Nurettin Topçu felsefe, sosyoloji ve psikoloji eğitimleri almış, millî bir bilinç ve ruh oluşturmak için çabalamış, yazar, akademisyen ve fikir adamıdır. Kitabın içeriğini Nurettin Topçu’nun 1939-1973 yılları arasında çeşitli dergilerde yazmış olduğu yazılar ve vermiş olduğu konferanslar oluşturmaktadır. 200 sayfadan oluşan kitabın ilk baskısı, 2008 yılında gerçekleştirilmiştir. En son yirminci baskısı yapılan kitap, Türk okuru tarafından büyük ilgiyle okunmakla kalmayıp, Milli Eğitim Bakanlığı’nca düzenlenen seminerlerde öğretmenlere örnek olarak gösterilerek okutturulmuştur.
Kitaptan Bazı Kısımlar
Bu bölümde kitabın içerisinde geçen bazı kısımların notları yer almaktadır, bu notlar ışığında kitabın ne kadar değerli olduğunu ve mükemmel analizlerin yapıldığını fark edeceksiniz.
Son iki asırda birçok yeni mektep açıldı ancak bu mekteplerde eskinin taklidi yerine moda kelimesiyle ifade olunan yeninin taklidi yer aldı. Avrupa körü körüne taklit edilmek istendi, lakin ilim sevgisi aşılanmadı; âlimin üstünlüğü ve cemaat içindeki önderliği telkin edilmedi. İlim, bizim hayati menfaatlerimiz için vasıta olarak, şekil olarak istismar edilmek istendi; teknik putlaştırıldı. Zamanımızda ise adeta milli mukaddesatın hizasına yükseltilen tekniğe bağlı değerler, en fazla kazanma gücü, millet kültürünü azar azar ortadan kaldırmaktadır.
Millet bünyesinde inkılaplar, mektepte başlar ve her milletin kendine özel olan mektebi vardır. Milli mektep, zihniyet ve örfler ile, metodları ve müfredat ile, terbiye prensipleri ve psikolojik temeller ile, hatta binasının yapı tarzıyla kendini başka milletlerinkinden ayırır. Bizde vaktiyle medrese, milli mektepti. Lakin milletin ruhu ve içtimai inkişafını takip edememiş ve cihanın fikir ve irfan hayatıyla bağlarını çoktan koparmış olduğundan, olduğu yerde enkaz halinde yıkıldı, çöktü.
Öbür taraftan Batı’da tekamül eden insan düşüncesinin seyrini biz kendi âlemimizde devam ettiremediğimizden, açılan yeni mektep, hakikat aşkının mabedi olmadı. Parça parça bilme hevesi, evrensel ve ilahi hakikat aşkının yerini tutamazdı. Hakk’a götüren yol diye kendini hakikate adamak, gerçek mektebin yoludur. Hakikat aşkına sahip insanlar, cemiyetin içinde çoğalmadıkça, hakikat aşkı cemiyet içinde en yüksek ve muhterem yeri tutmadıkça ve hakikatin ihtirası cemaat içerisinde bir umumi cereyan, büyük bir hareket haline gelmedikçe, milli mektep gerçekten var olmayacaktır. Hakikat karşısında duyulması istenen bu aşkın temeli dinidir, ilahidir. Hareket kuvvetini Kur’an’dan alacak böyle bir zümrenin yetiştirebilmesi için, her şeyden evvel böyle bir sistemin esaslarını hazırlayacak felsefi görüşün doğması gerekir. Her büyük millet, kendi hayatının evrim sırrını ve ebediliğe yönelen hayat yolculuğunun büyük kudretini felsefi sistemden çıkarır.
Müslüman Türkün mektebi, maarif, metafizik ve ahlak prensiplerini Kur’an’dan alarak Anadolu’nun ruh yapısına serpen ve orada besleyen, insanlığın üç bin yıllık kültür ağacının asrımızdaki yemişlerini toplayarak evrensel bir ruh ve ahlak cihazı olacaktır.
Beklenen Gençlik
Her devrin gençliği kendi enerjisini harcayabildiği âlemde yaşıyor. Eski Mısır’ın gençliği tabiatla çetin mücadelenin sahnesinde, Sümer gençliği tapınakta kendi simasıyla görülmektedir. Batı, gençliğini geçen asırda romantizm içinde yaşadı. Hayatın her sahasında, sanatta olduğu kadar siyasette, hukukta, dinde ve ahlakta kendini gösteren romantizm hareketi Batı’nın gençliğiydi. Ashap devri, İslam’ın ilk gençlik devridir. Osmanlılar, asırlarca yaşlanarak kocalmış olan bu aşk ve iman ağacına yeniden gençlik aşısı yaptılar. Yavuz Selim sanki Hattab’ın oğlu Ömer’in tekrarlanan gençliğidir.
İmanın içselliği ve derinliği nispetinde gençlik değerlidir, verimlidir ve takdirlere layıktır. Her cemiyet kendi gençliğinin çehresinde değer kazanır. Dünyanın en heybetli gençliğini hayata çıkarmıştık, ancak milletimizin tarihi de o muhteşem gençlik devrini aşarak yorgunluk çağını tanıdı. Üç asırlık yıkım asrımıza, imanı riya ile bulanmış, iktidarı menfaatine esir, hezimet halinde bir milli varlığı miras bıraktı.
Bazen bozgunla biten bir harbin yıkamadığı ruhları, zafer uyuşturuyor ve bir nesli kendinden geçirtebiliyor. Kurtuluş Harbi’nden önceki devirde, vatan parçası diye Yemen çöllerinde koşan bir gençlik vardı. Zaferden sonraki gençlik için Anadolu’da hizmet teklifi, çoğu kere sürgüne gönderilmek manasına geldi. Her defasında yıkılışımızın sebebi, benliğimizden kaçarak, Batı’nın taklitçiliğine sığınma sevdamızdır. Asrın başından beri üç defa hamle yapmak isteyen gençliğin, üçünde de yıkıldığı görüldü.
İlk yıkım Servet-i Fünun’un temsil ettiği cılız cesaretsiz, imansız ve bitik bir gençliği hayata çıkardı. Bu nesil kendini inkâr ederek Batıya çevrilmek isterken, materyalizm ve pozitivizmin çorak zemininde kendi kurbanlarını verdi. Yokluğuna inanmak için kendini zorlayan varlık, kendinden hakikate doğru türümek kudretsizliğini duyunca, bizzat kendinin inkârında kurtuluşunu aradı.
İstiklal Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan coşkulu nesil imanın değil sadece kaba kuvvetin canlanmasının sonucuydu. Din cemiyet için kuvvet kaynağı olmaktan çıkmış, yerine hurafelerden ibaret bir iskelet bırakmıştı. Bu iskeletten hayat alamayan nesil kendi sade zaferine inandıran kuvvetin arkasından koştu. Lakin kuvvet iradesi ilahi, hatta sadece ruhi bir kuvvete bağlanmadığından az zamanda kendi kendini kutsallaştıran hoyratlığa büründü. Kardeşlerini ezecek, çiğneyecek, leşlerini yere sereceklerini ilan edenler, bu ikinci yıkılışın kurbanıdır.
İkinci yıkımın yarattığı kudret iradesi ve gurur yok olacak, yerini Batıdan gelen, insanlığın ilkel haline dönüş, bedenin isteklerine teslim oluşta samimiyetini arayan gençliğe bıraktı. Kurallarla yaşamanın sıkıntı ve ıstıraplarından bunalan gençlik, bu kuralları yaşayanların, artık samimi bir ideal peşinde olmadıklarını, bu yaşayışın onlarda ruh kuvvetini artırmadığını görünce, kendisine ağır yük olan bütün kaideleri fırlatıp attı. İlahi kaideleri yaşayanların yakın geçmişteki samimiyetsizlikleri, bu yeni nesilde onlara karşı kin ile küçümseyiş duygularının doğmasına sebep oldu. Dünyamızı çepeçevre saran bir Yahudi mason elleri ile demokrasi ismine bağlanan bir kaidesizlik savaşı bağladı.
Yaşadığımız sorunları derinlemesine inceleyen Nurettin Topçu, kitabın bazı bölümlerinde ise maarif davamızın mektep ve muallim çerçevesinde nasıl şekillenmesi gerektiğinden bahsetmiştir. Örneğin, ilköğretim çağındaki bir çocuğa merhamet, telkin yoluyla aşılanarak ruhi varlığındaki hayvani ve hoyrat unsurlar ayıklandıktan sonra, ona hizmet ve fedakârlık denemeleri yaptırılmalıdır. Çocuğa, her yaşa uygun ölçüde, arkadaşlarına ve başkalarına yardım vazifesi yüklenmelidir. Bu ödevde, onda sevgi oluncaya kadar, usanmadan yaptırılacak telkinlerin önemi pek büyüktür. Psikoloji ilmi, zamanımızda telkinin her sahada büyük tesirlerini ortaya koymuş bulunuyor.
Nurettin Topçu, olması gereken muallim yapısını da şu sözlerle ifade etmiştir: Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Kullanıcısı değil, yapıcısıdır. Seyircisi değil, aktörüdür. O, en doğru, en güzel hayat örneğini yapar, hazırlar ve bize sunar; biz yaşarız. Bizim vazifemiz, bu hayata anlayış katmaktır, anlayışla ona iştirak etmektir. Balını yemeyip yaptıktan sonra bize bırakan arının bu hareketini şuurlandırıp bir ideal haline getirirseniz, onda muallimi bulursunuz. O, ruhunuzdaki kat kat fetihlerin kahramanı ve şerefli sahibi olduğu halde, bu hayatı yaşamayı değil, ona hizmeti tercih ile seçmiş fedakâr varlıktır. Muallim, geçeceği yol bütün engellerle örtülü olduğu halde buna tahammül etmesini bilen, tahammül etmesini seven idealdir. İdealin düşmanları karşısında bile bunlara “beddua et” denildiğinde, “hayır, ben beddua için gönderilmedim” diyerek, “bir gün gelecek bunlar davamıza en büyük hizmetti yapacaklardır” diyen rahmet müjdecisidir.
Sonuç olarak Türkiye’nin Maarif Davası, Türkiye’nin en büyük kanayan yarası olan eğitimin formatının ve içeriğinin nasıl düzeltilmesi gerektiği üzerine yazılmış çok değerli bir kitaptır.
Adem KAYA –SASAM Stajyeri