Roman (Yabancı)

Temizlikçi

KANINIZI DONDURACAK BİR SERİ KATİL ROMANI

İşte Joe. O bir seri katil ve aynı zamanda bir polis merkezinde temizlikçi olarak çalışıyor. Şimdi de kendisini taklit eden bir katilin peşinde!

“Sürükleyici ve tamamen gerçekçi bir polisiye. Cleave takip edilmesi gereken bir yazar.”
-Tess Gerritsen

“ Yeni Stephen King.”
-NDR, Almanya

“Cleave, sizi soluksuz okumaya ve sona geldiğinizde kendinizi dışarı atıp derhal başka bir kitabını bulmaya zorluyor.”
-New Zealand Lawyer Magazine

“İş polisiyeye gelince, Cleave okuyucuya nasıl kanca takacağını biliyor.”
-Sunday Herald

‘Cleave bir boksörün ince ayar yumrukları gibi yazıyor.. Karın boşluğunuza gelecek yumruklar sizi inletecek. Akıcılığı ve heyecanı nefesinizi kesecek ve romanı çarçabuk bitirmenize neden olacak. ‘
-Courier Mail, Brisbane

‘Cleave psikolojileri alt üst edebilecek tarzda gerilim romanları yazmakta ustadır. Olaylar ilerlerken okuru beklediği şeylerin tam tersi ile baş başa bırakabiliyor. Cleave bir kitabı nasıl akıcı hale getirebileceğini çok iyi biliyor. Kurgularında eksik ya da fazla olan hiçbir şey yok, tam kıvamında…’
-The Australian

“Sizi içine çekiyor. Gözleriniz sayfa boyunca hareket etmeye devam ediyor ve aklınız dehşet dolu tablolar çiziyor. Bir Yeni Zelanda romanından beklediğim bir şey değil bu. Temizlikçi, sıra dışı bir şekilde ilgi uyandıran bir roman ve kesinlikle midesi çabuk bulananlar için uygun değil.”
-Manly Daily

***

Arabayı garaj yoluna çektim. Arkama yaslanıp rahatlamaya çalıştım.
Yemin ederim, hava en az otuz beş dereceydi. Cristchurch sıcağı. Şizofrenik hava. Vücudumdan terler süzülüyordu. Parmaklarım nemliydi, öne doğru eğilip kontaktaki anahtarı çevirdim, evrak çantamı alıp arabadan indim. Buralarda havalandırma gerçekten işe yarıyordu, ön kapıya vanp kilidi biraz kurcaladım. İçeri girince rahatlayarak derin bir nefes aldım.
Mutfağı geçtim. Angela’nın üst katta duş yaptığını duyabiliyordum. Onu daha sonra rahatsız ederdim. Önce bir içkiye ihtiyacım vardı. Buzdolabına yürüdüm. Paslanmaz çelik kapısındaki yansımam hayalete benziyordu. Kapıyı açıp bir an için önünde çömeldim, serin havaya yaklaştım. Buzdolabında hem bira hem de kola vardı. Birayı alıp kapağını açtım, masaya oturdum. Fazla içmezdim, ama bu şişeyi yirmi saniye içinde devirdim. Buzdolabı bir şişe daha teklif etti. Ben kimdim ki hayır diyecektim? Arkama yaslandım. Ayaklarımı masaya koydum. Ayakkabılarımı çıkarmayı düşündüm. Bu duyguyu bilir misiniz? İşte geçen sıcak bir gün. Sekiz saat boyunca stres. Sonra elinizde birayla oturup ayaklarınızı havaya diker, ayakkabılarınızı çıkarırsınız.
İşte bu tam bir mutluluk anıdır.
Üst kattaki duşun sesini dinledim. Yılın ikinci birasını ağır ağır yudumladım. Bunu bitirmem birkaç dakika sürdü. Birden acıktığımı hissettim. Buzdolabına geri dönüp, ilk seferde gördüğüm soğuk pizza dilimini aldım. Omuz silktim. Neden olmasındı? Kiloma dikkat etmem gerekmiyordu.
Tekrar masaya oturdum. Ayaklarımı kaldırdım. Ayakkabılarınızı çıkardıktan sonra yaşadığınız mutluluk pizza için de geçerlidir. Ama o anda zamanım yoktu, Pizzayı hızla mideme indirip evrak çantamı aldım, üst kata çıktım. Yatak odasındaki müzik setinde tanıdığım, ama adını çıkaramadığım bir şarkı çalıyordu. Şarkıcıyı da hatırlayamadım. Yine de şarkıyı mırıldanmaya başladım. Çantayı yatağın üstüne koyarken bu şarkının saatlerce aklıma takılı kalacağını biliyordum. Çantamın yanına oturup açtım. Gazeteyi çıkardım, ilk sayfada gazetenin satmasını sağlayan türde haberler vardı. Bazen medyanın gazetelerin satmasını sağlamak için bu haberlerin yansını uydurduğunu düşünürdüm. Bunun bir piyasası vardı.
Duşun kapandığını duydum, ama onu umursamadan gazeteyi okumayı tercih ettim. Şehri dehşete salan adamla ilgili bir haber vardı. Kadın katili. İşkence. Tecavüz. Cinayet. Filmlere konu olan türde şeyler. Birkaç dakika geçti. Angela havluyla saçlarını kurulayarak, etrafında beyaz buhar ve vücut losyonu kokusuyla banyodan çıkarken ben okumaya devam ediyordum.
Gazetenin üstünden başımı kaldırıp gülümsedim.
Angela bana baktı.
“Sen de kimsin?” diye sordu.

Güneş iyice yükselmişti. Elbisesinin içinden boncuk boncuk süzülen ter damlatan kumaşı ıslatıyordu. Granit mezar taşından yansıyan güneş yüzünden gözlerini kıstı, ama mezar taşında son beş yıldır yazılı olan harfleri okumaktan kendini alamadı. Parlak ışık yüzünden güzleri sulanıyordu. Gerçi bunun hiçbir önemi yoktu; buraya ne zaman gelse gözleri sulanıyordu. Güneş gözlüğü takmalıydı. Daha İnce bir elbise giymeliydi. Onun ölümünü engellemek için daha fazla şey yapmalıydı.
Sally, boynundan sarkan haçı sıkıca kavrayınca haçın dört ucu avucuna battı. Onu en son ne zaman çıkardığını hatırlamıyordu. Eğer çıkarırsa küçük bir top gibi kıvrılıp sonsuza dek ağlamaktan, günlerinin geri kalanını hiçbir iş göremeden geçirmekten korkuyordu. Hastanedeki doktorlar ailesine haberi verdiğinde almıştı bu haçı. Doktorlar onu oturtup ciddi yüzleriyle, sevdikleri kişinin ölmekte olduğunu bilen, ama umudunu yitirmeyen sayısız aileye söyledikleri şeyi söylerken haçı sıkıca tutmuştu. Anne babasını cenaze evine götürürken, cenaze evi müdürüyle otururken, kimsenin dokunmadığı kahve ve çay fincanları arasında tabut broşürlerini incelerken, parlak sayfaları çevirip ölen kardeşinin içinde güzel görüneceği tabutu seçmeye çalışırken, bu haç kalbinin üstünden sarkıyordu. Aynı seçimi lakım elbisesi için de yapmak zorundaydılar, ölümün bile bir modası vardı. Kataloglardaki takım elbiselerin resimleri cansız mankenlerin üzerinde çekilmişti; gülümseyip seksi görünmeye çalışan mutlu görünümlü modellerin kullanılması kötü bir etki yaratırdı.
O günden beri haçı her gün takıyor, kendisine rehberlik etmesi, Martin’in artık daha iyi bir yerde olduğunu, hayatın göründüğü kadar kötü olmadığını hatırlatması için kullanıyordu.
Son kırk dakikadır mezara bakıyor, kıpırdayamıyordu. Yakındaki meşe ağaçlarının gölgeleri hafifçe uzamaya başlamıştı. Ara sıra esen rüzgâr büyüyen meşelerden birini koparıp mezara düşürüyor, kırılan bir parmağın sesine benzer bir çatırtı duyuluyordu. Mezarlık geniş, yeşil bir alandan oluşuyordu ve mezar taşlarının önündeki, kendi acılarıyla meşgul bir avuç insan dışında boştu. Gün içinde daha fazla kişinin gelip gelmediğini, mezarlığın da kendine has yoğun saatleri olup olmadığını merak etti. öyle olduğunu umuyordu. İnsanların ölüp diğerlerinin onları unutması fikri hiç hoşuna gitmiyordu. Uzaklardaki bir adam çim biçme makinesiyle dolaşıyordu. Makineyi yanş arabası gibi kullanırken, işini bir an önce bitirip oradan kurtulmayı diliyor olmalıydı. Makinenin sesi rüzgârla ona kadar geliyordu. Bir gün bu bakıcı da buraya gömülecekti. O zaman çimleri kim biçecekti?
Neden böyle şeyler düşündüğünü bilmiyordu. Mezar bakıcılarının ölümü, trafiğin yoğun saatleri, insanların Ölüleri unutmaları. Buraya geldiğinde hep böyle oluyordu. Birisi düşüncelerini alıp kokteyl karıştırıcısına koymuş ve çalkalamış gibi berbat haldeydi. Hasta gibiydi. Buraya en az ayda bir kez gelmeyi seviyordu, tabii “sevmek” uygun bîr sözcükse.
Martin’in ölüm yıldönümünde mutlaka, ama mutlaka geliyordu. Bugün de ölüm yıldönümüydü. Yarın doğum günü olacaktı. Ya da doğum günü idi. Mezara girdikten sonra doğum günlerinin hâlâ sayılıp sayılmadığından emin değildi. Açıklayamadığı bir nedenle buraya Martin’in doğum gününde gelemiyordu. Bunun haçı boynundan çıkarmasıyla aynı etkiyi yaratacağından emindi. Anne babası o gün öğleden sonra gelmişti; bunu kendisininkilerin yanında duran taze çiçeklerden anlayabiliyordu. Buraya hiçbir zaman onlarla birlikte gelmezdi. Bu da kendisine bile açıklayamadığı şeylerden biriydi.
Gözlerini hafifçe kapadı. Buraya ne zaman gelse, kendini çözemediği bir şeyi düşünürken buluyordu. Buradan ayrılır ayrılmaz her şey yine daha iyi olacaktı. Çömelip mezar taşının önündeki çiçekleri okşadı, ellerini harflerin üstünde gezdirdi. Kardeşi öldüğünde on beş yaşındaydı. On altısına bir gün kalmıştı. Doğum günüyle ölüm günü arasında bir gün vardı. Hatta belki o kadar bile değil. Belki yalnızca yarım gün. Belki altı-yedî saat. On beş, neredeyse on altı yaşındayken ölmesinin nasıl bir anlamı vardı? Buradaki insanlar ortalama altmış iki yaşındaydı. Bunu biliyordu, çünkü hepsini toplamıştı. Bir mezardan diğerine gidip rakamları hesap makinesiyle toplamış, sonra ortalamasını almıştı. Merak ediyordu, Martin’in elinden kaç yılın alındığını bilmek istiyordu. Bu dünyadaki on beş-on altı yılı özeldi ve zihinsel engelli olması aslında bir lütuftu. Martin onun ve anne babasının hayatını zenginleştirmişti. Farklı olduğunu hiç öğrenmemişti, engelli olduğunu biliyordu, ama problemli olduğunu asla anlamamıştı. Onun için hayat eğlenmekten ibaretli. Bunun neresi yanlış olabilirdi ki?
Sorularına hiç cevap bulamamıştı, ne burada, ne buradan çıktıktan sonra. Bu konuda hiçbir değişiklik olmayacaktı.
Bir saat sonra mezardan uzaklaştı, ölü kardeşine, birlikle çalıştığı, kendisine pek çok açıdan Martin’İ hatırlatan adamı anlatmak istiyordu. Temiz bir kalbi ve Martin’inkine çok benzer çocuksu bir masumiyeti vardı. Kardeşine bunu anlatmak istemişti, ama tek kelime bile etmeden oradan ayrıldı.
Mezardan Martin’i düşünerek çıktı. Daha arabasına varmadan haç bütün acısını uzaklaştırmaya başladı.

Gazete artık beni ilgilendirmiyordu. Haberi yapılan kişi bensem, okumanın ne anlamı vardı ki? Bu yüzden gazeteyi ikiye katlayıp yatağın üstüne, yanıma koydum. Parmaklanma gazetenin mürekkebi bulaşmıştı. Angela’yı incelerken ellerimi yatak örtüsüne sildim. Yüzünde babasına araba çarptığı ya da parfümünün bittiği gibi gerçekten kötü bir haberi hazmetmeye çalışıyormuş gibi bir ifade vardı. Havlusunu seyrediyordum. Vücudundan sarkıyordu. Neredeyse çıplak bir şekilde dikilirken ldukça güzel görünüyordu.
“Adım joe,” dedim, çantama uzanarak. Çantaya yerleştirdiğim en büyük ikinci bıçağı seçtim. Güzel bir İsveç tasannu olan bıçağı kaldırdım, ikimiz de görebiliyorduk. Bana daha yakın olmasına rağmen ona daha büyük görünüyordu. Perspektif yüzünden.
“Belki hakkımda yapılan haberleri okumuşsundur, ön sayfadayım.”
Angela uzun bacaklı, uzun boylu bir kadındı. Doğal san saçlan, kalçalarına kadar iniyordu. Beni buraya getiren doğru biçim ve kıvrımlarıyla, güzel bir vücudu vardı. Dergilerin lens veya ruj reklamlarında yer alabilirdi. Hayat dolu olan mavi gözleri o anda korku doluydu. Gözlerindeki korku beni heyecanlandırdı. Bu korku benim hakkımdaki haberleri okuduğunu, radyo ve televizyonlarda hakkımda çıkan hikâyeleri duyup gördüğünü anlatıyordu.
Henüz sorma fırsatı bulamadığım bütün sorulara cevap verirmiş gibi başını iki yana salladı. Su damlaları içeride yağmur yatay bir şekilde yağıyormuş gibi sağa sola saçıldı. Saçlarının ıslak uçları duvarlara ve kapının pervazına çarptı. Yüzüne doğru kıvnlıp oraya yapıştı. Angela olması gereken daha iyi bir yer varmış gibi geriye doğru yürümeye başladı.
“Ne, ne-ne istiyorsun?” diye sordu. Kim olduğuma dair ilk sorusundaki kendine güvenli öfke, bıçağı gördüğü anda kaybolmuştu.Omuz silktim. istediğim birkaç şeyi sayabilirdim. Güzel bir ev. Güzel bîr araba. Müzik setinde hâlâ aynı şarkı çalıyordu.
Evet. Güzel bir müzik setine de hayır demezdim. Ama o bunlann hiçbirini veremezdi. Keşke verebilseydi, ama hayat o kadar basit değildi. Bunu şimdilik kendime saklamaya karar verdim. Bu sohbet için daha sonra zamanımız olacaktı.
“Lütfen. Lütfen. Git buradan.”
Bunu o kadar çok duymuştum ki neredeyse esneyecektim, ama esnemedim, çünkü ben kibar bir adamdım. “Kötü bir ev sahibisin,” dedim kibarca.
“Sen delisin. Polis çağıracağım.”
Gerçekten bu kadar aptal olabilir miydi? O telefonu açıp yardım isterken burada böyle dikileceğimi mi düşünüyordu? Belki arkama yaslanıp gazetedeki bulmacayı çözerken gelip beni tutuklamalarını beklerdim. Onun yaptığı gibi başımı iki yana salladım, ama benim saçlarım kuruydu.
“Deneyebilirsin,” dedim. “Eğer telefon çalışıyorsa.” Ki çalışmıyordu, Pizzamı, yani onun pizzasııu yerken fişi çekmiştim.
Dönüp banyoya kaçmaya başlarken ben de ona doğru atıldım. Hızlıydı. Ama ben de hızlıydım. Bıçağı fırlattın). Bıçak kabzanın üstünde, kabza bıçağın üstünde döndü. Bıçak fırlatmanın hilesi dengededir… eğer profesyonelseniz. Eğer değilseniz, her şey şansa bağlıdır. O anda ikimiz de ikisinden de istiyorduk. Bıçak kolunu sıyırıp duvara çarparak düştü. Angela banyoya girip kapıyı kilitledi, ama ben de yavaşlamadım, yanlamasına kapıya çarptım. Kapı, menteşelerinden hafifçe sarsıldı.
Birkaç adım geri çekildim. Eve dönebilirdim. Eşyalarımı toplayıp çantamı kapatır, eldivenlerimi çıkarır, giderdim. Ama bunu yapamazdım. Bıçağıma ve tanınmayışıma karşı bir bağım vardı. Bu da kalmam gerektiği anlamına geliyordu.
Angela yardım için bağırmaya başladı. Ama komşuları onu duymayacaktı. Bunu biliyordum, çünkü gelmeden önce ödevimi yapmıştım. Evi bölgenin en gerisindeydi ve açık araziye bakıyordu. En üst kattaydık ve komşularının hiçbiri evde değildi. Her şey ev ödeviyle ilgiliydi. Hayatta her şeyde başarılı olmak için ev ödevinizi iyi yapmalıydınız. Bu konu ne kadar vurgulansa azdı.
Yatak odasını geçip başka bir bıçak buldum. Bu daha büyüktü. Banyoya yönelmek üzereyken odaya bir kedi girdi. Kahrolası şey çok dost canhsıydı. Okşamak için eğildim. Dirseğime sürünüp mırlamaya başladı. Kucağıma aldım.
Banyo kapısına gidip ona seslendim, “Ya dışarı çık ya da kedinin boynunu kırarım.”
“Lütfen, lütfen ona zarar verme.”
“Seçim senin.”
Beklemeye başladım. Kadınlar banyodayken bütün

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Küçük Asker Hikayesi ve Guy De Maupassant

Editor

Ben Senin Bildiğin Kızlardan Değilim

Editor

Marissa Meyer – Ay Günlükleri #1 – Cinder

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası