Roman (Yabancı)

Uğultulu Tepeler

ugultulu tepeler 5ed402dbb5be0Uğultulu Tepeler, ilk yayımlandığında, dönemin en saygın edebiyat dergisi Quarterly Review’da “onulmaz biçimde canavarca”, “isyan ettirecek” nitelikte bir roman olarak değerlendirilmişti. Bugün ise, edebiyat tarihçileri bir başyapıt ile karşı karşıya bulunduğumuzdan eminler. Earnshaw çiftliğine getirilen yoksul, sahipsiz çingene çocuğu Heathcliff ile çiftliğin güzel kızı Catherine arasındaki tutku, uğultulu tepelerin laneti gibi dolaşır ortada; duygularıyla oynanan Heathcliff sevgilisinin soylu ve varlıklı Edgar Linton ile evlenmesi üzerine, her iki aileden de öç almaya kalkar. Uğultulu Tepeler, genç yaşta öteki kardeşleri gibi veremden ölen Emily Brontë’nin tek romanı olsa da, Victoria Çağı’nın gerçekçilik arayışı içinde romantik bir aykırılık olarak da tektir.

Uğultulu Tepeler: Ölmeyen aşk.

***

ÖNSÖZ

İngiltere’nin Yorkshire bölgesinin fundalıklarla kaplı tepelerinde, kuş uçmaz kervan geçmez Haworth köyünde İrlanda kökenli yoksul bir din adamı, bir eşi ve altı çocuğu ile yaşıyordu; daha doğrusu yaşamaya çalışıyordu; önce eşini, sonra iki kızını, ardından da gene bir kızını, oğlunu ve nihayet dünya edebiyatında iki önemli Victoria Çağı romanına imza atacak olan Emily Brontë ile Charlotte Brontë’yi kaybedecekti.

Jane Eyre’in yazarı Charlotte Brontë 1855’te 39 yaşında öldü, onu çok yakından tanıyan arkadaşı, romancı Elizabeth Gaskell, Charlotte Brontë üzerine tek güvenilir yaşamöyküsünü yazmamış olsa, bugün elimizde, Brontë kardeşlerin edebiyat hayatına ilk atılışlarını simgeleyen şiirlerden ve romanlardan başka bir şey bulunmayacaktı.

19. yüzyılın ortasına gelindiğinde Avrupa’nın, tarihinin en büyük politik çalkantılarına sahne olduğunu biliyoruz. Kıtayı altüst eden 1848 devrim hareketine İngiltere her ne kadar uzaktan bakmış olsa da, ülke yüzyılın başından beri, mevcut toplumsal yapıyı ayakta tutan ilişkileri hedef alan sosyal protestolara ve ajitasyonlara sahne olup durmaktaydı. İngiltere bir imparatorluk olma yolundaydı, ama ülkenin sosyal, ekonomik çelişkileri de alabildiğine tırmanmıştı. Öyle ki, bu erkek egemen toplumda, sadece bütün erkeklere seçme hakkının tanınması bile, toplumu değiştirme yolunda büyük bir adım olarak görünüyordu. Kadının bağımsız olma, kendi kaderini tayin etme, özgürleşme ve elbette gerçek aşkı bulma mücadelesi, yerleşik düzene ve değerlere bir isyan olarak algılanabiliyordu.

Bu sosyal ve tarihsel fonda, “bir mezarlıkta yaşarcasına” (E. Gaskell), büyük kentlerin çalkantılarından uzak, ama çağın muhafazakâr baskılarını etlerinde kemiklerinde hissederek büyüdü Brontë kardeşler.

Taş evleri, kilise mezarlığına bitişikti; öte dünya, yanı başlarında onları bekliyordu. Bu tecrit “adasından” ilk kurtulma denemeleri fantezinin kanatları üzerinde yapıldı. Babaları, Brontë kardeşlerin arasındaki tek erkek temsilci olan Branwell’e, doğum günü armağanı olarak tahta askerler getirmişti. Çocuklar bu tahta askerlerle birlikte maceralara koştular; uzak ülkelerde, Afrika’da camdan bir kent kurdular hayallerinin gücüyle, adını Angria koydular; Avustralya’daki kentin adı ise Gondal’dı. Her bir askeri, bir macera kahramanı olarak büyük savaşların, trajedilerin, acıklı aşkların içine saldılar. Bu hayallerden en erken vazgeçen Charlotte oldu; Uğultulu Tepeler’in yazarı Emily Brontë ise otuz yaşında ölünceye kadar Gondal şiirleri yazmayı sürdürdü.

Emily ile Charlotte’un ablaları Maria ve Elizabeth, biri on bir, diğeri on iki yaşında veremden hayata gözlerini yumdu. Öteki üç kız kardeşten ikisi, Anne ile Charlotte, hayallerinin atından inip “adalarından” çıkmayı, yatılı okuldan diploma alıp öğretmenlik, mürebbiyelik yapmayı denediler. Charlotte, Brüksel’de Fransızca öğrenmeye gitti. Héger yatılı okulunda hocasına duyduğu aşkın, Jane Eyre’e kaynak oluşturduğunu romanın önsözünde belirtmiştik.

Charlotte Brontë, kardeşi Emily’nin Uğultulu Tepeler romanının ikinci baskısına yazdığı önsözde, kız kardeşinin gizlice yazmayı sürdürdüğü şiirleri bulduğunu belirtir; onlara hayran olup bu “özgün, yoğun ve güçlü” (M.Urgan) şiirleri bastırmak için, kız kardeşleri Anne ve kendi şiirleriyle birlikte yayınevlerine yollayan Charlotte, umduğu ilgiyi göremez. Özellikle kendisinin ve Anne’ın şiirleri sıradandır, ama Ellis Bell takma adını kullanan Emily Brontë’nin şiirleri hemen dikkati çeker. (Brontë kardeşler şiir ve romanlarında yazarının cinsiyetini belli etmeyen takma adlar kullanmışlardır. Bu konuda, Jane Eyre romanıyla ilintili önsözde açıklama yaptığımız için, sadece hatırlatma yaparak geçiyoruz.)

Mina Urgan, Emily Brontë’nin mistik şiirlere özgü duygusunu yansıtan bir şiirini çevirmiş. (İngiliz Edebiyatı Tarihi, 4. s. 71, Altın kitaplar, 1991, Aralık, 1. basım) M. Urgan, bu ve öteki şiirlerdeki mistisizmin tanrıya değil de doğaya yönelik olduğunu hatırlatıyor.

Emily Brontë, Haworth’tan hemen hiç ayrılmadı sayılır. Hayat, hele aşk deneyimi edineceği bir fırsat bulamadığını öğreniyoruz kaynaklardan. 1847’de, en küçük kardeşlerinden bir yıl önce, 30 yaşında öldüğünde, dönemin okurları, yayımladığı tek romanının adını bile anlamakta güçlük çekeceklerdi: Wuthering Heights. Webster sözlüğünde, günlük İngilizce’de kullanılmayan “wuther” eylem sözcüğünün “wither” (solmak) sözcüğünün değiştirilmiş bir biçimi olduğu, ancak tam bir anlam kaymasıyla, ağaçlar arasında yapraklar arasından esme anlamına geldiği yazılı. (M.U). Uğuldama, Türkçemizin güzel bir önerisi. Mina Urgan, Charlotte Brontë’nin Jane Eyre’den önce kaleme aldığı Vilette romanında “wuthering” deyimini tırnak içine alarak tipi ve kar fırtınasının sesini betimlemek için kullandığını hatırlatıyor.

Fırtınanın ender dindiği, uğultulu bir rüzgârın estiği bu tepelerden birinde Earnshaw ailesi yaşamaktadır. Bay Earnshaw, Liverpool sokaklarında bulduğu kimsesiz, esmer bir çingene çocuğunu çiftliğine getirir ve öteki çocukları ile birlikte büyütmeyi amaçlar. S. Kracauer Greta Garbo’nun “Flesh and Devil” (1928) filmi üzerine yazdığı bir denemede, vamp kadının “burjuva ailesi üzerine uğursuz göktaşları gibi yağdığını söyler”. Earnshaw çiftliğine siyah “şeytanı” kendi elleriyle sokan ise, bizzat çiftliğin efendisidir. Toplumsal dünyada zümrelerin ve sınıfların arasındaki sınır çizgilerinin iyice kalın çizildiği Victorian Çağı İngilteresi’nde, çingene çocuğu Heathcliff (Sertkaya), sadece öteki, alt katmanın değil aynı zamanda doğanın da bir öfkesi, düzene yönelik bir lanettir belki de. Cinsel deneyimden yoksun Emily Brontë’nin, kâhya Heathcliff ile Catherine arasındaki ilişkiyi her türlü cinsellik boyutundan arındırmış olması bu imkânsız ilişkiyi tutku boyutunda daha da yoğunlaştırmasını engellememiştir. “Bedenin istekleriyle lekelenmemiş” de olsa, su katılmaz bir ahlaksızlıktır yazarın dönemin okuruna yaşattığı (George Sampson).

Elbette Victoria Çağı muhafazakârlığının Uğultulu Tepeler’deki aşka tepkisi bununla sınırlı kalmamıştır. Ama Emily Brontë’nin romanının yapısal kurgusuyla ilgili bir iki açıklamanın okura kolaylık sağlayacağını düşündüğümüzden, çağın tepkisine geçmeden önce, bu kurguya değinmek doğru olacaktır.

Bilindiği gibi, düzyazıda bir anlatının (prosa’nın) bir anlatıcısı vardır. Klasik romanda en sık rastlanan anlatım perspektifi, yani yazarın metne göre durduğu yer, üçüncü tekil kişi anlatımdır. Üçüncü tekil kişi anlatımı gerçekleştiren yazar (anlatıcı), anlatının (kurmacanın) dünyasını kendisi, gerektiği ve istediği gibi kurduğu için, anlatısının bir tür tanrısıdır. Olayların ve kişilerin en ince ayrıntılarına, ruhların en karanlık köşelerine kadar iner. Her şeyi bilir; geçmiş ve gelecek onun önünde apaçık bir defter gibi durur. Daha ender rastlanan bir anlatım perspektifi ise birinci tekil kişi (ben) anlatımdır. Birinci tekil kişi anlatımda, anlatan (yazar) olayların (öykünün) içinde herhangi bir kurmaca kimlikle karşımıza çıkar. Birinci tekil kişi anlatım, anlatıcıyı sınırlar. Kendi dışındaki kişilerin iç dünyaları, düşünce ve duyguları hakkında verdiği bilgiler, ancak tahmin ve gözlemlerle desteklenebildiği kadar mümkündür. Bu iki tipik anlatım perspektifinin dışında, ara sıra anlatıyı, olaylardan birinin bilincinden ya da gözünden verme teknikleri kullanılır. Kafka’nın uyguladığı anlatım tekniğinde ise, anlatıcı üçüncü tekil kişi tekniğini kullandığı halde, bize hiçbir açıklama yapmayıp, okuru hemen hep olayın muhatabı kişinin algı düzeyi ile baş başa bırakıp, okuru dünyaya oradan baktırır.

Kuşkusuz bütün bu anlatım perspektifleri, keyfi, biçimsel oyunlar olmayıp içeriği doğrudan etkileyen tercihlerdir. Karanlığın Yüreği’nde Joseph Conrad, geminin kaptanını anlatıcı olarak kullanır; onun bölük pörçük, kopuk, izlenimci algılarının arkasına gizlenir. Yorumlamanın, kara Afrika’nın yüreğine saplanmış sömürgeci hançeri göstermenin sorumluluğundan kurtulur. Hayalet Süvari’de, kuzey Almanya’da bir hana gelen yolcu, yolda gördüğü hayaletimsi bir varlık hakkında bilgi edinmek ister. Handaki (kurmaca) anlatıcı, yolcuya, seddi yaparken hayatını kaybeden Hauke’nin öyküsünü anlatır. Binbir Gece Masalları’ndan da bildiğimiz “çerçeve anlatım” tekniğidir bu. Anlatılana bir tanıklık, sahicilik kazandırdığı gibi, kimi durumlarda “şiddeti” yumuşatan bir tampon gibi bir görev de yerine getirebilir. Olayı anlatan kişi ya da kişiler, araya kendi yorum ve değerlendirmelerini sokarak, görünürde de olsa, olay ile okur arasında bir tür tampon bölge kurarlar.

Emily Brontë, Uğultulu Tepeler’de olayların yakın tanığı olmuş Nelly figürünü anlatıcı olarak kullanır. Olayların bir başka anlatıcısı da Lockwood’tur. Bu çerçeveleme tekniği, kişi ve olay sayısının oldukça fazla olduğu romanda, en başta bir okuma kolaylığı sağladığı gibi, araya giren birinci el tanıkların anlatımıyla, bir inandırıcılık, sahicilik yaratmakla kalmaz, belirttiğimiz gibi, anlatıcıların yorumları, yaşanan ile bizim kendi yorumlarımız arasında bir köprü kurar.

Brontë kardeşlerin sözünü ettiğimiz fiziksel, sosyal yalıtılmışlıklarının, Emily Brontë’nin, Victoria Çağı romancıları ile ne tematik ne de biçimsel düzlemde benzerlikler taşımasının bir açıklaması olabilir. Emily Brontë’nin Uğultulu Tepeler’i, onu, yüzyılın göbeğinde tek başına, apayrı ve özgün bir romancı yapmaya yetmiştir. Ölçülülüğü, vazgeçilmez bir ilke olarak koymuş bir çağda, gelenek ve ahlak kurallarına cepheden bir saldırı gibi algılanmıştır Uğultulu Tepeler. Bir çağı, kendi adıyla tanımlayacak kadar o çağa damgasını vurmuş olan kraliçe Victoria, İngiltere’yi ekonomik ve politik yönden yüzyılın en güçlü ve dengeli ülkesi haline getirmişti, fakat başkent Londra’da bile yoğun bir sefalet ve yoksulluk, İngiliz romanını, kendine özgü bir gerçekçiliğin çizgisine çekecekti. Örneğin Charles Dickens, önemli yapıtlarını hemen hemen Brontë kardeşler ile aynı yıllarda kaleme alırken, o, bütün dikkatini refah görüntüsünün gerisindeki yoksulluğa, sefalete çevirmişti.

Kendine özgü ironisiyle Dickens, yaldızın altını kazırken, bol olaylı, renkli bir dünya yarattı; toplumsal sorunlara yaklaşımı, daha çok tek tek insanların kaderlerini, karakter ve ruhlarını öne çıkarmasıyla sınırlı kalırken, bir tür dayanışma cemaati anlayışını dile getiriyordu. Jane Eyre romanının gerçek yazarı olduğu ileri sürülen William Makepeace Thackery gibi yazarlar ise, dönemin toplu panoramasını vermeye yöneldiler. İşte böyle bir edebiyat “dünyası” içinde, Emily Brontë, yüzyılı öncelemiş olan romantik akımı uzatıp bu gerçekçi döneme sarkıtmakla kalmıyor, aynı zamanda, öteki romancıların akıl ve hayallerinden geçiremeyeceği bir şiddetle, iki insan arasındaki tutkuyu lanetli bir fırtınaya dönüştürüyor. Bugünün okuru için, öte dünyanın bile işin içine karıştığı mistik-romantik, üstelik tensel ilişkiden arınmış bir aşk ve bu ilişkinin anlatılmasına o dönemde gösterilen tepki anlaşılmaz gelebilir. Ama belki de Emily Brontë, sosyal hayatını gitgide daha çok toplumsal, geleneksel korselerin içine sıkıştırıp duran, hayatı bir ritueller oyununa çevirmekten rahatsız olmayan (Bkz. Barry Lyndon, Thackery) İngiliz insanına kendiliğinden doğal yanını hatırlatan bir aykırılıktı; kendi doğallığını bastırdığı ölçüde onu şiddetle duymuş olan bir aykırılık. Öte dünya kurumunun (kilisenin) ve mezarlığın yanı başındaki dünyası ve hayatı yaşamadan bitirecek olan bir hastalığa yakalanma tedirginliği, derinlerde bir yerde hiç kesintisiz esen rüzgârın uğultusuna hep kapatmak zorunda kaldığı kulakları… Belki de bastırılması en zor olanı, cinselliği, hem yaşama arzusu hem de yaşayamama çaresizliği (Emily Brontë’nin çirkin, erkek yüzlü bir kız olduğu söylenir) Catherine karakterini yaratmasına yol açarken, çingene Heathcliff de, Brontë’nin bilinçdışı “direncinin” bir ürünüydü; tensel birlikteliği tamamlaması imkânsız öteki parça.

Uğultulu Tepeler’in rüzgârının İngiltere’nin bir kasabasından “esip” dönemin üst sosyal zümrelerini alttan alta sarsması da Victoria Çağı okuruna o “uğultuyu” duyurmasından olmalıydı; yasak olan, müsaade edilmişin dışında kalan tensel ilişkiye duyulan büyük özlemin sesini. Psikanalizin sevimli bir kavramıyla söyleyecek olursak, bu durumda dönemin bütün (bilinçdışı) “direncinin” harekete geçmesinden daha olağan ne olabilirdi ki: “Hayır ben o değilim!”

Veysel Atayman
Temmuz 2004, İstanbul

UĞULTULU TEPELER

I

1801

İnsanlardan kaçan komşumu ve daha sonra başıma bir sürü iş açacak olan mal sahibimi ziyaretten yeni döndüm. Doğruyu söylemek gerekirse oraları gerçekten güzel yerlerdi! İngiltere’de gürültüden bu kadar uzak başka bir yer daha olabileceğini hiç sanmıyorum. İnsanlardan kaçan ya da nefret eden biri için adeta cennet gibi bir yer… Doğrusu, bu sessizliği paylaşacak, Bay Heathcliff’le benden daha uygun hiç kimse yoktur. Bay Heathcliff çok sevimli bir adam. Atımın üstünde ona doğru yaklaşırken, simsiyah gözlerinin kuşkuyla kısıldığını fark ediyordum. Kendimi ona tanıtırken de, parmaklarını inatçı bir çekingenlikle, yeleğinin içine doğru kaçırdığını gördüğüm zaman, kendisine karşı nasıl bir yakınlık duyduğumun farkına bile varmadı sanırım.

“Bay Heathcliff!” dedim.

Sadece başını eğerek tepkisini gösterdi.

“Ben yeni kiracınız Lockwood, efendim. Gelir gelmez, sizi ziyaret etmekten onur duyuyorum. Bu nedenle Thrushcross Grange’e1 yerleşme konusunda gösterdiğim ısrarlı ve aceleci tavrımla sizi rahatsız edip etmediğimi öğrenmek istedim: Dün duyduğuma göre bu konuda bazı kuşkularınız…”

Yüzünü buruşturarak, “Thrushcross Grange benim mülkümdür, bayım,” diye sözümü kesti, “Elim ayağım tuttuğu sürece de beni hiç kimse rahatsız edemez… Gel içeri!”

Sıkılmış dişlerinin arasından çıkan bu, “gel içeri” çağrısı, “cehennemin dibine git” demekten farksızdı. Zaten aralık duran bahçe kapısına yaslanmış, içeri girmeme engel oluyordu. Öyle sanıyorum ki, ben de sırf bu davranışı yüzünden davetini kabul ettim: Bana kuşkuyla bakan bu adama karşı içimden bir tepki göstermek gelmişti.

Atımın kapıyı göğüslediğini görünce, zinciri açmak için uzandı ve ardından önüm sıra yürümeye başladı. Taşlı yoldan avluya girerken seslendi:

“Joseph,2 Bay Lockwood’un atını al, sonra bize şarap getir.”

Bu çifte emirleri duyunca, “Evin bütün işlerini bir tek hizmetçi görüyor olmalı,” diye düşündüm. “Taşların arasında yabani otlar bitmiş. Belli ki çimleri de hayvanlardan başka kemirip bitiren yok.”

Joseph yaşlıca bir adamdı. Hatta belki de çok yaşlıydı; ama, gücü kuvveti yerindeydi. Atımı alırken, hoşnutsuzluğunu belli eden bir ses tonuyla, aksi aksi, “Tanrı yardımcımız olsun,” diye homurdandı; o sırada yüzüme öyle somurtarak baktı ki, zavallının öğle yemeğini sindirebilmek için Tanrı’dan yardım beklediğini ve ettiği o duanın da, benim şu beklenmeyen ziyaretimle ilgisi olmadığını anladım.

“Uğultulu Tepeler”, Bay Heathcliff’in oturduğu yerin adıdır. Taşralıların dilinde, burada esen fırtınaların uğultusunu betimleyen bir isimdir. Gerçekten de her zaman esintili, temiz, insana canlılık veren bir havası vardır. İnsan bu tepede esen kuzey rüzgârlarının şiddetini, evin arkasındaki birkaç köknar ağacının yana yatışından ve güneşten sadaka dilenir gibi bütün dalları aynı yöne uzanan bir sıra cılız çalıdan anlayabilir. Neyse ki evi yapan usta bunu fark etmiş de binayı oldukça sağlam yapmış; dar pencereler duvarın içine derin bir şekilde gömülmüş ve köşelerde çıkıntılı iri taşlarla sağlamlaştırılmıştı.

Eşiği atlamadan önce durup, evin cephesini; özellikle sokak kapısının çevresine serpiştirilmiş garip kabartmaları hayranlıkla izledim; kapının üstünde yıpranmış ejderhalar, çırılçıplak çocuk figürleri vardı. Bu arada 1500 tarihi ile, “Hareton Earnshaw”3 adını da gördüm. Bu konuda birkaç soru sorarak, suratsız ev sahibinden buranın tarihçesiyle ilgili bilgi edinmek istedim; ama kapının önünde öyle bir duruşu vardı ki, “Gireceksen gir, yoksa defol git!” diyordu adeta; bense evin içini görmeden sahibinin sabrını taşırmak niyetinde değildim.

Herhangi bir koridoru ya da holü geçmeden, doğruca oturma odası niyetine kullanılan salona girdik. Buralarda, tek odalı mekânlara haklı olarak ‘ev’ deniliyor; çünkü hol de, mutfak da, salon da burasıydı. Ama “Uğultulu Tepeler”de mutfak herhalde ayrı bir yerde olmalıydı; evin iç kısımlarından kap kacak tıngırtıları geliyordu; üstelik koskoca ocak başında kızartma, pişirme gibi işler de yapılmıyordu; ayrıca duvarlarda bakır tavalar, çinko süzgeçler de parıldamıyordu. Yalnızca büyük meşeden yapılmış bir dolabın üstünde, sıra sıra dizili gümüş maşrapalar, ibrikler, kalaylı sahanlar, hem ışığı, hem de ısıyı yansıtarak tavana doğru yükseliyordu. Tavan herhangi bir şeyle kaplı değildi; ama çeşitli yerlere çakılı tahtalardan, sığır, koyun, domuz butları sarkıyordu. Ocağın üstünde çeşit çeşit antika tüfekler, bir çift de horozu açık tabanca vardı. Raf boyunca, süs olsun diye sıralanmış cicili bicili çay takımları duruyordu. Döşeme düzgün, beyaz taştandı. Yüksek arkalıklı yeşil sandalyeler, oldukça kaba görünüyor; koyu renkli olanları da gölgelik yerlere gizlenmiş duruyordu. Kap kacak masasının altında, rengi kırmızıya çalan kahverengi, iri, dişi bir av köpeği, enikleri arasında uyukluyordu; öbür köşelerde de diğer köpekler pineklemekteydi.

Bu oda ve eşyalar, tozluklu kısa pantolonuyla, irikıyım, kendi halinde inatçı bakışlarıyla kuzeyli bir çiftçiye ait olsaydı, doğrusu hiç şaşırmazdım. Çünkü bu dağlık bölgede, öğle vakti uygun bir saatte, yedi sekiz kilometrelik bir çevrede nereye giderseniz gidin, böyle bir adamı koltuğuna oturmuş önündeki masada bir bardak birayla görebilirsiniz. Ama Bay Heathcliff’le bu ev ve bu yaşam biçimi arasında hiçbir bağlantı yoktu. Heathcliff’in yüzü karayağız bir çingeneye benziyordu. Giyinişi, tavırları ise bir efendi, daha doğrusu efendiden çok, bir köy ağası gibiydi. Kendine özen göstermeyen birine benziyordu. Bu konuda biraz ihmalkârdı anlaşılan. Ancak atletik bir vücudu olduğundan göze batmıyordu. Ne var ki biraz suratsızdı. Bazıları onun kaba ve gururlu bir adam olduğunu düşünebilir; bense içten içe hiç de öyle olmadığını sezinliyordum; bana göre sanki içine kapanık biriydi. Duygularını dışa vurmaktan, yapmacık nezaket kurallarından hiç hoşlanmıyordu. Sevgisini ve nefretini belli etmekten kaçınıyor, bunları gereksiz ve saçma buluyordu sanırım. Hayır, galiba biraz fazla ileri gittim; yani kendi özelliklerimi bol bol ona mal etmeye kalkıştım. Kim bilir, belki de Bay Heathcliff’in kendisiyle arkadaşlık etmek isteyenlerden uzak durmasının, benimkinden farklı, bambaşka nedenleri vardı. Zaten ben de karakter olarak hiç kimseye benzemediğime inanırım. Anneciğim, bana: “Sen asla bir yuva kurup rahat edemezsin,” der dururdu. Hatta daha geçen yaz, böyle bir yuvaya layık olmadığımı kanıtladım.

Deniz kıyısında bir aylığına güzel havanın tadını çıkardığım sırada, pek çekici biriyle tanışmıştım; bana aldırış etmediği sürece gözümde gerçek bir tanrıçaydı. Ona asla ‘ilanı aşk’ etmedim,4 ama bakışların dili varsa eğer, en budalası bile onun için deli divane olduğumu anlayabilirdi; kız da sonunda anladı, bakışlarıyla karşılık verdi, düşlerdeki en tatlı bakışlarla… Peki ya ben ne yaptım? Utanarak itiraf edeceğim; tıpkı bir salyangoz gibi kabuğuma çekildim; her bakışının ardından biraz daha büzülüp uzaklaştım; o kadar ki, zavallı masum, kendi duygularından bile şüphe eder oldu; böyle bir yanılgıya dayanamadığı için de annesine yalvararak kadıncağızı gitmeleri için ikna etti. Bu garip durum yüzünden bir de “vicdansız” damgasını yedim; bu konuda nasıl haksızlığa uğradığımı bir ben bilirim.

Ev sahibimin az önce yöneldiği ocak taşının öbür yanında bir sandalyeye oturdum. Sessiz geçen dakikaları ise, yavrularının yanından kalkıp gelen köpeği okşamakla doldurmaya çalıştım. Isırmak için ağzı sulanan köpek, dudaklarını beyaz dişleri üzerine germiş, baldırlarıma sürtünüp duruyordu. Okşayışım boğazından uzun bir hırıltının çıkmasına neden oldu.

Bay Heathcliff, köpeğe güçlü bir tekme savurduktan sonra, onun hırıltısına benzer bir sesle, “Köpeği kendi haline bıraksan iyi edersin,” dedi, “şımartılmaya alışık değildir; zaten sevilmek için beslenmiyor.” Sonra yan kapıya giderek tekrar bağırdı:

“Joseph!”

Joseph kilerin derinliklerinden anlaşılmaz bir şeyler geveledi, yukarı gelmeyişine sinirlenen Bay Heathcliff beni, her hareketimi bir gardiyan gibi gözleyen o azman uzun tüylü çoban köpeği ile baş başa bırakıp, kilere gitti. Bu vahşi bakışlı yaratıkla başımı derde sokma niyetinde olmadığımdan, öylece hareketsiz oturdum. Ama onların bu sessiz tavrımı kışkırtma olarak algılayacaklarını düşünerek üçüne birden kaş göz oynatmaya başladım. Mimiklerimden biri, dişi köpeği pek kızdırmış olacak ki birden dizlerime atıldı. Onu iterek geriye fırlattım ve masanın arkasına çekildim. Ama bu olay bütün yavruları ayağa kaldırdı. Değişik yaşlarda, boy boy, yarım düzine dört ayaklı canavar, kuytu köşelerinden çıkarak üzerime doğru gelmeye başladı. Topuklarım ve paltomun eteklerine saldırıyorlardı. Bir yandan saldırganlardan irice olanlarını ocak demiriyle, gücüm yettiğince defetmeye çalışırken, bir yandan da ev halkından birinin gelip bu savaşa son vermesi için bağırmaya başladım.

Bay Heathcliff ile uşağın, kilerin merdivenlerinden insanı çileden çıkaran bir serinkanlılıkla yukarı çıktıklarını gördüm; sanki hiçbir şey yokmuş gibi yürüyorlardı. Oysa ki ocak başında kavga kıyamet vardı. Tanrı’ya şükür, mutfaktan elbisesinin eteklerini beline toplamış, çıplak kollu, kırmızı yanaklı bir kadın elinde kızartma tavasıyla imdadıma yetişti de köpeklerin şerrinden kurtulabildim. Az sonra Bay Heathcliff odaya girdi. Göğsü, denizin fırtınadan sonraki hali gibi bir kabarıp bir iniyordu.

Tavrı hiç de misafirperverce değildi. Bu yetmiyormuş gibi bir de kaba bir tavırla bana bakıp, “Lanet olsun, ne oluyor burada!” demez mi! Ee, bu kadarı da fazlaydı artık.

“Evet!.. Lanet olsun!” diye homurdandım. “Cin çarpmış bir domuz sürüsü bile, sizin şu hayvanlarınızdan daha kötü olamaz efendim! Bir konuğu bunlarla baş başa bırakmaktansa, aç kaplanlara atın, daha iyi.”

Şişeyi önüme koyup, masayı iterek, “El sürmeyene dokunmazlar,” dedi. “Köpeklerin tetikte olması gerekir. Bir bardak şarap iç kendine gelirsin.”

“Hayır, teşekkür ederim.”

“Isırmadılar ya?”

“Isırsalardı canlarına okurdum.” Heathcliff rahatlayarak gülümsedi.

“Hadi Bay Lockwood,” dedi, “Biraz heyecanlanmışsın o kadar, şarap iç azıcık. Evet, itiraf etmek gerek, bize öylesine ender konuk gelir ki, köpeklerim de, ben de onlara nasıl davranmamız gerektiğini pek bilemeyiz. Haydi sağlığına!”

Başımı eğerek yanıtladım. Bir avuç adi köpeğin edepsizce hareketi yüzünden surat asıp oturmak budalalık olurdu. Üstelik onun eğlencesi durumuna düşmek de istemiyordum. Ayrıca o da benim gibi iyi bir kiracıyı gücendirmeyi doğru bulmamış olacak ki, senli benli konuşarak beni rahatlatmaya çalışarak ilgimi çekeceğine inandığı konulardan söz etmeye başladı. Böylece, benim herkesten uzak kalmak için çekildiğim bu bölgenin iyi ve kötü yanlarından söz etmeye başladık. Konuşurken, her konuda epeyce bilgi sahibi olduğunu fark ettim. Ayrılmadan önce, ertesi gün de onu tekrar ziyaret edebileceğimi söyledi. Bunu da, sanki davetsiz misafirlerden hoşlanmadığını belirtmek için söylemişti. Olsun, yine de gideceğim. Doğrusu, onunla konuştukça şaşılacak ölçüde insancıl biri olduğunu düşünmeye başladım.

II

Dün öğleden sonra sisli, soğuk bir hava vardı. Ben de oturmuş, çamurların içinde bata çıka ‘Uğultulu Tepeler’e gitmektense, vaktimi kitaplıkta, ocağın başında mı geçirsem diye düşünmekteydim. Öğle yemeğimi yedikten sonra (sırası gelmişken söyleyeyim: yemeğimi saat on iki ile bir arası yerim;5 ev ile beraber tuttuğum tombul hizmetçi kadın, her ne hikmetse beşte de acıkıp yemek yenilebileceğini kabul edemedi) merdivenden çıkarak odaya girince, bir de baktım ki, hizmetçi kızlardan biri, fırçalar, kömür kovaları arasında yere çömelmiş, ateşi söndürmek için ocağa kürek kürek kül dökerek tozu dumana katıyor. Bu manzara karşısında şapkamı aldığım gibi yola koyuldum. Beş altı kilometre yürüyerek, Heathcliff’in bahçe kapısına vardığımda kar lapa lapa yağmaya başlamıştı. Doğrusu zamanlamam harikaydı.

Bu çıplak tepede toprak donmuş, taş kesilmiş, benim tüm uzuvlarım ise adeta duyarlılığını yitirmişti. Zinciri çözemediğim için çitin üstünden atlayarak, iki yanı karmakarışık bektaşi üzümleri ile kaplı, iri taşlı şose yolu geçerek; parmaklarım sızlayıp, köpekler ulumaya başlayıncaya kadar kapıyı yumrukladım. Ama tüm çabam boşunaydı.

İçimden, “Sefil yaratıklar!” diyordum. “Bu yabaniliğiniz yüzünden toplum dışına sürülmeyi fazlasıyla hak ediyorsunuz. Ben hiç olmazsa böyle güpegündüz kapılarımı sürgülemem. Bunlar bana vız gelir… ne yapıp edip içeri gireceğim.” Bunun üzerine kapı tokmağını kavrayıp olanca gücümle sarsmaya başladım. Sirke suratlı Joseph, ahırın yuvarlak penceresinden başını uzatıp, “Ne istiyorsun?” diye bağırdı. “Beyi arıyorsan tâ orda ağılda. Niyetin onunla konuşmaksa, şurdan ahırın oraya doğru git.”

“İçerde kapıyı açacak kimse yok mu?” diye bağırdım.

“Hanımdan başka hiç kimse yok; o da akşama kadar tekmelesen yerinden kalkmaz.”

“Neden? Ona kim olduğumu söyleyemez misin, Joseph?”

————

1     Thrushcross Grange: Burası, Heaton ailesinin yaşadığı, Haworth yakınlarındaki Stanbury’de bulunan geleneksel Pandall Hall malikânesiyle ilişkilendirilmiştir. Kayıtlara göre 1801’de yeniden inşa edilmiş.
2     Joseph’in tavırları ve konuşma üslubu 1825 sonbaharına kadar Emily Brontë’nin evinde hizmetçilik yapan yaşlı bayan Tabitha Aykroyd’a oldukça benziyor.
3     Bayan Hareton Earnshaw, Emily Brontë’nin 1837’de, Law Hill’de eğitim gördüğü Miss Patcheat Okulu’ndaki hizmetçinin adıdır. Earnshaw adı, Southowram bölgesinde çok yaygındır.
4     “Aşkını asla söylemedi
Bir kurtçuğun tomurcuktan gizlendiği gibi saklandı
Pembe yanaklarıyla beslendi.”
(Viola, Onikinci Gece, William Shakespeare.)
5     Ellen Dean, güneyli ve gösterişi seven Bay Lockwood’un saat beşte yemek yemesine saygı duymaktadır. Ayrıca yemek saatleri ülkenin farklı bölgelerinde ve değişik sosyal sınıflar arasında değişmektedir.
Örneğin Londralılar taşrada bulundukları sırada yemeklerini daha erken saatlerde yerler. Lady Nugent, 1805’te Jamaika’dan döndüğünde Londra’da saat altıda, taşrada ise saat beşte sofraya oturulduğunu gördü. Arnold Palmer, “Movable Feasts” (1952) Brontëler de aynı saatlerde yemek yerlerdi.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Bostan

Editor

Mucize Kızlar

Editor

Arsen Lüpen – Kibar Hırsız

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası