavaş alkolizme gömüldü. Olaylar zinciri hızla dönmeye başladı. Babam somurtkan, suskun, depresif biri oldu. Annem onun hırssızlığından tiksiniyor, kendini koyvermesini sürekli eleştiriyordu. Ona derinden öfke duyuyor, sürekli onu kışkırtmaya çalışıyordu. En ufak ayrıntı annemin sitemlerine bahane oluyordu. Eşinin tepkisizliğiyse giderek onu daha kişisel, hakarete yakın saldırılara yöneltmişti. Babam nihayet öfkelendiğindeyse annemin hoşnutluğu belli oluyordu; sanki onun öfkesini iktidarsızlığına tercih ediyor gibiydi. Annemin oyunu beni ürkütmüştü. Anne babamı seviyordum. Onların yıkımını görmeye katlanamıyordum. Babam ender öfkeleniyordu, ama öfkelendiğinde de kırıp geçiriyordu. Annemin bu öfke patlamalarını kesinlikle arzulaması beni iyice çekinik yapıyordu. Böylesi anlarda nihayet babamdan bir tepki alabilmiş oluyordu. Gözlerde bir bakış, bir eylem. Yaşayan bir rakibi, bir muhatabı vardı. Birikmiş kinine akacak bir yol bulmuş oluyor ve sözler zincirlerinden boşanıyordu. Bir akşam babam annemi dövdü. Babamın şiddetinden çok annemin yüzünde okuduğum sapkın hazdan örselenmiştim. Kavgalarının korkunç olduğu bir gece, annem onun yüzüne oğlunun kendisinden olmadığını çarptı. Ben de onunla aynı zamanda öğrendim… Ertesi gün babam evi terk etti ve bir daha da onu görmedik. İkinci babam da beni terk etmişti.

Annem, yaşayabilmemiz için mücadele etti. Bir çamaşırcıda yedi günün altısı, bitmek bilmez saatler boyunca çalışıyordu. Her akşam eve kimyasal kokular getiriyordu. Bu kendine özgü kokular her yerde onu izliyordu. Yatarken beni öpmeye geldiğinde annemin sevgili kokusunu, vaktiyle beni yatıştıran ve sevgiyle beni kucaklayarak uykuya davet eden o kokuyu tanıyamıyordum.

Bir adım, bir adım daha…

Sonra, ufak tefek işlerin birinden diğerine geçti. Her seferinde, yükselebileceğini, nihayet ödüllendirileceğini, yaşamını daha iyi kazanabileceğini sanıyordu. Birini elinde tutabilme, yeniden bir aile ocağı kurabilme umuduyla bir âşıktan diğerine koştu. Sanırım bir gün, yaşamıyla ilgili bütün bu umutların nafile olduğunu anladı ki o an bana odaklandı. Onun başarısız kaldığı yerde ben başaracaktım. Öyle çok para kazanacaktım ki o da yararlanacaktı. O andan itibaren benim eğitimim onun mutlak önceliği oldu. İyi notlar getirmemi buyurmuştu. Sofradaki konuşmalarımız, lise, öğretmenlerim, sınav sonuçlarım etrafında dönüp duruyordu. Annem benim antrenörüm olmuştu; ben onun yetiştirdiği çıraktım. Onunla Fransızca, geri kalan herkesle İngilizce konuştuğumdan, doğuştan çift dilliydim. Elimde çok önemli bir koz olduğunu dönüp dolaşıp tekrarlıyordu. Kesindi. Ya uluslararası bir işadamı olacaktım ya da büyük bir tercüman. Beyaz Saray’da neden çalışmayaydım ki? Yalnızca acınacak durumdaki insanların hırsı olmazdı. Bir gün beni dışişleri bakanı olarak bile gördü. Onu hayal kırıklığına uğratmaktan çok korkuyor, sınıfta elimden geldiğince çalışıyordum. Aldığım umut verici notlar onun beklentilerini iyice artırarak stratejisini güçlendiriyordu.

Amerika Birleşik Devletleri’nde üniversitelerin paralı -ve çok masraflı- olduğunu öğrendiği gün gerçek bir darbe yedi. Annemin bu kadar yıkıldığını ilk kez görüyordum. Bir an için babamla aynı yolu tutacağını ve ot gibi yaşamaya başlayacağını düşündüm. Bütün planları göçmüştü. Gerçekten lanetliydi. Ama doğasının baskın çıkmasına kısa bir süre yetti. Lise müdüründen bir randevu alarak, parlak sonuçları, üniversitenin vadettiği yüksek mevkilere erişmesine izin verilirse ülkesine hizmet etme kapasitesinin garantisiyken, genç bir Amerikan yurttaşını yarı yolda bırakamayacağına onu ikna etmek istedi. Bir çözüm olmalıydı, burslar falan yok muydu? Eve iyice şişinmiş geldi. Ona göre sorun çok basitti. Çözüm dört harfte yatıyordu: SPOR. Sporda çok iyi olursam, bir üniversitenin, kendi takımına katıldığımı görmek ve böylece turnuvalarda başarı şanslarını artırmak için bana kayıt hakkı sunma olasılığı vardı.

Bunun üzerine, yoğun bir idmana tabi tutuldum. Spordan son derece nefret ettiğimi anneme itiraf etmeye asla cesaret edemedim. Sonuçlarımı gayet yakından izleyerek beni sonuna kadar itiyor, teşvik ediyor, cesaretlendiriyordu. Spordan geçmişte aldığım, genellikle ortalama notlarım onun cesaretini kırmışa benzemiyordu. Her fırsatta, “isteyen başanr” diye tekrarlayıp duruyordu. Sonuçta, en az kötü olduğum dalın basketbol olduğu ortaya çıktı. O günden itibaren basketbol için yaşadım. Beni motive etmek için, odamın duvarına Kaplanlar adlı Detroit takımının yıldızlarının posterini asmıştı. Kahvaltıda, üzerinde Kaplanlar’ın fotoğrafı bulunan bir fincandan içiyordum. Her yerde onlar karşıma çıkıyordu: anahtarlığımda, tişörtlerimde, çoraplarımda, havlumda, kalemlerimde. Kaplanlar’ı konuşuyor, Kaplanlar yazıyor, Kaplanlar’la yıkanıyor, hatta Kaplanlar’la yatıyordum. Sonunda gerçekten de basketbol düşlerime musallat oldu: Annem beynimi sponsorlamayı, düşüncelerime afişler sızdırmayı başarmıştı. Yakındaki kulübe üyelik bedelimi ödeyebilmek için fazla mesai yapmış, hiç vakit kaybetmeden de beni kaydetmişti. Orda günde en az üç saat geçiriyordum, hafta sonları beş saat. Yıllar sonra, antrenörün çığlıkları kulaklarımda hâlâ çınlıyor. Antrenmandan sonra arkadaşlarımın ter içinde soyunduğu vestiyerlerin mide bulandırıcı kokusunu da hatırlıyorum. Birkaç saniye içinde camlar buğulanıyor, hava soluk alınamayacak kadar ağırlaşıyordu. Bu spordan nefret ediyordum, ama annemi seviyordum ve onu hayal kınklığına uğratmamak için her şeyi yapardım. Yaşamını umut yeşertmekle geçirmişti. Artık hiçbir umudunun kalmadığı günün ömrünün sonu olacağını hissediyordum.

Gelecek, bana hak verdi: Birkaç yıl sonra, üniversite diplomamın verilmesinin ertesi günü öldü. Cebimde gerçekten arzulamamış olduğum bir MBA’yle kendimi yapayalnız buluverdim. Okul hayatımı ne zevklerini ne özlemlerini paylaştığım gençlerle birlikte geçirdiğimden, tek arkadaşım bile yoktu. Bana büyük bir şirketin muhasebe bölümünde yardımcı sorumlu mevkii önerildi. Ücret düzgün olsa da iş hızla ilgi çekici gelmemeye başlamıştı. Ama hayal kırıklığına uğramamıştım, çünkü hiçbir beklentim yoktu. Annemin yaşamı, umutların boş olduğunu bana kısa sürede öğretmişti.

Bir adım daha…

Boş ve hedefsiz bir yaşamla geçmiş birkaç yılının sonunda, nerdeyse hiç düşünmeden, Fransa’ya gitmek üzere yola çıktım. Kökenlerimle bağ kurma bilinçsiz arzum muydu, yoksa yolu tersten kat ederek annemin sefil yaşam örgüsünü sökmek mi niyetindeydim? Bilmiyorum. Ne var ki, kendimi Paris’te buldum ve kısa süre sonra burada kalmaya karar verdim. Şehir güzeldi, ama kalma nedenim bu değildi. Başka bir şey vardı. Kaderimin oradan geçtiğine dair bir sezgi ya da önsezi. O dönemde, Paris’te hemen ölmek isteyeceğimi bilmiyordum.

Bir iş aradım ve büyük şirketlere muhasebeci bulan bir iş bulma bürosu olan Dunker Consulting’in sorumlularından birinden bir randevu alabildim. Benim istihdam edilemeyeceğimi, çünkü Fransız muhasebesinin Anglosakson muhasebesinden son derece farklı kurallarla tutulduğunu ondan öğrendim. Hiç alakası yoktu. “Bütün öğreniminize sıfırdan başlamalısınız,” dedi; yalnızca kendisinin güldüğü bir espriyle. Her sırıttığında, çift kat olmuş gerdanının kıvrımlarını titreten küçük sarsıntılar geçiriyordu. Ne diyeceğimi bilemez bir halde kalmıştım. Buna karşılık, diye belirtti, bütün olarak konuya hâkimiyetim, Amerikan kültürümle de birleşince, beni… kendi bürolarında iş bulma danışmanı olmak için arzu edilir bir aday kılıyordu. Bellibaşlı müşterileri gerçekten de büyük Amerikan şirketleriydi ve muhasebelerine alınacak elemanların seçiminin bir Amerikalıya emanet edilmesine önem verirlerdi. “İmkânsız,” karşılığını verdim, işe alma benim mesleğim değil, hiçbir şey anlamam.” Sapkınca gülümsedi. Son anda bakire olduğunu itiraf eden genç kadın karşısında kaşarlanmış moruk tavrı. “İşimizi yapalım biz,” dedi, imalı bir tavırla.

Beni işe aldılar. Büronun yüce gelişimine katkıda bulunmak üzere işe alınan diğer gençlerle birlikte, kendimi iki haftalık yoğun eğitimde buldum. Yaş ortalaması otuzdu. Böyle bir iş yapabilmek için bana son derece düşük geliyordu. Bana göre, bir adayın niteliklerini ve yeteneklerini değerlendirmek bir insanı değerlendirmek demekti ve böyle bir sorumluluğu üstlenmek beni kaygılandırıyordu. Bu korku, birlikte eğitim aldığımız diğer meslektaşlarımda yoktu: İstihdam görevlisinin saygın kostümü içine girmekten belirgin bir zevk duyuyorlardı; kendilerini çok ciddiye alıyor, şimdiden görevlerini temsil ediyorlardı. Grubun ortak duygusu, belli bir elite mensup olmaktı. Gurur kuşkuya yer bırakmıyordu.

On beş gün boyunca bize mesleğin ipuçları öğretildi: İşe alma mülakatlarını sade ama sağduyulu bir şekilde yürütme yöntemi, ayrıca bugün budalalık olarak kabul ettiğim bir sürü mucizevi teknik.

Bir adayı kabul ettikten sonra, bir süre sessiz kalmak gerektiğini öğrendim. Eğer talibin kendisi söz alırsa, karşınızdakinin bir lider olduğuna kuşku yoktur. Kendisine söz verilmesini sabırla beklerse, çekinik tutumunun ardında, kuyrukçu biri olduğu kendini gösteriyor demektir.

Daha işin başında çok belirgin sorular sormadan, adayı kendini göstermeye açıkça teşvik etmeliydik: “Bana kendinizden söz edin!” Eğer aday tek başına işi götürürse, özerk biridir. Söze girerken bizim tercihlerimizi sorarsa, örneğin öğreniminden mi başlamalı yoksa son çalıştığı görevden mi söz etmeli diye sorarsa, bu durumda, kişiliğinde inisiyatif eksikliği var demektir. Bu kişi etliye sütlüye karışmaz!

“Rol oyunu” yardımıyla, öğretilen teknikleri iki kişi uygulamaya koyuyorduk: İçimizden biri istihdam görevlisi rolü oynuyor, diğeriyse aday kılığına giriyor, bir senaryo uyduruyor, kendine mesleki bir güzergâh çiziyordu. Böylece danışman söyleşiyi yönlendirebiliyor ve adayın “hakikat”ini ortaya çıkaracak sorular sorabiliyordu.

Benim için en şaşırtıcısı, kuşkusuz ki, bu alıştırmalar sırasında hüküm süren rekabetçi ortamdı. Herkes bir diğerini tuzağa düşürmeye çalışıyordu. Karşısındakini ya maskesi düşürülecek bir yalancı ya da aldatılacak bir düşman olarak görülüyordu. En tuhafı, kendisi de Dunker Consulting’de ücretli danışman olan eğitmenin, unutkanlıkları ya da beceriksizlikleri ortaya koymaktan hince bir zevk almasıydı. “Faka bastın!’’ favori cümlesiydi. Alaycı bir tonda çıkıyordu ağzından. Rol oyunlarını denetlerken, alıştırma yapan ikililerin arasına sızıyordu. Alttan alta ima ettiği şeyse, kendisinin bu durumların üstesinden gelebileceğiydi…

İki hafta sonra, bölümde çahşmaya uygun olduğumuz bildirildi.

Kendimi günlerimi bir masanın arkasında geçirir buldum. Korkudan kızarmış yüzleriyle, utangaç rakam adamları bana geçmişlerini anlatıyorlar ve üç temel kusurlarının mükemmeliyetçilik, çok büyük bir kesinlik ve sürmenaj eğilimi olduğuna beni inandırmaya çalışıyorlardı. Benim kendilerinden daha utangaç, daha rahatsız olduğumu akıllarına bile getirmiyorlardı. Yalnızca benim biraz daha şansım vardı; çünkü rolüm bana göz ardı edilemez bir lüks sunuyordu: Konuşmaktansa konuşturmak. Ama, on adaydan dokuzuna dosyalarının aranan profile uygun olmadığını, acımasız bir yargıç gibi bildirmek zorunda kaldığım her seferinde çekiniyordum. Sanki onlara zindana mahkûm edildiklerini bildiriyormuşum gibi geliyordu. Benim rahatsızlığım onlarınkini artırıyor, onlarınki de benimkini iyice güçlendiriyordu; bir kısırdöngü içinde gibiydik. Bu rol beni boğuyordu ve büronun içindeki ortam da atmosferi yatıştıracak gibi değildi. Sergilenen insani değerler yalnızca görünüşteydi. Gündelik gerçeklik sert, soğuk, rekabetçiydi.

Bu koşullarda bir süre yaşamamı sağlayan Audrey oldu. Ona bir öğleden sonra, Grands-Augustins Sokağı’ndaki Mariage Frères’de rastladım. Kendimi rahat hissetmem için, zamanın dışında kalmış bu mekâna adımımı atmam yetiyordu. Kapıyı iter itmez, ayakkabıların altında çıtırdayan eski meşe parke üzerinde atılan ilk adım sizi Fransız sömürge imparatorluğu dönemindeki bir çayevinin rafine ortamına sokuyordu. Daha girişte, dönemin kocaman küpleri içinde titizlikle korunan yüzlerce çeşit karışımın kokusuyla büyülendiğinizi hissederdiniz ve bu kokular sizi bir an için, ruhunuzun zaten kaçıp gittiği 19. yüzyılın Uzakdoğu’suna götürürdü. Kendinizi üç direkli bir yelkenlide, değerli yapraklarla dolu eski tahta sandıkları yüklerken, sonra da aylar boyunca denizleri ve okyanusları aşarken hayal etmek için gözlerinizi kapamanız yeterliydi.

Eski tezgâhın ardında duran genç adama yüz gram Sakura 2009 sipariş verirken, o, kulağıma Sakura impérial‘in daha nefis olduğunu fısıldadı. Arkama döndüm. Herkesin kendi çemberi içinde yaşadığı ve başkalarını kesinlikle görmezden geldiği bu şehirde tanımadığım bir kadının bana hitap etmesine şaşırmıştım. “İnanmıyor musunuz bana? Gelin, tattırayım,” dedi ve elimden tutarak beni salondan, müşteriler ve uzak diyarlardan gelme çay koleksiyoncularının arasından süzülerek geçirdi ve çay içilen salonunun bulunduğu kata götüren küçük merdivene yöneltti. İçten ve zarif bir ortam. Ham keten önlüklü garsonlar, törensel bir edayla masaların arasından sessizce süzülüyorlardı. Rahat giysilerimle tek başıma bir anakronizm yarattığım izlenimi içindeydim. Bir köşeye, beyaz örtülü küçük bir masaya oturduk. Masada, üzerlerinde ünlü dükkânın resmi bulunan porselen fincanlar ve gümüş tabaklar bulunuyordu. Audrey iki çay sipariş etti, sıcacık küçük ekmekler ve ona göre ne pahasına olursa olsun tatmam gereken bir spesiyalite olan “güneş yanığı.” Sohbetten hemen zevk aldım. Güzel sanatlar öğrencisiydi ve mahallede, çatıların altına tünemiş bir odada yaşıyordu. “Göreceksin, çok se-

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Yanmış

Editor

Çınaraltı Kitap Sohbetleri

Editor

Amerikada

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası