Uyandığında, yakın bir gelecekte, din devleti haline gelmiş bir ABD’de geçiyor. Suç işleyenlerin ten renklerinin, vücutlarına verilen bir virüsle değişime uğratıldığı ve bu kişilerin toplum içinde birer utanç simgesi olarak yaşamak zorunda bırakıldıkları bir gelecek bu.
Romanın kahramanı Hannah Payne, evlilik dışı ilişki yaşayıp kürtaj yaptırdığı için on altı yıl boyunca bir “Kırmızı” olarak yaşamaya mahkûm edilir. Ailesi tarafından reddedilen Hannah’yı, dini eğitim merkezlerinden düzen karşıtı eylemci grupların sığınaklarına uzanan macera dolu bir yolculuk beklemektedir. Çıktığı bu yolculukta Hannah çocukluğundan beri kendisine dayatılmış bütün fikirlerle hesaplaşacaktır.
Kürtajın yasak olduğu ve en büyük baskıyı kadınların gördüğü bu totaliter dünyayı, Türk okuyucusu çok iyi anlayacaktır.
***
Uyandığında, kırmızıydı. Kızarmış ya da güneşten yanmış değildi, dur işaretinin o iddialı kesif kırmızı rengini almıştı.
İlk önce ellerini gördü. Gözlerinin önünde tutup, gözlerini kısarak ellerine baktı. Birkaç saniye elleri, kirpiklerinin gölgesinde ve tavandan gelen yoğun beyaz ışıkta siyah gibi göründü. Sonra gözleri alışınca, yavaş yavaş geçti göz aldanması. Avuçlarını, ellerinin tersini inceledi. Elleri başının yukarısında, denizyıldızı kadar yabancı gelen yaratıklar gibi yüzüyordu. Neyle karşılaşacağını biliyordu -Kırmızıları sokakta ve vidlerde daha önce defalarca görmüştü elbette- ama kendi etinin değişmiş görüntüsüne hazırlıklı değildi yine de. Yirmi altı yıllık yaşamı boyunca elleri bal rengine çalan bir pembelikte olmuştu, yazları koyulaşıp altın bronz bir renk alırdı. Şimdi ise taze kan rengindeydi.
İçinde paniğin kabardığını, boğazının sıkıştığını, kollarıyla bacaklarının titremeye başladığını hissetti. Gözlerini sımsıkı yumdu, kendini zorlayıp kımıldamadan yatmaya, nefesini yavaşlatmaya ve karnının düzenli inip kalkışına odaklanmaya çalıştı. Üstünde sadece kısacık bir kombinezon vardı, ama üşümüyordu. Odanın ısısı tamı tamına rahat edeceği dereceye ayarlanmıştı. Ceza başka şekillerde veriliyordu: Yalnızlığın artırılmasıyla, tekdüzelikle ve en şiddetlisi de hem mecazi hem de asıl anlamıyla özyansıtmayla. Daha aynaları görmemişti ama bilincinin kıyısında parladıklarını, ne hale geldiğini göstermek için beklediklerini hissediyordu. Aynaların ardındaki kameraların varlığını, her bir göz kırpışını, kaslarının her kımıldanışını kaydettiklerini, kameraların ardındaki devlet görevlisi gardiyanları, doktorları ve teknik elemanları, evlerinde ayaklarını sehpalara uzatmış, ellerinde bira ya da gazoz şişeleriyle gözlerini ekrana dikmiş kendisini izleyen milyonlarca insanı da sezebiliyordu. İçinden, onlara hiçbir şey vermeyeceğim, diye geçirdi: Ne vaka çalışmaları için kanıtlar ya da istisnalar ne de merhametlerini ya da tiksintilerini uyandıracak tepkiler. Kalkıp oturacak, gözlerini açacak, görülecek ne varsa görecek ve sonra da sakince kendisini serbest bırakmalarını bekleyecekti. Otuz gün fazla uzun bir süre sayılmazdı.
Derin bir nefes alıp doğruldu. Dört duvar aynalarla kaplıydı. Beyaz bir zeminle beyaz bir tavan, uyumak için beyaz bir platform, bir şilte, şeffaf bir duş ünitesi, beyaz bir lavaboyla beyaz bir tuvalet yansıyordu aynalardan. Ve bütün bu lekesiz beyazlığın ortasında duran parlak kırmızı kütle kendisiydi, Hannah Payne. Kıpkırmızı bir surat gördü – kendi suratını. Kıpkırmızı kollarla bacaklar – kendi kollarıyla bacakları. Üzerindeki giysi bile kırmızıydı, ama onun tonu bile cildi kadar yoğun bir kırmızı değildi.
Top gibi kıvrılıp saklanmak, çığlık atmak, yumruklarını indirip aynaları parçalamak istedi. Ama bu dürtülerden birine bile uyamadan midesi kasıldı, şiddetli bir bulantı hissetti. Klozete koştu. İçinde safradan başka bir şey kalmayıncaya kadar kustu, terli yüzünü koluna dayayıp halsizce klozet yapağına yaslandı. Birkaç saniye sonra sifon kendiliğinden çekildi.
Zaman geçti. Üç defa tekrarlanan bir sinyal sesi duyuldu ve karşı duvarda bir panel açıldı, bir yemek tepsisinin durduğu bir girinti meydana çıktı. Hannah zeminde yattığı yerde hiç kımıldamadı; bir şey yiyemeyecek kadar hastaydı. Panel kapandı ve o sinyal sesi bir daha, bu defa iki kez çaldı. Kısa bir gecikmenin ardından oda karardı. Hiçbir karanlık bu kadar hoş gelmemişti. Emekleyerek platforma çıkıp şiltenin üzerine yattı. Sonunda uykuya daldı.
Rüyasında annesi, babası ve Becca ile birlikte Mustang Adası’ndaydı. Becca dokuz yaşındaydı, Hannah da yedi. Kumdan kale yapıyorlardı. Hannah hendek kazarken, Becca da kaleye şekil veriyordu. Parmaklarıyla kumda oluklar açıyor, etrafında döne döne kaleyi yükseltiyordu. Kazıp derine indikçe kum ıslaklaşıp sıkılaşıyor ve parmaklarını daldırması güçleşiyordu. Becca, “Bu kadar derinlik yeter” dedi ama Hannah ablasına aldırmayıp kazmaya devam etti. Aşağıda acilen bulması gereken bir şey vardı. Hareketleri giderek heyecanlı ve telaşlı bir hal aldı. Kum artık çok ıslak ve çok koyu renkliydi parmakları yara olmuştu. Hendek dipten çıkan suyla dolmaya başladı, ellerinin üzerinden bileklerine çıktı. Burnuna pis bir koku geldi ve hendeğe dolan şeyin su değil kan, koyu renkli ve bayatlıktan yapışkanlaşmış kan olduğunu fark etti. Ellerini hendekten çekmeye çalıştı ama bir şeye takılmıştı – hayır, bir şey ellerini tutmuş aşağı çekiyordu. Kolları dirseklerine kadar gözden kayboldu. Haykırarak anne babasına seslendi ama plajda kendisiyle Becca’dan başka kimse kalmamıştı. Yüzü kumdan kaleye çarpıp kaleyi yıktı. Ablasına, “Yardım et” diye yalvardı ama Becca kımıldamadı. Kıpırdamadan durmuş, Hannah’nın aşağıya çekilmesini seyrediyordu. “Bebeği benim yerime öp” dedi. “De ki…” Hannah gerisini duyamadı. Kulakları kanla dolmuştu.
Kalbi teklerken, uyanmaya başladı. Oda hâlâ karanlık, vücuduysa soğuk ve nemliydi. Kendi kendine, bu sadece ter, dedi. Kan değil, ter. Teri kururken titremeye başladı ve etrafındaki havanın dengeyi sağlamak için giderek ısındığını hissetti. Tam tekrar içi geçmek üzereydi ki o sinyal sesi iki kere çaldı. Işıklar yandı ve parlak ışık gözlerini kamaştırdı. Bir Kırmızı olarak ikinci günü başlamıştı.
Tekrar dalmaya çalıştı ama beyaz ışık yakarak kapalı gözkapaklarının arasından, gözyuvarlarından ta beynine işliyordu. Kolunu gözlerinin üstüne kapatsa da kafatasının içini tutuşturan yabancı, parlak bir güneş gibi hâlâ görebiliyordu ışığı. Kasıtlıydı bu, biliyordu. Işıklar, küçük bir yüzdenin haricinde, mahkûmların uyumasını engelliyordu. Serbest kaldıktan sonraki ilk bir ay içinde yüzde doksanı intihar ediyordu. Sayıların verdiği mesaj netti: İşıklara rağmen uyuyacak kadar bunalımdaysan, ölmüş sayılırdın. Hannah uyuyamıyordu. Rahatlasa mı, ümitsizliğe mi kapılsa, bilemedi.
Yan tarafına döndü. Şiltenin içine yerleştirilmiş mikrobilgisayarları hissedemese de orada olduklarını, vücut ısısını, nabzını, kan basıncını, solunum oranını, beyaz hücrelerinin sayısını, serotonin düzeyini izlediklerini biliyordu. Mahrem bilgiler – ama Renkliler bölümünde mahremiyet yoktu.
Tuvalete gitmesi gerekiyordu, ama kameraları düşündüğünden elinden geldiği kadar tuttu. “Kişisel hijyen eylemleri” sansürlenip kamu yayınına verilmiyorsa da gardiyanlarla editörlerin bu görüntüleri de izlediklerini biliyordu. Sonunda, artık dayanamaz hale gelince ayağa kalkıp çişini yaptı. İdrarı sarıydı. Az da olsa teselli ediciydi bu.
Lavaboda bir bardakla bir de diş fırçası buldu. Dişlerini fırçalamak için ağzını açınca dilinin görüntüsüyle irkildi. Kırmızıya çalar bir mordu, ahududulu meybuz rengindeydi. Yalnızca gözleri değişmemişti, hâlâ akla çevrili siyahtı rengi. Deri renklendirme işleminin ilk dönemlerindeki gibi, virüs artık göz pigmentlerini değiştirmiyordu. Çok sayıda körlük vakası olmuş ve mahkemeler bunun zalimce ve olağan dışı bir ceza olduğuna hükmetmişti. Hannah o erken dönem donuk neon renkli bakışlı ve rahatsız edecek derecede ifadesiz yüzlü Renklilerin görüntülerini izlemişti. Hiç olmazsa kim olduğunu hatırlatacak gözleri hâlâ yerinde duruyordu: Hannah Elizabeth Payne, John ve Samantha’nın kızı. Rebecca’nın kız kardeşi. İsimsiz bir çocuğun katili. Acaba çocuk yaşasaydı, babasının hüzünlü kahverengi gözlerini, duyarlı ağzını, çıkık geniş alnını ve şeffaf cildini alır mıydı, merak etti.
Cildi yapış yapıştı, vücudu da ekşi ekşi kokuyordu. Duş ünitesine gitti. Kapısındaki tabelayı okudu: İÇME SUYU DEĞİLDİR. İÇMEYİN. Hemen altında giysisini asmak için bir kanca vardı. Tam üzerindekini çıkarmaya başlamıştı ki izleyenleri hatırlayıp giyinik halde duş kabinine girdi. Kapısını kapadı ve su harika bir sıcaklıkta akmaya başladı. Sıvı sabunluğu kullanıp vücudunu elleriyle sert sert ovuşturdu. Kabinin duvarları buharlanıncaya kadar bekledikten sonra soyunup hızlı hızlı sabunlandı, suyun altında vücudunu duruladı. Şimdiye dek alışmış olması gerekse de her zamanki gibi koltukaltındaki tüylerin eline değmesi onu şaşırttı. Tutuklandığından beri jilet vermemişlerdi. Başta koltukaltlarındaki ve bacaklarındaki tüyler uzayıp, o kısa sertlikten kurtulup da artık yumuşamaya başlayınca korkuya kapılmıştı. Şimdi böyle kadınca bir gururu düşünmek onu güldürdü, kapalı duş kabininin boşluğunda yüksek, çirkin bir ses çıkardı. O bir Kırmızıydı, kadınlığı önemsizdi.
İlk defa bir kadın Renkli gördüğü zamanı hatırladı, anaokuluna gidiyordu. Şimdiki gibi o zaman da sayıları oldukça azdı ve büyük çoğunluğu işledikleri hafif suçlar için kısa süreli cezalar almış Sarılardan oluşuyordu. Hannah’nın gördüğü kadın bir Maviydi – çok daha nadir rastlanan bir durumdu bu, ama o zamanlar bunu anlayamayacak kadar küçüktü. Çocuk tacizcileri genellikle serbest bırakıldıktan sonra hayatta fazla kalamazlardı. Bazıları intihar eder, çoğuysa ortadan kayboluverirdi. Cesetleri bıçaklanmış, silahla vurulmuş ya da boğulmuş halde çöp varillerinde, nehirlerde bulunurdu. O gün Hannah ile babası karşıdan karşıya geçiyorlardı, nemli pastırma yazına rağmen uzun kapüşonlu bir paltoya sarınmış, eldiven takmış bir kadın da karşıdan geliyordu. Kadın yaklaşırken, babası Hannah’yı sertçe kendine doğru çekmiş ve bu ani hareket kadının eğik başını kaldırmasına neden olmuştu. Yüzü ürkütücü bir kobalt mavisiydi ama Hannah’nın dikkatini çeken kadının gözleriydi. Hiddetle delicileşmiş bazalt parçalarına benziyorlardı. Hannah büzülüp kadından kaçmış, kadınsa iğrenç, mor dişetlerine gömülü bembeyaz dişlerini göstererek gülümsemişti.
Su freni devreye girdiğinde Hannah vücudunu iyice durulamamıştı. Kurutma tabancaları çalıştı ve üzerine sıcak hava verilmeye başladı. Hava kesilince temizlenmiş olmaktan dolayı kendini biraz daha iyi hissederek duştan çıktı.
Sinyal sesi üç kere verildi ve yemek paneli açıldı. Hannah aldırmadı. Ama bir öğünü daha atlamasına izin verilmeyecekti belli ki, çünkü kısa bir sürenin ardından farklı bir tonda bir sinyal sesi daha geldi; bu seferki iğne kadar sivri, dayanılmaz bir tizlikteydi. Hızla duvardaki girintiye koşup tepsiyi çıkardı. Ses kesildi.
Tepside biri benekli kahverengi, diğeri parlak yeşil iki besleyici bar ile bir bardak su ve bir de bej renkli iri bir hap vardı. Vitamine benziyordu, ama bilemezdi. Barları yiyip hapa dokunmadan tepsiyi girintiye koydu. Fakat tam arkasını dönmüşken o tiz ciyaklama yeniden başladı. Hapı alıp yuttu. Ses kesildi ve panel kapağı kapandı.
Şimdi ne var? diye geçirdi içinden. Dikkatini kendi görüntüsünden başka bir yere çekecek bir şey, herhangi bir şey görmeyi dileyerek ümitsizlik içinde gözlerini hiçbir özelliği olmayan hücrede gezdirdi. Revirde, hapishane müdürü virüsü enjekte etmelerinden hemen önce ona bir Kitabı Mukaddes vermek istemişti, ama adamın o kasıntı, kendini beğenmiş tavrı ve aşağılayıcı ses tonu, kitabı almasına engel olmuştu. Hem adamın tavrı hem de kendi gururu “Sizden hiçbir şey istemiyorum” demeye sevk etmişti onu.
Adam sıntmıştı. “O hücrede bir iki hafta tek başına kaldıktan sonra bu kadar kurumlu olacak mısın bakalım? Fikrini değiştireceksin, diğerleri gibi.”
“Yanılıyorsun” derken, içinden ben diğerlerine benzemem diye geçirmişti.
Müdür, Hannah hiçbir şey söylememiş gibi devam etmişti. “Değiştirdiğin zaman, istemen yeter. Ben icabına bakarım.”
“Söyledim ya, istemeyeceğim.”
Müdür meraklı bir tavırla yüzüne bakmıştı. “Sana altı gün veriyorum. En fazla yedi. İsterken lütfen demeyi de unutma.”
Şimdi Hannah o Kitabı Mukaddesi almadığına pişmandı. Sayfalarında huzur bulacağından değil -Tanrı’nın onu terk ettiği belliydi, üstelik bu yüzden O’nu suçlayamazdı- hayatını dönüştürdüğü bu kırmızı enkazdan başka kafa yoracak bir şeyler bulacağı için. Duvara yaslanıp, kayarak yere oturdu. Kollarını dizlerine sarıp başını da dizlerine dayadı, ama aynadan zavallı küçük kibritçi kız görüntüsü verdiğini görünce doğruldu, bacaklarını çaprazlayıp ellerini kucağına bıraktı. Ne zaman canlı yayında olduğunu anlamanın bir yolu yoktu. Her hücreden devamlı görüntü alınmasına ve yayının canlı olmasına rağmen, her mahkûmu her an göstermiyorlar, daha çok yapımcıların ya da editörlerin uygun gördüğü bir sırayla yayına veriyorlardı. Hannah sadece merkezî saat diliminde bile aralarından seçim yapılması gereken binlerce mahkûmdan yalnızca biri olduğunun farkındaydı, ama programı birkaç kez izlediği için, canlı yayında erkeklere kıyasla kadınlara, özellikle de güzel olanlara, Sarılara kıyasla da Kırmızılarla diğer suçlulara daha fazla yer verildiğini biliyordu. Ve gerçekten eğlenceli olanlardansanız – abuk sabuk şeyler söylüyor ya da hayali insanlarla konuşuyorsanız, bağırarak merhamet dileniyor, sinir krizleri geçiriyor ya da renginizden kurtulmak için derinizi kazımaya çalışıyorsanız (ki buna ancak bir raddeye kadar izin verilir, ardından cezalandırma sinyali duyulurdu)- ulusal yayına çıkarılabilirdiniz. Sırf ailesinin hatırı için sakin ve sıkıcı bir görüntü sergilemeye yemin etti. Şu anda onu seyrediyorlar mıydı? Ya o izliyor muydu?
Duruşmalara gelmemişti ama karar duruşmasına görüntülü olarak bağlanmıştı. O ünlü yüzünün olduğundan büyük hologramı karşısında süzülürken, Hannah’dan ısrarla savcılarla işbirliği yapmasını istemişti. “Hannah, eski papazın olarak senden yasalara uymanı ve kürtajı gerçekleştiren şahsın ve varsa bu suçta payı olan diğer şahısların adlarını söylemeni rica ediyorum.”
Hannah bir türlü onun yüzüne bakamamıştı. Bunun yerine, söylediklerinin hiçbir kelimesini kaçırmamak için oturdukları yerde öne eğilip dinleyen avukatları, mahkeme üyelerini, izleyicileri ve jüri üyelerini izlemişti. Üstünde pazar giysisi, kamburunu çıkarmış oturan ve mübaşirin onu mahkeme salonuna getirdiği andan beri başını kaldırıp gözlerine bakmamış olan babasını izlemişti. Elbette annesiyle ablası yanında değildi.
Muhterem peder, “Suç ortaklarına duyduğun yanlış sadakatin ya da merhametin seni etkilemesin” diye devam etti. “Sessizliğin, doğmamışlara karşı başka suçlar işlemeye teşvik etmekten başka ne yarar getirir onlara?” Hislerinin etkisiyle alçak, tok ve pürüzlü çıkan sesi salonda gürüldüyor, hazır bulunan herkesin kulak kesilmesini sağlıyordu. Yükselen bir ses tonuyla, “Tanrı’nın inayetiyle” dedi, “sana bir gün, içindeki kötülüğe karşı aşikâr bir zafer elde edebilesin diye aşikâr bir utanç bahşedildi. Günah ortaklarını şimdi içtiğin aynı acı ama bir o kadar arındırıcı kadehten içmekten mahrum mu bırakacaksın? Bunu çocuğunun ortaya çıkma cesaretinden yoksun olan babasından esirgeyecek misin? Hayır Hannah, adlarını şimdi vermek ve onları ömürlerinin geri kalanında cürümlerini saklamanın dayanılmaz ağırlığından kurtarmak daha iyidir!”
Yargıç, jüri üyeleri ve izleyiciler beklentiyle dönüp Hannah’ya baktılar. Bu ateşli çağrının gücüne karşı koyabilmesi imkânsız gibiydi. Ne de olsa bunlar herhangi birinin değil, yirmi bin kişilik cemaati olan Tutuşmuş Söz Kilisesi’nin sabık papazı, Küresel Yol, Hakikat ve Hayat Ruhbanlığının kurucusu, Başkan Morales’e bağlı İnanç Bakanlığı’nın otuz yedi yaşındaki yeni ve gelmiş geçmiş en genç bakanı, Peder Aidan Dale’in ağzından çıkmıştı. Hannah nasıl olur da isimleri vermezdi? Kim karşı koyabilirdi ki?
“Hayır” dedi. “İsim vermeyeceğim.”
Seyirciler bir ağızdan hayretle içlerini çektiler. Peder Dale, sessizce dua eder gibi elini göğsüne koyup başını önüne eğdi.
Hâkim, “Miss Payne” dedi, “kürtajcı ile çocuğun babasının kimliklerini vermeyi reddetmekle cezanızın altı yıl daha artacağı konusunda avukatınız sizi bilgilendirdi mi?”
“Evet.”
“Tutuklu ayağa kalksın, lütfen.”
Hannah avukatının dirseğinden tutup ayağa kalkmasına yardım ettiğini hissetti. Bacakları titredi, korkudan ağzı kurudu, ama yüzünü ifadesiz tutmayı başardı.
Hâkim, “Hannah Elizabeth Payne” diyerek başladı.
Peder Dale araya girdi. “Hükmün verilmesinden önce, mahkemeye bir kez daha hitap edebilir miyim?”
“Buyurun, Peder.”
“Ben bu kadının papazıydım. Ruhu benim sorumluluğumdaydı.” Hannah o zaman yüzüne, gözlerinin içine baktı. Gözlerinde gördüğü acı yüreğini burktu. “Bugün bu mahkemenin karşısında oturuyor olması sadece onun değil, onu doğru yola sevk etmekte başarısız olduğum için benim de suçumdur. Hannah Payne’i iki yıldır tanıyorum. Onun ailesine olan bağlılığına, yoksul ve zorda olanlara karşı iyiliğine, Tanrı’ya olan samimi inancına şahit oldum. İşlediği vahim bir suç olsa da, Tanrının yardımıyla günahlarından kurtulabileceğine inanıyorum. Ve merhamet gösterirseniz eğer, ona yardım etmek için elimden gelen her şeyi yaparım.”
Jüri arasında başını öne doğru sallayanlar, gözleri yaşaranlar oldu. Hâkimin sert ifadesi bile biraz yumuşamış, Hannah umutlanmaya başlamıştı. Ama hâkim, üzerindeki bir büyünün etkisinden kurtuluyormuş gibi başını sertçe iki yana salladı ve “Özür dilerim, Peder” dedi, “böyle vakalarda kanun kesindir.”
Hâkim tekrar Hannah’ya döndü. “İkinci dereceden cinayet işlemekten suçlu bulunan Hannah Elizabeth Payne’e Teksas Ceza Yargılama Kurumu tarafından deri renklendirme cezası uygulanmasına, sanığın Crawford Eyalet Hapishanesinin Renkliler bölümünde otuz gün mahkûmiyetine ve on altı yıl boyunca Kırmızı olarak kalmasına karar verilmiştir.”
Hâkim tokmağını indirdiği zaman Hannah ayaklarının üzerinde sallandı ama ne düştü ne de gardiyanlar onu salondan çıkarırken dönüp Aidan Dale’e baktı.