“Türkler ve Kızılderililer” kitabının yazarı Columbia Üniversitesi eski öğretim görevlisi Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan, 25 yıl yaşadığı (1947-1972) Amerika’da ve dolaştığı Meksika’da Kızılderilileri ve Kristof Kolomb öncesi uygarlıkların kalıntılarını araştırır. Bunlar One America (Prentice Hall – 1954) kitabında, dergi ve gazetelerde (Amerika’da ve Türkiye’de) yayınlanmıştır. Bu konuda konferanslar da veren Türkkan’ın “Carnegie Endowment” Enstitüsündeki tebliğinde Kızılderililerle Türklerin ilişkilerini gösteren dialı semineri NewYork Times’ın Bilim (science) dergisine konu olmuştur.
Kitap bir yanıyla “keşif” dönemindeki (15-16. yy.) ve “Altına Hücum” dönemindeki (19. yy.) insanlık tarihinin en büyük soykırımlarını anlatırken, öte yandan bu talihsiz ırkın köklerini yarattıkları uygarlıkların izlerini sürüyor. Konuya ilişkin yanlış bilgi ve izlenimleri eleştirel bir yaklaşımla irdeleyerek bilimsel gerçeğin peşinde yürüyor.
Çalışma Amerikan Yerlileri ile Türklerin soybirliği değil onların medeniyetlerinin oluşmasında rol oynayan Türk veya Ön-Türk göçmenlerinin izlerini arıyor.
BU KİTABI OKUDUKTAN SONRA ÇOK ŞAŞIRACAKSINIZ. BELGELERİYLE KIZILDERİLİ’LERİN TÜRK OLDUĞUNU ÖĞRENİP, ATATÜRK’ÜN BU KONUYLA NEDEN BU KADAR ÇOK İLGİLENDİĞİNE BELGELERİYLE TANIK OLACAKSINIZ. BU MÜTHİŞ KİTABI KAÇIRMAYIN…..
GİRİŞ
KİTABIN İLK BÖLÜMÜ HAKKINDA ÖNEMLİ BİR NOT
“Türkler ve Kızılderililer” kitabı, “Bilimsel Analiz” bölümünden sonra, önce Kızılderilileri anlatacak, ardından da Türklerle tarihlerinin nerede kesiştiğini gösterip ilginç benzerliklere işaret edecek. O bölümlerde anlatım sade ve kolay anlaşılır üslupta yazıldığından, kayıtlara sadece değinilip geçilmiştir.
Bilim yolu delilleri (kanıtlan) ise “Bilimsel Analiz” bölümüne bırakılmıştır. Bunlar buguistik, antropolojik ve sosyolojik analizlerle izah edildiğinden genel okuyucular için fazla “teknik” sayılabilir ve atlanabilir. Ancak “TürkKızılderili” tezi bu kanıtlara dayandığından kitabın hemen başına almayı doğru gördük.
Okuyucu bu kısmı atlasa bile, öteki bölümlerdeki iddialarda şüphesi veya tereddüdü olursa, “bilimselteknik” bölüme dönüp onunla ilgili kısma müracaat edebilir (ara başlıklar, istediği bahsi çabuk bulmasına yardıma olacaktır).
TEŞEKKÜR
Bu kitabın hazırlanması ve basılması yolundaki yardımlarından dolayı Fatih Hüseyinoğlu’na ve Yusuf Tan’a teşekkürler.
önsöz
(VE BİRAZ DA “OTOBİYOGRAFİ”)
Bu kitabı almış ve okuyorsanız, Türkiye’de bu konuya duyulan ve beni hep hayrete düşürenyaygın ilginin mensuplarından birisiniz demektir.
Bu “merakın” yoğunluğunun gerçek olduğunu az sonra anlatacağım örneklerden siz de göreceksiniz ve hiç de azınlıkta olmadığınızı görüp şaşıracaksınız.
Kızılderililerin Türklerle ilişkisine neden bizde bu kadar ilgi var, sebebini tam anlamış değilim.
Benim ilgi hikayem biraz farklı.
Çocukluğumda televizyon yoktu, sinemalarda da bazen bazı KovboyKızılderili filmleri gösterilirdi ama, ben daha çok uzay maceralı “Flash Gordon” (Türkçe dublajıyla “Baytekin”) Alimlerine bayılırdım. Olsa olsa, kovboyları hep kahraman, Kızılderilileri hep vahşi ve yenik gösteren Tim McCoy ve Tom Mix filmlerine sinirlenirdim.
İlk öğretimim Fransız okulunda olduğundan, ve okumaya çok genç yaşta heveslendiğimden, ilk romanlarım Fransızcaydı. Henüz 78 yaşımdayken elime geçen Gustave Aimard adlı bir romancının 19. Yüzyıl başlarında yazdığı roman {galiba “Les Araucans” di) hayallerimi ateşlemişti. Yazarın bütün kitaplarını bir iki yıl içinde bulup okudum.
Romancı Fransız olduğu için, Holivut filmlerinin aksine, Amerikalı “Beyazlan” değil, “Kızılderilileri” tutuyordu. Konusunu da iyi biliyordu, çünkü “Comanche” (Komançi) kabilesi tarafından “evlat” olarak kabul edilmiş, yıllarca aralarında yaşamıştı.
Bu Kızılderililerin istilacı Amerikalılara kahramanca karşı koyuşlarını heyecanla, sonunda vatanlarını kaybedişlerini ve esir millet haline gelişlerini de üzüntüyle okuyor, çocuk kafamla zaman farkını karıştırıyor, şimdi de bu yiğitçe çarpışmaların süregeldiğini sanıyordum. Bu haksızlıktı! Beyazların bu saldırılan durdurulmalı, Kızılderililer kurtarılmalıydı!
O sırada Türkçe tarihi romanlar da okumaya başladım (o bile Fransızca bir eserle başlamıştı: ünlü Türkolog Leon Cahun’ün “L’Etandard Bleu” Gök Bayrak romanıydı ve Ortaasya’da Türklerin rihangirane savaşlarını konu alıyordu). Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun “Kolsuz Kahraman” gibi romanlarını da okudukça, eski Türklerle Kızılderililer arasındaki benzer bazı noktalar çocuk gözümden bile kaçmıyordu. Sonunda, daha o zaman, “Amerikan Yerlileri” ile “Ortaasya Yerlilerinin” kardeş olduklarına inanmaya başlıyordum.
Derken bir roman daha okudum: Jules Verne’in “Michel Strogoffu. Burada, bir Rus subayının Tatarlara ve “Orta Asya Yerlilerine” karşı kahramanca savaşları anlatılıyordu. Ama, tıpkı Kovboy filmlerini seyrederken yaptığım gibi, romancının tuttuğu istilan Beyazı (Rus’u) değil, vatanları için dövüşen Türkistanlı savaşçıların yanında kendimi hissediyordum. Zaten Azeri (Genceli) olan büyükbabamdan (annemin babasından) Rusların Kafkasya’da yapaklarını pek seyrek de olsa dinlemiştim.
Demek bu kardeşlerimizi de kurtarmak lazımdı! Bunu kim yapacaktı?
İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur dememişler boş yere. Bir şeyi bozuk diye gördüm müydü, sanki benden başkası yokmuş gibi bir şeyler yapmak için hemen atılırım. O zaman da böyle oldu:
8 9 yaş aklımla muhteşem bir plan kurdum; evden kaçacak, Kadıköy’den yürüyerek (belki de yolda trene filan atlayarak) Kafkaslara, oradan da Ortaasya’ya gidecek, çetelerin araşma katılacak, aralarında yükselecek, bütün Türklerin kurtulmalarında rol oynayacak, büyüyünce de savaşçılardan bir ordu kurup Amerika’ya geçecek, Kızılderilileri de kurtaracaktım!
Bunu nasıl yapacaktım, Amerika’ya Bering Boğazından kayık kiralayıp mı geçip Alaska’ya gidecektim, bu gibi ayrıntılar mühim değildi, olacaktı işte!
Küçük kardeşim Atilla’yı da bu plana dahil ettim, o da benden 3 yaş küçük olduğundan sorgu sual etmeden abisinin peşine takıldı. Ve sahiden bir gün birlikte, sırtımızda yiyecek çantasıyla evden kaçak.
Kurbağalıdere’ye ancak varmıştık ki gece oldu, ne yapacağımı şaşırdım, belki de etrafta başıboş dolaşan köpeklerden korktum. Atilla’ya “Şimdi dönelim, daha iyi hazırlanırız bir daha sefere” dedim. Mahallemize vardığımızda orada kızılca kıyamet kopuyordu. Hayatta az yediğim dayaklardan birini yedim o gece. Ama dayaktan çok babamın bana katı gerçekleri anlatması aklımı biraz olsun toplamama yaradı.
Ama “Kafkaslar, Türkistan ve Kızılderililer” bilinç altıma iyice yerleşti. Daha sonraki yıllarda, yatılı okulda gece yatağımda yatarken Allahım’a “ne olur, inancımdan beni döndürme” diye dua ettiğimi hatırlarım.
Demek ki gerçekler karşısında hayallerimin ve ülkülerimin dağılacağından korkuyormuşum.
Neredeyse yetmiş yıl geçti aradan, bu inançlarım ve ilgim hiç içimden kaybolmadı. Sadece yaklaşım şeklim değişti.
Bozkurtvari Gözler Bir de Palabıyık Bir Şah
1934 senesi haziran ortalarıydı, 14 yaşındaydım.
Büyük Ada’daydım.
Bahçıvan Muharrem telaşla koşup geldi; “Paşam geldi! Paşam geldi! Pederinizi soruyor,” diye bağırıyordu.
Kapıda atlı faytonda Atatürk varmış. Yanında da konuğu İran Şahı Rıza Pehlevi. Atatürk onu gezdiriyormuş. Babamın evi olduğunu duyunca arabayı durdurmuş, tanıdığı Ziya Bey’e bir merhaba deyip kahvesini içecekmiş
Aksi gibi babam işi icabı İstanbul’daydı. Sokağa çıkan 40 küsur basamak merdiveni nasıl çıktığımı bilemiyorum. Nefes nefese oraya vardım.
Fayton arabanın içinde iki kişi vardı (Arka arabada da muhafızlar, polisler vs.)
Atatürk’ü hemen tanıdım. Resimlerinden de daha yakışıldı, daha heybetli bir insan. Çocuk hayalimle başının çevresinde sanki nurdan bir ışık görmüş gibi bakakaldım. Hayır sarışın başı değil, gözleriydi beni çeken. Sonraları heykellerde, resimlerde görüp tanıyacağım o delici, insanın içini okuyan bozkurt gözler!
Yarımdaki “izbandut” gibi oturan iriyarı çok esmer tenli ak palabıyıklı İran Şahı Pehlevi’nin bıraktığı intihayla taban tabana zıttı Atatürk’ün karizması. İçimden, “önder böyle olur işte!” dediğimi çok iyi hatırlıyorum.
Cumhurbaşkanımızın ve Şah’ın ellerini Öptüm, babam için özür diledim ve eve davet ettim.
“Alacağımız olsun, bir dahaki sefere” diyen Atatürk beni arabasına aldı, karşısına oturttu. Başımı okşadı, hangi okula gittiğimi sordu.
“Kabataş Ortaokuluna” dedim.
Hemen ilgilendi.
“Sınıfta Gagağuz Türkü üç öğrenci var mı?” diye sordu.
“Evet var… Komik soy isimli: gagalı, oğuzlu. Birinin adı Mikail, ötekininki Jorj. iyi kaynaştık ama… Hem de üçü de Hıristiyan olduğu halde…
Gazi sözümü kesti:
“Olsun soyları Türk. Senin gibi, benim gibi. Romanya elçimiz Hamdullah Suphi’ye ben talimat verdim, anlaşma yapa himayeme aldım, başka Türk Öğrenciler de yollayacak. Onlarla iyi anlaşın. Türkiye’nin dışında daha birçok Türk var. Türklüğü iyi öğrenin” dedi. Şahın sıkılmasına aldırmadan bana adeta ders verdi.
“Adlarında komik bir şey yok, onlar “Gagağuz” yani “Gökoğuz” Türkü. Hıristiyan olmuşlar yüzlerce yıl önce, Hazar Türkleriyken… Musevi dininden olanlar da var. Ama hâlâ Türkçe konuşuyorlar ya… Bize akraba olan halklar da var. Macarlar gibi. Kızılderililer gibi. Gitmişiz Amerikalara bile. Bunları öğreneceksin. Gagağuz arkadaşlarınla çabuk kaynaştığına sevindim. Başka okullarda da benim himayemle gelen Türkiyeli olmayıp Türk olan öğrencilere de rastlayacaksın. Özbek, Kırgız. Onlar üstelik Müslümanlar. Yurtlan işgalde. Bu sözlerimi unutma, belki bir gün gene görüşürüz bunları baban da var…