Roman (Yabancı)

Ulysses

ulysses 5ed42ac541a99Joyce, 1904’te Nora Barnacle adında bir genç kadınla tanışmıştı. (Nora Barnacle ile 1931’de, evliliğe karşı olmasına rağmen, kızının ısrarları üzerine evlendi.) Ulysses, Joyce’un kendi anlatımıyla Nora Barnacle’ı sevdiğini anladığı gün olan 16 Haziran 1904 günü Dublin’de geçer. (Romanın asıl kahramanı bir bakıma Dublin kentidir. Her yıl 16 Haziran günü Dublin’de düzenlenen “Bloomsday” yani Bloomgünü’nde, kitaptaki bölümlerde geçen yerlerin dolaşıldığı turlar düzenlenmektedir.) Konu, özünde son derece yalındır: Öğrenci Stephen Dedalus ile serbest çalışan Yahudi asıllı bir reklam toplayıcısı olan Leopold Bloom’un karşılaş(tırıl)maları. Ancak asıl anlatılan, bu iki kişinin bireysel kimliklerini aşan daha büyük bir gerçeğin parçası olduklarıdır: Stephen “sanatsal” doğanın, Bloom ise “bilimsel” doğanın temsilcileridir. Öte yandan, bu iki dışlanmış kişilik, hem Joyce hem de birbirleri için de özel bir öneme sahiptirler: Stephen, Joyce’un gençliğinin, Bloom ise olgunluğunun yansımalarıdır; Bloom, Stephen’ın, deyim yerindeyse, “manevi babası”dır vb. Ama kitabın edebiyat açısından asıl önemi, çatısının Homeros’un destanı Odysseia ile simgesel koşutluğundan ve Joyce’un kullandığı değişik teknik ve biçemlerden, özellikle de 18. ve son bölümde Bloom’un karısı Molly’nin düşüncelerinin yansıtıldığı “bilinç akışı”ndan gelir.

***

İçindekiler

Ön-Söz (Enis Batur) • 7
Arka-Söz (Enis Batur) • 23
Çevirenin Sözü (Nevzat Erkmen) • 27

I
1 • 31
2 • 53
3 • 67

II
4 • 85
5 • 102
6 • 120
7 • 151
8 • 187
9  • 223
10  • 260
11  • 298
12  • 337
13  • 392
14  • 431
15  • 478

III
16  • 655
17  • 710
18  • 796

ÖN-SÖZ

JOYCE’un KULESİ

“Ulysses’i çevirmeye kalkışmak başlıbaşına bir çılgınlık; yayımlamaya, daha doğrusu çevirtmeye kalkışmak da öyle; ya, çevrilmiş, yayına hazır edilmiş “Ulysses” için bir önsöz yazmaya kalkışmak? Bunun birden fazla tehlikesi var:

Önce “had” sorunu geliyor. Joyce’un şüphesiz bıyık altından yorumu, “yüz yıl boyunca eleştirmenlerin ve akademisyenlerin başına belâ kesilmek” yolundaki öngörüsü gerçekleşti, biliyoruz: Sayısız inceleme, araştırına, çözümleme ile modern zamanların üzerinde en fazla kafa patlatılan kitabı olma ünvanını kazandı bu roman; dahası, çağın fetiş romanı haline geldi, yayımlanır yayımlanmaz. Bunca bilirkişi, uzman, eleştirmen varken benim bir önsöz kaleme alışımın çok yalın bir nedeni olduğunu anımsatmak istiyorum: ”Ulysses”in yayımlanma sürecini başlatan oluşumun kıvılcımı, kararı, cüreti, onu nasıl adlandırırsak adlandıralım, yönlendiricisi konumunda olduğum bir kurumun kurulundan gelmişti – böyle bir hak bundan tanındı bana, bu hakkı kullanmakta sakınca görmedim. Bir de, belki eklemek gerekir, biraz kimse yükün altına girmek istemediği için, biraz da Nevzat Erkmen’in dileğine uyarak, “Ulysses”in redaksiyonunu üstlenmek, onu yayına hazırlamak durumunda koldım: Çevirmenini saymazsak, romanın Türkçe “versiyon”unu en iyi tanıyan okur, “şimdilik” benim;

Sonra, “had” sorununa bağlı biçimde ortaya çıkan “hudud” sorunu geliyor: “Ulysses”i tanımak için kırk fırın gerektiği bilinen gerçek. Anglosakson kültürüyle içiçe yetişmiş olmak, İngiliz dilinin uçlarına yolculuk etmiş olmak yetmiyor bu romanı yerliyerine koymak için: Modern edebiyat ve sanatın güzergâhını yakından izlemiş, Antik kültürün girdisini çıktısını bilen, Joyce’un efsun deposunu enikonu didiklemiş biri gerek, dörtdörtlük bir önsöz yazarı olarak. Okur-yazar kimliğim çerçevesinde, Joyce’la kurduğum ilişkinin boyutlarına bakarak, kendimde, bir kez daha vurgulamak isterim, bu türden bir nitelik görmedim elbette. “Ulysses”i, onu yalnız bırakmayarak bir yayınevinin günışığına çıkardığını bilmem beni bu bağlamda rahatlattı: Yapı Kredi Yayınları, hem romana, hem yazarının dünyasına ışık tutacak yan yayımların hazırlığı içinde nicedir: “Ulysses”i ve Joyce’u kuşatmak, onlara ışık tutmak bir önsözün sınırlarından zaten taşıyor.

Kalıyor son, ola ki daha özel, kişisel yanları ağır basan, “Ulysses”e önsöz yazmaya kalkan kalemşörün optiğini bağlayan sorun: Bunca didiklenmiş bir yapıta özgün sayılabilecek bir perspektiften bakma olasılığı var mıdır? En uygun çözümün, eklektik bir bakışaçısına dayanan, “Ulysses” konusunda yetke sayılmış kişilerin görüşlerinin karmasına dayanacak bir önsöz kaleme almaktan geçtiği hemen akla gelebilir. Başkalarını bilemem ama, bir okur olarak Joyce’la ilişkim, baştan bu yana yan okumalara bağlı olarak gelişti. Ellman’m dev biyografisi, Stuart Gilbert’ın anahtar-okuması, Frank Budgen ya da Harry Levine’ın başvuru niteliği ağır basan kitapları, ve Michael Groden’ın “Ulysses in Progress” gibi temel çalışmaları herkesi bu labirentte nasıl beslemişse beni de beslemiştir. Şüphesiz Joyce’un şu anda bile önümde duran üç ciltlik mektubatı, Sylvia Beach’ın ya da Beckett’in tanıklıkları, Pound’un ya da Jung’un roman hakkında söyledikleri de ayrı bir depo oluşturmuştur “Ulysses”severlerde. Yılların içinde tortu belirginleşir, ya da tam tersine, sallandıkça bulanır. Bu tür kitaplarla, aslında, her yeniden ilişkiye girişinizde, sıfırdan başlarsınız.

Bu uygun çözüm yerine uygunsuz bir çözümü yeğleyişimin öyküsü, 1996 yılının Bloomsday’inden biriki hafta sonrasında, Paris’te bir akşamüstü yürüyüşünde başladı: Odéon ‘da, “Ulysses, 1922’de bu evde baskıya verildi” yazılı mermer levhanın altında fotoğrafa durduğumda bir ampul yandı kafamda: Haddini bilmenin en sağlam yolu onu zorlamaktan geçiyordu.

Montaigne’in kulesine yeni gitmiş, zihnim kulenin “Denemeler”iyle dolu, imgenin etrafında fırdönüyordum. Birden iki kule biribirine geçti. Onları başka kulelere bağladım ve gecenin sonunda Babil Kulesi’ne vardım. Yol nedir ki: Başladığınız noktaya ergeç dönersiniz.

Hem herşey, Dublin’deki kulede başlamamış mıydı?

Mimarî bir yapı ya içinde yer aldığı çevreyle bütün bütüne uyumlu olacaktır, ya da büsbütün onunla çelişkiye düşecektir diye bir kural koymak ne denli doğru bir yaklaşım doğurur bilemiyorum; bana kalırsa, bu iki ucun arasında sayısız ara-duruş biçimiyle karşılaşırız, yapılar sözkonusu olduğunda; ne ki burada, uçlardan birine dönmek üzere öbür uçtan hareket etmeyi seçmek zorundayım, değil mi ki sonunda, en sonunda, dönüp dolaşıp gene iki uç arası iz sürdüğümü göreceğimi şimdiden öngörebiliyorum, böylesi en doğrusu olacak, sanıyorum:

Aslına bakılırsa, çevresiyle hepten çelişkili yapılar üzerine yıllardır, neredeyse yirmi yıldır başka bir metin kurma çabası içinde olduğumdan bundan önce sık sık, söz ettim, farkındayım: “Mimarın Düşü”nün bütünlenmesinin bunca uzun süren bir sürece yayılması bir bakıma iyi de oldu – yılların içinden geçerken, pek çok karşıtlamsal yapı (édifice paradoxale) ile yüzyüze geldim ya, bu karşılaşmalar düşüncelerimi, umuyorum, biraz daha sağlam bir temele oturtmamı sağladı.

Çevresiyle hepten çelişkili yapı, en eski çağlardan bu yana insanoğlunda tanımlanması güç bir “cezbe hali” yaratıyor: Ya hayranlık, ya büyük bir itki, kimsenin onlara kayıtsız kalamadığı apaçık gerçek.

“Dünyanın Yedi Harikası”ndan Postacı Cheval’in “İdeal Saray”ına ya da Gaudi’ye, Steiner’in Goethe için diktiği “tapınak-yapı”lardan Piano’nun, Bofill’in yapılarına uzanan “Mimarın Düşü”nün öncesine ya da sonrasına halka olsun bu deneme.

Bu denemenin konusu mu “kule”? Sorunun yanıtını, biriki temel figürün içinden geçmeye çalışarak arayacağım, aramak istiyorum.

Hızla, üzerinden hızla geçmek üzere, ilk ucun üzerine gidiyorum önce, öyleyse.

Tekvin’in 11. babı söylüyor:

“Ve bütün dünyanın dili bir, ve sözü birdi. Ve vaki oldu ki, şarkta göç ettikleri zaman, Şinar diyarında bir ova buldular; ve orada oturdular. Ve biribirlerine dediler: Gelin, kerpiç yapalım, ve onları iyice pişirelim. Ve onların taş yerine kerpiçleri, ve harç yerine ziftleri vardı. Ve dediler: Bütün yeryüzü üzerine dağılmayalım diye, gelin, kendimize bir şehir ve başı göklere erişecek bir kule bina edelim, ve kendimize bir nam yapalım. Ve âdem oğullarının yapmakta oldukları şehri ve kuleyi görmek için RAB indi. Ve RAB dedi: İşte, bir kavmdırlar, ve onların hepsinin bir dili var, ve yapmaya başladıkları şey budur; ve şimdi yapmaya niyet ettiklerinden hiçbir şey onlara men edilmeyecektir. Gelin, inelim, ve biribirinin dilini anlamasınlar diye, onların dilini orada karıştıralım. Ve RAB onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı; ve şehri bina etmeği bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil denildi; çünkü RAB bütün dünyanın dilini orada karıştırdı; ve RAB onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı”.

Babil’in kelime anlamı: Gökyüzünün kapısı. Ama bbl kökünden geliyor: Karış(tır)mak fiiliyle soy birliği taşıdığını biliyoruz. Karışıklığın kaynağı Yahve’nin bir kararına dayanıyor demek: Madem benimle boy ölçüşmeye kalkıştılar, bundan böyle anlaşamasınlar. Cıva gibi bölünüyor diller. Âdemoğlu’na indirilen ilk cezaları düşünürsek (Cennet’ten kovulma, Nuh tufanı, Ninova’nın ya da Lût’un yerlebir edilmesi, vb.), cn güçlü, etkisi en kalıcı cezanın bu olduğu tartışma gerektirmiyor:

Biribirinizi doğru dürüst anlayamayacak, biribirinizlc kesin biçimlerde anlaşmaya varamayacaksınız.

Yer’den Arş‘a uzanma çabasını Tanrı’yla, tanrılarla boy ölçüşme saymak, inanılır bir gerekçe mi, Babil cezası bağlamında?

Bütün tektanrılı dinlerde, tapınaklar yükseklik esasına dayanır: İbadet topos’u, sivil mimarinin öteki örneklerine göre daha güçlü, görkemli tutulmuş, asıl Erk’in gökyüzüne ait olduğu gerçeği vurgulanmıştır. Şüphesiz, çan kulesi ya da minare, bir yandan da çağrı sesinin olabildiğince uzaklara, en kuytu noktalara dek ulaşabilmesini sağlamak amacıyla yüksek tutulmuştur; bir yandan da, ama, ilâhî güce yakışır bir boyut tutturulmak istenmiştir.

Başlangıçta, tektanrılı dinlerle çoktanrılı inancın toplumsal düzeyde çekiştikleri biliniyor oysa: Babil efsanesinin, Babilonya’da herbiri ayrı bir tanrı adına dikilmiş farklı kuleler oluşuyla, dahası, büyük olasılıkla bir ana tanrı için öngörülmüş dev bir zigguratın inşa edilmiş olmasıyla ilintisi üzerinde duruyor tarihçiler.

Şöyle ya da böyle, ayrım önemli: Tanrı’ya yaklaşmak, ona yakarmak için yakınlaşmak ereği mi ağır basıyor yerden arşa yükselen yapıda, onunla yarışma, gücünü hiçe sayma eğilimi mi?

Karşıtlamsal yapı, neresinden baksak, bir büyüklenme işareti. Kendini “harika” katına koyma isteği belirgin. Kişinin, sınıfın, toplumun, uygarlığın yücelik edasını gösteriyor. Yeryüzünün gökyüzüne bir bakıma diklenişi okunuyor bu çabada. Babil, gerçekten de kilit bir simge: Onda insanoğlunun kolektif kibiri tanımlanıyor. Piramitlerde olduğu gibi bireyin, İskenderiye fenerindeki gibi bir şehrin erk gösterisinden taşan bir azamet tasa(rı)sı.

Bu uçta, Kule, haddini aşma imi.

İmdi, “harika”, sözgelimi Asma Bahçeler’de karşımıza çıkıyor bu. yanlamasına bir büyüklük, yatay bir büyüme ve büyüklenme çabası da göstermiştir – daha rahim, dişi bir girişimdir bu, doğrudan Erk alanına müdahale olarak okunmamıştır.

Kule öyle mi: Kesinkes erk, erkek, eril bir cüret taşıyor yeryüzünden arşa dikilen.

Klâsik metinlerin tanıklıklarından hareketle yapılmış eski ziggurat gravürlerinde de, Brueghel gibi ustaların fırçasından Babil tasarımlarında da çok açık değil belki ama, Kule, orada, ifadesiyle de, anlamıyla da kafa tutuyor. İşlevi yeryüzüne, kendi çevresine dönük değil: Gökyüzüne doğru, sınır tanımayan bir edâyla yükseltiliyor. Cezanın gerekçesi işte: Yeryüzüne yönelik bir işlev sözkonusu olsa, sınırını bilirdi – demeye getiriyor Kutsal Yazı.

Yıkmakla yetinemez miydi Rab? Metne dikkatle bakıyorum: Yıkmaya kalkışmıyor bile. Ekolojist yorumları unutmuyorum: Tanrı’nın kentleşmeye karşı çıktığı, insanoğlunu Doğa’nın içinde yaşamaya çağırdığı yollu görüşlerin elbette güçlü bir estetiği var. Gene de, Babil’in simgesine bir karşı-simge ile yanıt aranmış olması daha sağlam bir töz barındırıyor.

Yıkılsa, yeniden yapılabilirdi. Metne bakıyorum: Yıkılmıyor Babil Kulesi, bırakılıyor.

Bıraktırılıyor, demek en uygunu sanıyorum. Yarıda, yarım kalmış yapıtlara, bireysel girişimlere gönderme yapmakla yetiniyorum. Kolektif bir girişim karşısında olduğumuzu unutmamak gerek: Kule’nin yapımı konusunda anlaşmış insanlar yekdilde konuşuyorlarmış, yapımı yarıda kesmelerini sağlamak için düzene çomak sokuluyor topu topu: Birden, farklı dillerde kendilerini ifade etmeye başlayan insanlar: Bu imge ürpertici bir güzellik taşıyor.

Hakikat ile Efsane arasındaki mesafe bir nokradan sonra kapatılamaz. Bulmacanın o denli yitik parçası vardır ki, tek çözüm yolu imgeleme başvurmaktan geçer. Bize ulaşmış en eski Babil Kulesi imgesi, “model”i, 1370 dolaylarında resimlendiği bilinen, Enikel’in “Yeryüzü Tarihi”ndedir: Dörtgen, ince uzun bir kule döneminin mimarî özelliklerinden yola çıkmış bir ressamın bakış açısını getirir. XVI. yüzyıldan başlayarak uzun bir dönemin ürünlerinde kendini çeşitleyen, en ünlü örneğine Brueghel’de rastladığımız (biri kaybolmuş üç versiyon yapmıştır ressam), sarmal kule bugüne dek Babil’in prototipi olma özelliğini korumuştur.

1991’de Bamberg’dc açılan küçük ama derin bir sergi, “Babil Kule Yapıları”, çoğu az bilinen tanınan, biri yanlış tanınan bilinen (Haarlem’in sanılan) Babil resimlerinin kökeninde, Irak sınırları içindeki IX. yüzyıl kulesinin yattığını gözler önüne sermiştir.

Tuğladan, sarmal düzenle yükselen, Samarra’daki Malwiya kulesinin Avrupalı ressamların imgelerini etkilediği, Batılı sanat tarihçilerinin doğruladığı bir konu. Babil Kulesi’ni silindir biçiminde geniş bir tabandan halka halka küçülerek gökyüzüne tırmandıran onca resimden ikisi üzerinde durmak gerekiyor.

Cornelis Anthoniszoon’un 1547’de yaptığı gravür, adı üzerinde, “Babil Kulesi’nin Yıkılışı”nı konu ediniyor; Bir kerede, hemen, inen bir ceza. Yanlış yorum. Öteki resim, Brueghel’inki, insanların Kule’yi olduğu gibi, olduğu yerde bırakıp gidişlerini gösteriyor. Sınırınız budur, öteye geçemeyeceksiniz, öteye geçmek için aranızda anlaşmanız artık elinizde olmayacaktır.

Pek az kaynakta üzerinde duruluyor: Babil Kulesi, bir de yeraltında ilerlermiş: Yerkürenin merkezine inen bir kuyu açmaya çalışıyorlarmış aynı anda – efsane doğru, mantıklı; hakikat yanlış, mantıksızdır.

Bugün görebildiğimiz, ulaşabildiğimiz çok sayıda kule, Ortaçağ’dan kalmadır. İşlevleri açıktır: Düşmana karşı uyanık kalmak, olabildiğince uzaktan onu görerek siteyi savunmak. Simgeselliği de öyle: İnanca bel bağlamış bir güç durumunu dile getiriyor. Kulenin içindeki her basamak, kulenin her katı bir evreyi temsil edermiş: Derece derece artan bir sağlamlık.

Dönüp çevremize baktığımızda, Kızkulesinden Galata’ya, Yedikule’den gökdelenlere uzanan zamandizinde her uygarlığın, inanışın, çağın bir kule tasarımı geliştirdiğini farketmemiz güç olmuyor.

Ortaçağın kulesi, hemen akla Montaigne’i getiriyor. Dil-Kule bağlamında, Babil’den sonra canalıcı bir halka.

Neden “Denemeler”ini yazmak için, o soluklu projeyi besleyecek okumalarını gerçekleştirmek için bu alçakgönüllü tapınağı seçiyor Montaigne, büyük ve elverişli şatosundan yüz metre kadar uzaklaşarak?

Belli ki ayrılmak, iki dünyayı biribirinden ayırmak istiyor. Kulenin giriş katında dua odası; orta katında Kütüphane ve yazı masası; en üstte bir döşek: “Yalnız yatmak için”, diyor. Bir keşiş-yazar. Çalışma odasında sevdiği kitaplar, yazdığı Kitab, o da yetmemiş: Tavandaki putrellere kazılmış, seçme 54 özdeyiş.

Montaigne’in kulesi, kişisel bir dilin, elbette bir opus magnum çatısında oluşması için uygun görülmüş bir yarımada: Şatoya, köye, oradan da yöneticisi olduğu kente bağlanıyor da.

Montaigne’in kulesi, yakından bakınca ‘‘Denemeler”in bir kule olduğu gerçeğini aydınlatıyor: Her basımında, bir önceki baskının sayfalarının derkenarına aldığı notlarla sarmal düzende, yeni basamaklarıyla yükselen bir kule.

Orada, belki beyhûdc, gene de Babil cezasına dikleniyor, okuyabiliyoruz.

Pre-modernlerle birlikte kaynağa dönüş başlar; kule de yeniden eğretileme olur, “Neşideler Neşidesi”nden tohumu alıp: “Turris Eburnca. Romantiklerin en siyahı, Gérard de Nerval, modern zamanlara da sıçrayan bir imge kurmuştur: “Bize kalan tek sığınak, kalabalıktan gitgide uzaklaşmak için durmadan tırmandığımız fildişi kuleydi”.

Yaratı adamının kapanışı, çekilişi ilk çöl keşişleriyle, ya da Mallarmé’nin Verlaine’e yazdığı yaşamöyküsel mektupta değindiği gibi imbiğinin başındaki simyacıyla karşılaştırılabilecek türden bir ayrılma mıdır?

Fildişi kule, özellikle çağımızda, bağımlı edebiyat, sanat yanlılarının ters çevirdiği bir koşulu yansıtır: Toplumsal durumdan soyutlanmayı seçen, sokakların sefaletine onu paylaşarak diklenmektense yalıtılmış bir hayatı yeğleyenler için kullanılan bir mermidir; sınıfsal ricadı, ekonomik ayrıcalığı pekiştiren bir mekân olarak Kule’de karar kılınmıştır.

Şüphe yok ki, kimi örneklerde doğrulanabilir bu yaklaşım: Rantiye Flaubert, sanayici Svevo, Roussel ya da Larbaud gibi müflis milyarderlere bakıp. Gene dc, kulede ne yapıldığı daha önemlidir. Öte yandan, kimi örneklerde fildişi çatlar: Nerval’in nasıl yaşadığını ve öldüğünü anımsamak gerekir. Burada da, kulede ne yapıldığına eğilmek işimiz.

Değiştiremediği dünyayı seyretmekle yetinmez Kule’ye kapanan: Onu orada dönüştürür, harfler kulesi her seferinde yeni, farklı, doğru bir hayatın aranışına kanıtlar taşır: Gerçek, gerçeklik, Hakikat dümdüz değildir, ona doğru tırmanmak sert iniş çıkışlar, kavisler, merdiven boşlukları ile yüzleşilmesini bekler, ister. Bir seferinde sokağa çıkılır ve geri dönülmez.

Kulede kaybolanı, onun kayboluşunda bizi sızlatmayı sürdüren “Deliliğin Arifesi”ndeki şiirleri unutamayız: Tübingen’de bir kulede kapalı, kaskapalı, ‘sadık hizmetkârımız’ Scardanelli.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Agatha Christie – Hercule Poirot – Hercule’ün On İki Görevi

Editor

Kol Manşetinde Notlar

Editor

Sonsuza Kadar

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası