Özellikle halk kitlelerini betimlemede eşsiz bir yetenek olan yazar ünlü yapıtı Therese Raquin’de kahramanları Therese, Camille ve Laurent aracılığıyla toplumsal bir trajediyi aktarır. Camille’le evlenen Therese, bir süre sonra kocasının arkadaşı Laurent’la sevişmeye başlar. İki sevgili bir süre sonra daha da ileri giderek Camille’i bir sandal gezisinde boğarak öldürdükten sonra evlenirler. Ne var ki öldürdükleri insanın hayali peşlerini bırakmaz ve durmadan önlerine dikilir. Sonunda işledikleri cinayeti birbirlerine yüklemeye kalkışırlar.
***
1
RIHTIMBOYU’NDAN gelirken Guénégaud Sokağı’nın bitiminde, Pont – Neuf geçidi vardır. Mazarine Sokağı’ndan Seine Sokağı’na giden karanlık, dar bir koridordur burası. Uzunluğu en çok on metre, genişliği de bir metre kadardır. Yıpranmış, sarımtırak, yerlerinden oynamış kaldırım taşlarının arasından hep keskin kokulu bir rutubet sızar. Geçidin iki yanındaki camekânlar da kirden kapkara olmuştur.
Güneşin ortalığı kasıp kavurduğu güzel yaz günlerinde kirli camlara vuran beyazımtırak bir aydınlık sönükleşerek geçide yayılır, kötü kış günlerinde, sisli sabahlarda ise ıslak taşlara kirli, boğucu bir gece karanlığı dökülür.
Solda çukura kaçmış, basık tavanlı dükkânlar vardır, bunlardan soğuk bir mahzen havası yayılır dışarıya. Burada eski kitap satanlar, oyuncakçılar, mukavvacı dükkânları sıralanmıştır. Raflarında tozdan kurşuni bir renk almış mallar içerisinin alacakaranlığında uyuklar gibidir. Küçük camlardan yapılmış camekânlardan gelen zayıf aydınlıkla mallarda yeşilimtırak hareler titreşir. Karanlıklara gömülü bu daracık dükkânların içinde acayip şekiller kımıldanır.
Sağda, boydan boya uzanan bir duvar vardır. Karşıdaki dükkâncılar bu duvara dar dolaplar asmışlardır. Dolaplarda, ne olduğu belli olmayan şeyler, birtakım unutulmuş mallar yirmi yıldır, çok çirkin, kurşuniye boyalı raflar üzerinde durmaktadır.
Bunlardan birinde bir sahte mücevherci onbeş meteliğe yüzük satar, bu yüzükler akaju bir kutunun içine, mavi kadife üzerine yerleştirilmiştir. Camekânlann üstünde, kabaca sıvanmış, kirli bir manzara almış olan duvar yükselmektedir.
Pont – Neuf geçidi bir gezinti yeri değildir. Yoldan geçenler bir köşeyi dolaşmamak, yolu kısaltmak için saparlar buraya. Etraflarına bakınmadan hızlı hızlı yürüyen iş – güç sahibi insanlardır bunlar. Burada önlüklü çıraklar, öteberi götüren işçiler, koltuklarının altında paketlerle giden erkekler, kadınlar görülür. Bunlardan başka, ayaklarını sürüyerek geçen ihtiyarlara da rastlanır. Sonra, okul dönüşü buradan geçen gürültücü çocuk sürüleri, tahta altlı pabuçlarını takırdatarak koşuşurlar.
Bütün gün bu geçit gelip geçenlerin ayak sesleriyle çınlar durur. Kuru, sinir bozucu bir gürültüdür bu. Kimsenin durup konuştuğu görülmez, herkes koşarak işine gider, dükkânlara bir göz atan bile yoktur. Dükkâncılar, mucize kabilinden, camekânlarının önünde duran biri olursa umutla bakarlar ona.
Akşamleyin, bu geçidi, kaba, dört köşe üç havagazı feneri aydınlatır. Bu fenerlerden camlara soluk harelerle çevrili titrek bir ışık dökülür. O zaman geçit, insanın içine korku veren bir havaya bürünür; üç ölü kandiliyle aydınlanan bir mağarayı andırır burası.
Dükkâncılar havagazı fenerlerinden gelen soluk aydınlıkla yetinirler, dükkânlarında yalnız abajurlu bir tek lamba yakarak bunu tezgâhlarının bir kenarına koyarlar. O vakit yoldan geçenler, gündüz bile gece gibi karanlık olan bu dükkânların içinde ne olduğunu görebilirler. Mukavvacının camekânında yaktığı iki lambanın sarı ışığı karanlığın içinde iki sarı delik açılmış gibi görünür.
Öte yanda, bir fanusun ortasında yakılan bir mum sahte mücevher kutusuna yıldızlar serper. Satıcı kadın, ellerini atkısının içine sokarak, dolabının altında uyuklamaktadır.
Birkaç yıl önce bu satıcı kadının bulunduğu yerin karşısında, yeşile boyalı tahtalarının çatlaklarından rutubet sızan bir dükkân vardı. Bu dükkânın dar, uzun tabelasında siyah harflerle: Tuhafiyeci kelimesi yazılmıştı. Kapı camlarından birinde de kırmızı harflerle bir kadın adı yazılıydı: Thérèse Raquin. Kapının sağ ve solundaki geniş camekânın içine mavi bir kâğıt döşenmişti. Gündüzleri, dışarıdan bakan biri oradaki şeyleri ancak alacakaranlık arasında görebilirdi.
Yanda biraz çamaşır eşyası vardı: Parçası iki, üç franga satılan dantel başlıklar, ipekli yakalar, kolluklar, örme yünlüler, çoraplar, askılar. Her biri sararmış, buruşmuş olan bu eşya tel çengellere asılmıştı. Böylece, camekânın ta yukarısından aşağısına kadar sarkan beyazımtırak paçavralar, belirsiz aydınlık içinde, pek kasvetli bir manzara meydana getiriyordu. Daha parlak bir beyazlıkta olan başlıklar, mavi kâğıt üzerinde, çiğ bir leke gibi görünüyordu. Bir perde demiri üzerine asılmış renk renk çoraplar, soluk ipeklilerin üstünde, leke halinde göze çarpıyordu.
Öte yanda, daha dar bir camekânın içine, karmakarışık bir halde, iri, yeşil yün yumakları, kurdeleler, firketeler, dar mukavvalara saplanmış iğneler, halı örnekleri, beş altı yıldır öyle, rengini atmış olarak yığılı duruyordu. Bütün renkler kirli bir kurşuniye dönüşmüştü bu toz, rutubet içindeki dolapta.
Yazın, öğle vakti, güneş başka yerlerde sokakları, meydanları yakıp kavururken, öteki camekândaki başlıkların arkasından, bir genç kadının solgun, ciddi yüzü yandan görünürdü. Dükkânın alacakaranlığı içinde, hayal – meyal seçilirdi bu yüz. Basık bir alnın altında, ince, çekme bir burun; soluk pembe, incecik dudaklar, sinirli küçücük çenenin altında tombulca, güzel bir gerdan. Kadının vücudu, karanlıkta kaybolduğu için görünmezdi. Gür, koyu renk saç kümesinin altında bu soluk yüz daha belirli olarak ortaya çıkıyordu. Bu yüzün solgunluğu içinde karanlık bir çukur gibi görünen kapkara gözler vardı. İşte orada, ıslak demir çubuktan yol yol paslanmış başlıkların arasında saatlerce kımıldamadan, sakin sakin otururdu bu kadın.
Akşamleyin, lamba yandığı zaman, dükkânın içi görülürdü. Dükkân ince uzundu. Bir ucunda küçük bir tezgâh, öteki ucunda da birinci kattaki odaya çıkan helezoni bir merdiven vardı. Duvarlarda camekânlar, dolaplar, yeşil kutular sıralanmıştı; ortada da dört iskemle ile bir masa vardı. Soğuk bir görünüşü vardı bu çıplak dükkânın. Mallar, paket yapılarak köşelere sıkıştırılmıştı, bir tuhafiyeci dükkânında görülmesi adet olan canlı renklerin cümbüşünden eser yoktu burada.
Genel olarak, tezgâhın arkasına, o ciddi yüzlü genç kadının yanında gülümseyerek uyuklayan yaşlı bir kadın görünürdü. Altmışında vardı bu kadın. Ablak, durgun yüzü lambanın ışığında büsbütün soluklaşıyordu. Tezgâhın bir köşesinde tortop olarak oturan tekir bir kedi, kadının uyuklayışını seyreder gibi, gözünü ondan ayırmazdı.
Biraz daha ötede, otuz yaşlarında bir adam, iskemleye oturmuş, ya bir şeyler okurdu, ya da genç kadınla konuşurdu. Ufak – tefek, sıska, uyuşuk tavırlı bir adamdı bu. Soluk sarı saçları, seyrek sakalı, çilli yüzüyle hasta, şımarık bir çocuğa andırırdı.
Saat ona doğru yaşlı kadın uyanırdı. Dükkânı kapatırlar, bütün aile yatmaya çıkardı. Tekir kedi de tırabzanın her direğine sırtını bir kere süre süre, sahiplerinin ardından gelirdi.
Yukarı katta üç oda vardı. Merdivenden, aynı zamanda oturma odası olarak kullanılan yemek salonuna çıkılırdı. Solda duvardaki bir girintinin içinde bir çini soba vardı, karşıda da bir büfe. Duvar diplerine sandalyeler sıralanmıştı. Odanın ortasında yuvarlak bir masa vardı. Dip taraftaki karanlık mutfak, salondan camlı bir bölmeyle ayrılmıştı. Yemek salonunun iki yanına da yatak odaları sıralanmıştı.
Yaşlı kadın, her akşam, oğluyla gelinini öptükten sonra, odasına çekilirdi. Kedi mutfaktaki bir iskemlenin üstünde uyur, karı – koca da odalarına girerlerdi. Onların odalarında ikinci bir kapı vardı, bu kapı geçide giden merdivene açılırdı.
Sık sık nöbeti tutarak titreyen kocası yatağa uzanırken kadın pancurları kapatmak için pencerenin kanatlarını açardı. Bir süre orada durarak kaba sıvalı yüksek duvara dalgın dalgın bakar, sonra boş verir gibi bir ilgisizlikle yatağa girerdi.
**
2
BAYAN Raquin, Vernon’lu eski bir tuhafiyeciydi. Ömrünün yirmi beş yıla yakın bir zamanını bu şehirdeki küçük dükkânda geçirmişti. Kocasının ölümünden birkaç yıl sonra, bıkkınlık getirerek, mallarını sattı. Bu satıştan elde ettiği paraya biriktirdiğini de katınca eline kırk bin franklık bir sermaye geçmiş, bunu bir işe yatırarak iki bin franklık gelir sağlamıştı. Bu para ona rahat rahat yeterdi. Dünyanın zevklerinden, tasalarından uzak, bir manastır hayatı yaşıyordu, sessiz – sedasız, halinden memnun, geçinip gidiyordu.
Dört yüz frank kira ile bir ev tutmuştu. Bu evin bahçesi Seine kıyısına kadar uzanıyordu. Bu kapanık, ıssız evde az – çok bir manastır havası vardı. Geniş çayırlar ortasındaki bu eve dar bir keçiyolundan gidilirdi. Evin pencereleri, ırmağa, o yandaki ıssız kıyılara bakıyordu. Kadıncağız bu sessizlik içinde, oğlu Camille’le yeğeni Thérèse arasında, tatlı bir ömür sürmekteydi.
O vakitler Camille yirmi yaşındaydı. Annesi küçük bir çocuk gibi şımartıyordu onu. Çocukluğunu ıstıraplı hastalıklarla geçirmişti. Kadın, ölümün pençesinden kurtardığı oğlunun üstüne titriyordu. Çocuğun yakalanmadığı hastalık kalmamıştı; ateşler içinde çırpınır dururdu yavrucak. Bayan Raquin tam on beş yıl, birbiri ardından gelen bu hastalıklarla boğuşarak oğlunu büyüttü. Bu dertleri sabrı, bakımı, sonsuz sevgisiyle yenebilmişti.
Camille ölümden kurtulmuştu ama, gene de sık sık nöbete tutuluyor, sancılar içinde kıvranıyordu. Büyümesi du- raklamış, sıska, çelimsiz kalmıştı. Biraz hareket etse, sıskacık kolları, bacakları yorgunluktan kopacak gibi olurdu. Annesi onu, bu zayıf halini görerek, büsbütün seviyordu. Onun soluk yüzüne bakarken, ayrıca belki on kere ölümden kurtardığını düşünerek, bir zafer sevinci de duyuyordu.
Hastalığın biraz soluk aldırdığı seyrek zamanlarda çocuk Vernon’daki bir ticaret okuluna gitmişti. Okuyup yazma, hesap öğrendi. Bilgisi dört işlemle üstünkörü bir dilbilgi- sinden ibaretti. Daha sonraları yazı yazma, defter tutma dersleri aldı.
Oğlunu liseye göndermesini söyledikleri zaman Bayan Raquin korkudan titredi; kendisinden uzakta olursa oğlu ölür sanıyordu. Ona göre kitaplar öldürürdü biricik evladını. Camille böylece cahil kaldı, cahilliği de zayıflığına yeni bir zayıflık kattı.
On sekiz yaşına geldiği zaman annesinin ılık sevgisi içinde, işsizlikten, can sıkıntısından patlayacak gibi olmuştu. Bir kumaş tüccarının yanına kâtip olarak girdi, ayda altmış frank kazanıyordu. Ruhu huzursuz olduğu için, aylaklık onu büsbütün bunaltmıştı. Şimdi sabahtan akşama kadar faturaların üstüne eğilerek, rakamları heceleye heceleye hesap yaparak iki büklüm çalışmakla geçen memurluk hayatında kendini daha rahat hissediyordu. Akşamları, yorgunluktan bitkin, boş kafayla eve dönünce, içine yuvarlandığı sersemliğin hazzını derinden duyuyordu.
Kumaş tüccarının yanına girebilmek için annesiyle çekişmesi gerekmişti. Annesi, her türlü kazadan, beladan korumak için onu sarıp sarmalayarak dizinin dibinden ayırmak istemiyordu. Ama, delikanlı ağır bastı, başka çocukların oyuncak istemesi gibi, ille de çalışacağım diye tutturdu. Bir ödev duygusuyla değil, içinden geldiği, canı sıkıldığı için istiyordu bunu. Annesinin sevip okşamaları, aşırı şefkati onu nefsine düşkün bir insan yapmıştı. Kendisine acıyıp sevenleri o da sevdiğini sanıyordu ama, gerçekte herkesten ayrı yaşıyor, rahatından başka bir şeyle ilgilenmiyor, mümkün olan her yola başvurarak, keyfini yerine getirmekten başka bir şey düşünmüyordu.
Camille, annesinin bu kadar üstüne düşmesinden bunalınca, kendisini ıhlamurlardan, hatmilerden kurtaran saçma bir işe girmek ona büyük bir zevk vermişti. Akşamları, işten dönünce dayısının kızı Thérèse’le Seine kıyısına giderlerdi.
**
Thérèse on sekizine basmak üzereydi. On altı yıl kadar önce Bn. Raquin’in manifaturacılık yaptığı sıralarda, kardeşi Yüzbaşı Degans bir gün kucağında küçük bir kız çocuğu ile geldi. Cezayir’den geliyordu.
Gülerek: «İşte, halası, yeğenini getirdim sana,» dedi. «Annesi öldü… Ne yapacağımı şaşırdım bu çocuğu. Sana getirdim.»
Tuhafiyeci kadın, çocuğu kucağına aldı, sevip okşadı, pembe yanaklarını öptü.
Degans Vernon’da bir hafta kaldı. Ablası, kendisine bıraktığı küçük kız hakkında pek bir şey sormamıştı ona. Öğrendiği kadarıyla, bu sevimli kızcağız Oran’da doğmuştu; anası çok güzel bir yerli kadınmış.
Yüzbaşı, Vernon’dan ayrılmadan bir saat önce, kızı nüfusuna geçirtti; böylece Thérèse’i kızı olarak tanımış, ona soyadını vermiş oluyordu. Bundan sonra çıkıp gitti, onu bir daha da gören olmadı. Birkaç yıl sonra Afrika’da vurulup öldüğü duyuldu.
Thérèse, Camille’le bir yatakta, halasının sıcak şefkati içinde yetişti. Çok sağlam yapılı bir çocuk olduğu halde, sıs- kaymış gibi büyütüldü; halasının oğluna verilen ilaçlar ona da içirildi, küçük hastanın yattığı sıcak odadan dışarı çıkarılmadı. Saatlerce ocağın karşısında büzülüp oturarak gözünü kırpmadan, yanan ateşi seyre daldı.
Sapasağlamken hasta gibi büyütülen kız, zamanla içine kapandı, alçak sesle konuşmayı, gürültüsüzce yürümeyi, sessizce bir iskemleye oturup saatlerce boş gözlerle bir noktaya dalıp gitmeyi huy edindi. Yalnız her kolunu kımıldatışında, her adım atışında bir kedi çevikliği hissediliyor, gevşek vücudunda uyuklayan gizli bir ihtirasın için için kaynadığı seziliyordu.
Bir gün Camille, fenalık geçirerek, yere yıkılmıştı; Thérèse onu kucakladığı gibi eve götürdü. Bunu öyle büyük bir kuvvetle yapmıştı ki, yüzü alev alev olmuştu.
Thérèse’in geçirdiği kapalı hayat, uymak zorunda kaldığı baskı onun zayıf, ama sağlam vücudunu çökertememişti; yalnız, benzi soluklaşmıştı, alacakaranlık içinde hemen hemen çirkin görünürdü. Kimi vakit, pencerenin önüne giderek, çatılarına güneşin yaldızlı ışınları serpilen evleri seyrederdi.
Bayan Raquin dükkânını satıp da, su kıyısındaki bu küçük eve çekilince Thérèse derin bir sevinç duymuştu. Halası sık sık: «Gürültü etme, rahat dur» dediği için, yaradılışının bütün o ateşli taraflarını dikkatle gizlemişti.
Son derece soğukkanlı bir kızdı, sakin görünüşünün altında her an parlamaya hazır, coşkun bir mizacı vardı. Kendini hep halasının oğlunun odasında, hasta bir çocuğun yanında sanıyordu. Üstüne yavaş konuşan, ağır hareket eden, durgun, sessiz yaşlı bir kadın hali gelmişti.
Şimdi, bahçeyi, berrak suyu, ta ufka kadar uzanan yemyeşil kıyıları görünce, içinden alabildiğine koşmak, sesinin bütün kuvvetle haykırmak geldi. Göğsünün içinde yüreğinin küt küt vuruşunu duydu ama, yüzünde en küçük bir ürperme olmadı; yalnız halası: «Yeni ev hoşuna gitti mi?» diye sorduğu zaman gülümsedi.
Artık daha iyi bir hayat başlamıştı onun için. Gene eskisi gibi gevşekti, yüzünde gene hep o eski sükûnet, kayıtsızlık vardı, hasta yatağında büyütülmüş çocuk hali devam ediyordu ama, içinde ateşli, taşkın bir hayat kaynıyordu. Suyun kıyısına gittiği zamanlar, otların üstüne yüzü – koyun uzanıp her an sıçramaya hazır bir hayvan gibi geriniyor, büyüyen kara gözleriyle doya doya etrafı seyrediyordu. Güneşte yanıp kavruluyor, parmaklarını büyük bir mutlulukla toprağa daldırarak saatlerce kalıyordu orada. Çılgınca hülyalara kaptırıyordu kendini. Suya meydan okurcasına bakıyor, sonra birden taşıp üstüne saldıracakmış sanarak bütün vücudu geriliyor, savunmaya hazırlanıyor, sularla nasıl başa çıkabileceğini düşünmeye başlıyordu.
Böyle akşamlarda, Thérèse, içi rahatlamış olarak, halasının yanında oturup dikiş dikerdi. Abajurdan dökülen hafif ışıkta yüzü uyuklar gibi görünürdü. Bir koltuğa gömülen Camille de gündüz ki hesaplarını düşünür dururdu. Bu sessiz odanın sükûnetini yalnız zaman zaman yavaşça söylenen bir kelime bozardı.
Bayan Raquin, çocuklarını şefkatle seyrederdi. Onları birbirleriyle evlendirmeye karar vermişti. Oğluna hep hasta gözüyle bakıyor, bir gün ölünce onu yalnız bırakacağını düşünerek dertleniyordu. Thérèse’e güveniyor, bu kızın oğlu için çok uyanık bir hastabakıcı olacağını düşünüyordu. Sessiz, sakin, vefalı yeğenine büyük bir güven besliyordu içinde. Onu denemişti, oğluna kanat gereceğine inanıyordu. Bu evliliğe olmuş – bitmiş gözüyle bakılabilirdi.
Çocuklar da bir gün birbirleriyle evleneceklerini biliyorlardı. Bu düşünceyle büyüdükleri için, bu onlara çok tabii geliyordu. Aile içinde bu birleşmeye zorunlu, önüne geçilmez bir şey gözüyle bakılıyordu. Bayan Raquin: «Thérèse’in yirmi bir yaşına girmesini bekliyoruz» demişti. Şimdi ikisi de sabırla, heyecanla, üzüntüsüz bekliyorlardı.
Camille, hastalık yüzünden kansız kaldığı için, ilk gençlik çağının şiddetli isteklerini duymuyordu. Dayısının kızının yanında çocuk kalmıştı, tıpkı annesini öper gibi, hiçbir heyecan duymadan öperdi onu. Thérèse’i kendisine yakınlık gösteren, eli değdikçe de ıhlamur pişiren candan bir arkadaş sayıyordu. Oynarken, ona sarıldığı zamanlar, bir oğlan çocuğuna sarılmış gibi, vücudunda en küçük bir ürperti bile duymuyordu. Genç kızın sinirli sinirli titreyen ateşli dudaklarını öpmeyi hiçbir zaman aklından bile geçirmemişti.
Thérèse de soğuk, ilgisiz görünüyordu. Zaman zaman gözlerini Camille’e çevirir, dakikalarca büyük bir sükûnetle bakardı. O zaman yalnız dudaklarında belirsiz bir kımıldanma meydana gelirdi. Yenilmez bir iradeyle daima sakin görünen bu yüzden bir şey okumak kabil değildi. Evlenmesinden söz açıldığı zaman ciddileşir, halasının bütün söylediklerini kabul ettiğini, başım sallayarak anlatırdı. Camille uyuklardı bu sırada.
Yazın, akşamları birlikte suyun kıyısına giderlerdi. Annesinin durmadan üstüne titreyişi Camille’i sinirlendiriyordu. Zaman zaman kafa tutuyor, annesinin öğürtü veren tatlı sözlerinden kaçıyor, kendini hasta edinceye kadar koşup oynuyordu. Böyle zamanlarda Thérèse’i kışkırtarak güreş ediyor, onunla birlikte yerlerde yuvarlanıyordu.
Bir gün genç kızı itip yere düşürdü. Thérèse bir yabani hayvan çevikliğiyle bir sıçrayışta kalktı, yüzü al al, gözlerinden kıvılcımlar saçılarak, Camille’in üstüne atıldı. Oğlan korkusundan yere çöküvermişti.
Aylar, yıllar geçti. Evlenme için kararlaştırılan gün geldi. Bayan Raquin Thérèse’i bir kenara çekip anasının, babasının ne olduklarını anlattı, nasıl dünyaya geldiğini söyledi. Genç kız halasını dinledikten sonra tek kelime söylemeden boynuna sarıldı.
O akşam, Thérèse merdivenin solundaki kendi odasına girecek yerde, sağdaki Camille’in odasına girdi. Hayatında meydana gelen bütün değişiklik bundan ibaretti.
Ertesi sabah, genç evliler aşağıya indikleri zaman, Camille’in üstünde gene o her zaman ki hastalıklı uyuşukluğu, o hiç sarsılmayan bencil sükûneti vardı. Thérèse de gene hep öyle tatlı bir ilgisizlik, ciddilik içinde görünüyordu.
**
3
CAMİLLE, evlenişinden bir hafta sonra, annesine Vernon’dan ayrılıp Paris’te yaşamak istediğini kesin olarak söyledi. Bayan Raquin küplere bindi.
«Ben burada yaşayışımı düzene soktum; hiçbir değişiklik yapmak istemem!» diye bağırdı.
Oğlu bir sinir buhranına tutulmuştu.
«Dediğimi yapmazsan hasta olurum!» diye tutturdu. «Senin hiçbir isteğine karşı durmadım,» diyordu. «Dayımın kızıyla evlendim, verdiğin bütün ilaçları yuttum. Kırk yılda bir bir şey isteyecek oldum. Bunu kabul etmelisin… Ay sonunda gideceğiz.»
Geceleri Bayan Raquin’in gözüne uyku girmiyordu. Oğlunun kararı hayatını alt – üst edecekti. Nasıl yeni bir hayat kuracağını düşünüp duruyordu.
Kadıncağız yavaş yavaş sükûnet buldu. Yeni evlilerin çocukları olabileceğini, o vakit eldeki paranın yetmeyeceğini düşündü. Para kazanmak, bunun için yeniden ticarete başlamak gerekiyordu. Thérèse’e kazançlı bir iş sağlamalıydı.
Ertesi gün, Paris’e gitme fikrine ısınmıştı, yeni yaşayışları için tasarılar kurmaya başladı. Öğleyin sofrada çok keyifliydi.
«Bakın ne yaparız,» diyordu. «Yarın ben Paris’e giderim, küçük bir tuhafiyeci dükkânı ararım, sonra gidip oraya yerleşiriz. Thérèse’le ben iğne, iplik satarız, geçinir gideriz böylece. Sen de Camille, canın ne isterse onu yaparsın. ….