BBC için sanat programları hazırlayan Simon Schama, Picasso üzerine yaptığı programda şu sarsıcı olayı aktarmaktadır: “İtalyan faşizminin, Alman faşistleriyle birleşerek gerçekleştirdiği Guernica katliamı, Picasso’nun aynı adlı eseriyle dünya için bir kez daha sarsıcı olmuştur. Ama eserin yapılmasından sonra, Hitler, Paris’i de işgal etti. Hitler’in subaylarından biri Picasso’nun atölyesine gitti.
Subay atölyede gördüğü Guernica tablosunun fotoğrafını göstererek: ‘– Mösyö Picasso, bunu siz mi yaptınız?’ Picasso’nun yanıtı: ‘– Hayır. Siz yaptınız.’ ” *** Van’da meydana gelen depremden hemen sonra Bülent Kale’nin Bağımsız İletişim Ağı (BİA) üzerinden bizlere ulaştırdığı “Guernica: Deprem ve Savaş” başlıklı o harikulade yazı, bu olağanüstü eserin başka boyutlarını, başka derinliklerini ve taşıdığı başka acıları gösterdi.
“Psikolog Alice Miller’ın ‘yaratıcılıkta ve yıkıcılıkta çocukluk travmaları’nın izini sürdüğü Childhood: Untouched Key” adlı çalışmasından yararlanan Kale, şöyle diyordu: “Tuhaftır, savaş sahnesi denince akla ilk gelen tablolardan Guernica’nın da (Gernika okunur) kaynağını bir depremden aldığı söylenir. Picasso, Nisan 1937’de Alman Junker uçaklarının bombardımanına uğrayan Guernica’yı daha evvel hiç görmemiştir.
Ne saldırıdan önce, ne saldırı esnasında, ne de saldırının ardından… Zaten tablo ilk sergilendiğinde adı Guernica değildir; Picasso tarafından hızlıca yazılan bir şiirle sunulmuştur: ‘Çocukların çığlıkları, kadınların çığlıkları, kuşların çığlıkları, çiçeklerin çığlıkları, ahşabın ve taşların çığlıkları, tuğlaların çığlıkları, dolapların, yatakların, sandalyelerin, testilerin ve kedilerin ve kâğıtların çığlıkları, araya karışan kokuların çığlıkları, dumanların çığlıkları…’ ” Duruyoruz…
Her şey faşistçe, emperyalistçe bir hava gücü üstünlüğünün ötesine; o “üstün” hava gücüyle işlenmiş büyük cinayeti de alarak başka, daha katmerli bir acıya götürüyor insanı. “Henüz üç yaşındayken 1884 Malaga depremini yaşayan ressam Pablo Ruiz Picasso’yu ve Guernica’yı” anlatmayı sürdürüyor Kale:
“1884 Malaga depreminde köyü ve evi yıkılan küçük Pablo’nun depremin insanları, evleri, köyleri ve hayvanları nasıl paramparça ettiğine dehşetle tanıklık ettiğini ve akabinde hamile annesiyle birlikte sığındıkları tek göz odada annesinin doğum sancılarına ve acı yüklü çığlıklarıyla birlikte doğumuna tanıklık etmek zorunda kaldığını söyler.
Miller’e göre toz duman içinde bir deprem şehrini andıracak şekilde yalnızca siyah ve gri tonların kullanıldığı Guernica’daki paramparça hayatlar ve uzuvlar (kucağında bebeğiyle haykıran kadın, boğa başı, kanadı kırık güvercin, elinde kandille ağlayan yüz, biçimini kaybetmiş at, aklını yitirmişçesine avare gezen kadın, yerde yatan adam başı ve diğerleri) Don Pablo’ya depremden kalan görüntülerdir.
Picasso tanık olmadığı savaşın dehşetini anlatmak için çocukluğunda tanık olduğu depremin dehşetini kullanmış, onu işlemiştir.” *** Şimdi, ölüm gibi sözcüklerin arasında bakıyoruz, savaşın biçare kıldığı bir halka ve altındaki yerin hareketiyle gelen acılara. O acıları artıran pervasızlıklara, yıkıntıya dönmüş insan ruhlarına bakıyoruz. “Tam depreme ve savaşa dair bu satırları yazarken, güneyden Çukurca’dan kimyasal silahlarla, napalmlarla katledilmiş, paramparça edilmiş, uzuvları kopartılmış 24 gerilla bedeni haberleri geliyor” diye ekliyor Kale.
Onun da sözcük, merhem, imge, kendi kalemi ve baktığı, gördüğü şey için derman aradığını anlıyor insan: “Söyleyecek söz bulmak zor, belki de gün gelir, bu ülkenin, depremi yaşayan Kürt çocukları, ileride birebir şahit olmadıkları bu vahşeti anlatmak için akıllarına kazınan deprem sahnelerini kullanır. Bir vahşet sahnesi hatırlamakta sıkıntı yaşarlarsa tabii. Kim bilir.” II Fransız Çingenelerinin çok güzel bir sözü var: “Kalleşlik etmeden de yaşanabilir!”
Bu sözü yinelerken bugün Avrupa’nın pek çok kentinden ve doğrudan doğruya ırkçılığın “elit” güdüleriyle, yaşadıkları kentlerden kovulan, sürülen Çingeneleri de düşünmenizi rica ediyoruz… Bu sözü bir de şöyle düşünmenizi rica ediyoruz: Dünyanın egemen güçlerine “insanlık için” onlarca sözleşme hazırlayan, bu sözleşmeleri imzalayanı ve pek çok ülkeyi bu sözleşmeleri imzalamaya ikna etmeye çalışan Avrupa’da horlandı, aşağılandı ve kovuldu Çingeneler…
Bakın “Her Türlü Irk Ayrımcılığının Kaldırılması Sözleşmesi”nde ne güzel ifade edilmiştir her şey: “Irk ayrımına dayalı üstünlük öğretileri bilimsel bakımdan yanlıştır, ahlakça kınanması gerekir, toplumsal bakımdan haksız ve tehlikelidir ve herhangi bir kuram ve uygulamada ırk ayrımcılığını haklı gösterecek hiçbir dayanak yoktur.” Bugün, evet bugün de Çingeneler, siyahiler, yoksul ülkelerin insanları Avrupa’nın etkin olduğu “Birleşmiş Milletler”in dışında kalıyor.
Avrupa Kendi Çingenelerini kovuyor. Bizim ülkemizdeki Çingenelere dönersek: Türkiye’nin pek çok kentinde ve yine doğrudan doğruya ırkçı güdülerle ve yine doğrudan doğruya resmî makamların onayı, tedbiri ve saldırgan gruplara göz yummasıyla Çingenelerin başına daha acı, utandırıcı şeylerin geldiğini anlamak için basının yazdıkları bile yeterlidir.
Çingeneler, mülkiyet hırsızlığına göre kurulmuş bir dünyada mülkiyet hırsına en uzak, yaşama sevincine en yakın bir toplumsal katman olarak düzeni/düzenleri, ve aslında “düzen” dediğimiz şeyin ta kendisi haline gelmiş gönüllü kulları ve bunların en ağır hastalık aşamasına gelmiş olan ırkçılarını kin dinine tapanlarını rahatsız ediyor. Çekoslovakya kültürünün en önemli yapı taşlarından biri olan ve ne yazık ki bugün Prag dışına sürülmekte olan Çek Çingenelerini anlatan bir şiiri, yine bu kültürün en büyük yapı taşlarından biri olan Antonín Dvorák bestelemiştir:
“Bir şahine som altından bir kafes ver O değiştirmez yerini, bırakmaz dikenli yuvasını Sonsuz düzlüklerde özgürce koşan asi bir atın Dizgin ve üzengi istediğini kim görmüştür Doğa Çingeneye öyle bir şey vermiş ki O sadece, o özgürlüğe bağlı sonsuz bir bağla! Adolf Heyduk *** Irkçılığın, nefretin yaraladığı ezilen çoğunluğun bir özelliği de Çingenelerin başına gelenlere sessiz kalmaktır. Bu sessizliğin ortasında duran düşünceye iyi bakarsak şunu görebiliriz:
Çingeneler, diğer bütün ezilenlerin ezmeye yeltenebileceği bir yere sıkıştırılmış durumdadır. Bu hem çoğunluklar için, savunmasız Çingeneleri ezebileceğine ilişkin pasaklı bir tesellidir, hem de ezme ve ezilme kavramının kapitalist toplumlardaki “normalleşmesinin” ta kendisidir. Budur aslında bu bakımdan söylenmiş bütün sözlerin künhü, dibi, yarası, yasası; çünkü ezme ve ezilme, hor görme ve horlanma ilişkisini bütün toplumların kabul etmesinin yatağı, kapısı, zemini budur.
“En altta” sayılanı, egemen sınıfın ezberlettiği nedenlerle ezmek, bu, senin ezilmeni “makulleştirmektedir”. Bu ezme, hoyratlık, dışlama, nefret ilişkisini istediğimiz biçimde çoğaltabiliriz; istediğimiz kadar çoğaltabiliriz derdi, çıkarı bu olan bütün işbirlikçilerinin eninde sonunda nereye vardığını, varacağını… *** Bir gün kapınızı açıp sokağa çıktığınızda komşunuzun duvarında şu yazıyı okuyorsunuz: “Türkler defolun!”
Öteki komşunuzun balkonundan sarkan bezde şunlar yazılı: “Hepiniz piçsiniz, hepiniz Türksünüz!” Şaşkınlık ve tedirginlik içinden sokaktan çıkmaya çalışırken köşedeki bakkalın camında şu afişi görüyorsunuz: “Türk şaşırma, sabrımızı taşırma!” Onun yanındaki kahvenin camında, halkı mitinge çağıran asıl afişte şunlar yazmaktadır: “Türk Yalanına Sessiz Kalma!” 26 Şubat 2012’de İstanbul-Taksim Meydanı’nda gerçekleşen Hocalı Mitingi’nde ve öncesinde Türkiye’de yaşayan Ermenilere tam da bu yapıldı.
Toplumun ezilen çoğunluğu, böyle bir şeye ya doğrudan veya dolaylı katıldı ya da sessiz kaldı. Ermeniler, ezilen Türklerin, Kürtlerin, Alevilerin, türban taktığı için öğrenim ve çalışma hakkı elinden alınan bir kısım dindarın ezebileceklerine inandırıldıkları bir halk konumuna itilmiştir çünkü.
Bunu Türkiye’nin egemen sınıfları yapmıştır. Doğrudan doğruya iktidarın düzenlediği bu miting, ilk bakışta yalnızca Ogün Samast’a özenerek beyaz berelerini takıp oraya koşanların; orada “Türkün üstün gücünün dünyaya yeteceğini” bağıran İçişleri Bakanı’nın, kurşunlayarak öldürdükleri bir Ermeni gazeteciyi bir de orada aşağılamaya yeltenenlerin işi gibi gözüküyor…
Hayır. Komşusuna, insanlığın başka bir parçasına karşı bir nefret dalgasının geldiğini hisseden anlayan ve uzak duran, hissedemeyen, bunu anlayamayan, anlamazdan gelen ama esas olarak bunun karşısında susmayı, olacakları izlemeyi bir biçimde yeğlemiş herkesin işidir.