Gece vakti, çölü bir el arabasını çekerek geçen bir baba. Arabanın içinde annesiz iki çocuk; iki kardeş; biri kız, biri erkek. Küçük Peri için ağabeyi Abdullah, ağabeyden çok öte. On yaşındaki Abdullah’a sorsanız Peri, her şey demek. Köylerinden Kâbil’e varmak için çıktıkları yolculuğun sonunda aileyi yürek parçalayıcı bir son bekliyor. Fakat aslında bu bir son değil… Kardeşlerin başlarına gelenler -yakın ya da uzak- ilişki kurdukları tüm insanların hayatlarında nesiller boyu yankılanacak…
Hayat farklı aileleri sevgi ve fedakârlık, ihanet ve sadakat gibi ortak duygularla sınarken, karakterlerin başlarına gelenler ve yaptıkları seçimler, kitabın her biri ayrı bir renk ve lezzet taşıyan katmanlarını oluşturuyor. Afganistan’ın küçük bir köyünde doğan ve okuru Kâbil’den Paris’e, San Francisco’dan Tinos adasına taşıyan bu öykü, her sayfada renklenip güçleniyor.
Ve Dağlar Yankılandı, bizi biz yapan değerler üzerine düşündüren, ustalıkla yazıldığını her bölümde yeniden kanıtlayan, büyüleyici bir roman. Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş ile dünya çapında sevilen bir yazar olan Khaled Hosseini’nin yazarlığında bir dönüm noktası.
***
Bir
SONBAHAR 1952
Pekâlâ. Madem bir hikâye dinlemek istiyorsunuz, anlatacağım. Ama yalnızca bir tane. İkinizden biri sakın bir tane daha istemesin. Vakit geç oldu, üstelik Peri’yle beni uzun bir yolculuk bekliyor. Bu geceki uykuya ihtiyacın var, Peri. Senin de, Abdullah. Kız kardeşinle ben yokken, burası sana emanet; sana güveniyorum. Annen de öyle. Haydi bakalım. Tek bir öykü. Kulaklarınızı açın, iyi dinleyin. Ve sözümü kesmeyin.
Bir zamanlar, devlerin, cinlerin ve heyulaların ülkenin her yanında cirit attığı günlerde, Eyüp Baba adında bir çiftçi varmış. Ailesiyle birlikte Meydan Sabz adında, küçük bir köyde yaşarmış. Beslemesi gereken aile geniş olduğundan, Eyüp Baba bütün gün canla başla çalışırmış. Her gün, şafaktan gün batımına kadar uğraşır, tarlasını sürer, toprağı beller, sahip olduğu bir avuç şamfıstığı ağacıyla ilgilenirmiş. Ne zaman arasanız, onu tarlasında, akşamlara kadar savurduğu tırpan kadar eğik sırtıyla, iki büklüm çalışırken görebilirmişsiniz. Nasırın eksik olmadığı elleri sık sık kanarmış; geceleri başını yastığa kor komaz uyuyakalırmış.
Ancak bu bakımdan yalnız olmadığını söylemeliyim. Meydan Sabz’da yaşam bütün köy sakinleri için çetinmiş. Kuzeyde, vadilerde daha şanslı köyler yok değilmiş; onların meyve ağaçlan, çiçekleri, latif bir havası, serin, tertemiz suların aktığı dereleri varmış. Oysa Meydan Sabz adıyla, yani “Yeşil Meydan”la yakından uzaktan ilgisi olmayan, perişan bir köy, tam bir viraneymiş. Bir dizi sarp dağın çevrelediği, basık, tozlu bir düzlükte yer alıyormuş. Rüzgâr yakıcıymış, gözlere toz üfleyip dururmuş. Su bulmak günbegün yinelenen bir mücadeleymiş, çünkü köyün kuyuları, en derin olanlar bile habi- re kuruma noktasına gelirmiş. Evet, bir ırmak varmış elbette, ama köylülerin ona ulaşmak için yarım gün yol yürümesi gerekiyormuş, yetmezmiş gibi, suları yıl boyunca çamurluymuş. Şimdi, on yıllık kuraklığın ardından, ırmağın suyu da iyice azalmış. Uzun lafın kısası, Meyda Sabz halkı başkalarının yaşamının yansına sahip olabilmek için canını dişine takmak, onların iki misli çabalamak zorundaymış.
Ancak Eyüp Baba yine de kendini talihli sayıyordu, çünkü her şeyden aziz tuttuğu bir ailesi vardı. Karısına âşıktı, bırakın ona el kaldırmayı, sesini bile yükseltmezdi. Asla. Karısının fikirlerine değer verir, onun yârenliğinden gerçek bir zevk alırdı. Çocuklara gelince; Tanrı ona bir elin parmaklan kadar çocuk nasip etmişti; her birini yürekten sevdiği üç oğlanla iki kız. Kızları terbiyeli, şefkatli, sağlam karakterli ve namusluydu. Oğullarına dürüstlüğün, cesaretin, dostluğun ve yakınmadan canla başla çalışmanın değerini şimdiden öğretmişti. Her iyi evlat gibi babalarının sözünü dinler, tarlada ona yardım ederlerdi.
Eyüp Baba tüm çocuklarını çok sevse de, içlerinden birine, üç yaşındaki Kayis’e karşı gizliden gizliye, ayrı bir düşkünlüğü vardı. Kayis koyu mavi gözlü bir oğlandı. O cin gibi gülüşüyle büyüleyemeyeceği kimse yoktu. Hani yerinde duramayan, tükenmez enerjisiyle karşısındakilerin enerjisini tüketen çocuklar vardır ya, onlardandı. Yürümeyi öğrenince bundan öyle büyük bir zevk aldı ki, uyanık olduğu her ânı yürüyerek geçirmeye başladı, hatta bazen geceleri bile uykusunda yürüyor, herkesi telaşlandırıyordu. Uyurken kalkıp ailenin toprak evinden çıkar, ay ışıklı karanlıkta alıp başını giderdi. Ana babası doğal olarak kaygılanıyordu. Ya bir kuyuya düşerse, ya kaybolursa, daha da kötüsü, ya geceleri düzlükte sinsi sinsi dolanan yaratıklardan birinin hücumuna uğrarsa? Çare bulmak için bir sürü yol denediler, hiçbiri işe yaramadı. Sonunda Eyüp Baba’nın bulduğu çözüm, en iyi çözümlerin çoğu gibi, gayet yalındı: Keçilerden birinin boynundaki minik çıngırağı alıp Kayis’in boynuna taktı. Böylece oğlan gecenin bir vakti yatağından kalkacak olursa, çıngırağın sesi bililerini uyandıracaktı. Uyurgezerlik bir süre sonra sona erdi, ama Kayis çıngırağa öyle bağlanmıştı ki, çıkarmayı reddediyordu. Bunun üzerine, her ne kadar artık asıl amacına hizmet etmiyor olsa da, çıngırağın takılı olduğu sicimi oğlanın boynunda bıraktılar. Eyüp Baba yorucu bir günün ardından eve dönünce, kapıdan koşarak fırlayan Kayis yüzünü babasının göbeğine gömer, çıngırağın şıngırtısı o minicik adımlarına eşlik ederdi. Eyüp Baba onu kucaklayıp kaldırır, eve birlikte girerlerdi; babası elini yüzünü yıkarken Kayis büyük bir dikkatle onu izler, yemekte babasının yanına otururdu. Ailece karınlarını doyurduktan sonra, Eyüp Baba çayını yudumlarken ailesini seyreder, bütün çocuklarının evlendiği, ona boy boy torunlar verdiği, kendininse daha da geniş bir ailenin gururlu atası olacağı günlerin hayalini kurardı.
Ancak yavrularım, ne yazık ki Eyüp Baba’nın mutluluğu fazla uzun sürmedi.
Olay, bir gün bir devin Meydan Sabz’a gelmesiyle oldu. Dağlardan inip köye yaklaşırken, toprak atağı her adımla sarsılıyordu. Köylüler ellerindeki kürekleri, çapaları, baltaları bırakıp çil yavrusu gibi dağıldılar. Kendilerini evlerine kilitlediler, birbirlerine sokuldular. Devin ayak seslerinin sağır edici gümbürtüsü kesilince Meydan Sabz’ın tepesindeki gökyüzü karardı. Kafasından kıvrım kıvrım boynuzların fışkırdığı, omuzlarını ve güçlü kuyruğunu kalın, kapkara kılların kapladığı söyleniyordu. Gözlerinin kıpkırmızı parladığı iddia ediliyordu. Aslında kimse bilmiyordu, anlıyor musunuz, en azından canlı biri: Dev, kendisine gözü ilişeni oracıkta yiyordu. Bunu bilen köylüler akıllılık edip gözlerini yere çivilerdi.
Devin neden geldiğim köydeki herkes biliyordu. Başka köylere yaptığı ziyaretleri duymuşlardı; Meydan Sabz’ın bu kadar uzun süre onun dikkatinden kaçmayı nasıl başardığına şaşmaktaydılar. Belki de, diye düşünüyorlardı, Meydan Sabz’daki bu yoksul, çetin yaşantıları onların lehine olmuş, doğru dürüst beslenemeyen çocuklar et tutmamıştı. Ama buna rağmen, sonunda talihleri dönmüştü işte.
Meydan Sabz soluğunu tutmuş, titriyordu. Aileler devin onların evini atlaması için dua etmekteydi, çünkü onun çatıya hafifçe vurması halinde çocuklardan birini ona vermek zorunda olduklarını biliyorlardı. O zaman dev, çocuğu bir çuvala sokar, çuvalı omzuna atar ve geldiği yoldan dönerdi. Zavallı çocuğu da bir daha gören olmazdı. Ailelerden biri bu seçimi yapmaya yanaşmazsa, dev evdeki bütün çocukları alırdı.
Dev, bu çocukları nereye götürüyormuş peki? Dik bir dağın tepesindeki kalesine. Kale, Meydan Sabz’dan çok çok uzakmış. Ona ulaşana kadar vadileri, bir sürü çölü ve iki dağ zincirini aşmanız gerekiyormuş. Sonunda sadece ölümü bulacağını bilen hangi aklı başında insan yapar ki bunu? Kalenin, duvarları satırlarla kaplı zindanlarla dolu olduğu söyleniyordu. Tavanlardan et kancalan sarkıyormuş. Devasa şişler, mangal ateşleri varmış. Oradan yanlışlıkla geçen birini yakalarsa, devin hiç hoşlanmadığı halde yetişkin eti bile yediği söyleniyordu.
O gün devin o dehşetengiz eliyle hangi çatıyı tıklattığını anladınız herhalde. Bunu duyan Eyüp Baba’nın dudaklarından acı dolu bir feryat yükseldi, karısı buz kesip bayıldı. Çocuklar korkuyla, aynı zamanda da kederle ağlaşıyordu, içlerinden birinin gideceği kesinleşmişti çünkü. Aile bir sonraki gündoğumuna kadar kurbanını seçmek zorundaydı.
Eyüp Baba’yla karısının o gece çektiği işkenceyi size nasıl anlatsam? Hiçbir ana baba böylesi bir seçimle karşı karşıya kalmamalı. Karıkoca, çocukların duyamayacağı bir yerde ne yapmaları gerektiğini tartıştılar. Konuştular, ağladılar, konuştular, ağladılar. Bütün gece evin içinde volta atalar, şafak yaklaşırken onlar hâlâ karar verememişti – buysa devin işine geliyordu elbette; onların kararsızlığı sayesinde, bir tane yerine beş çocuğu birden alabilirdi. Sonunda, Eyüp Baba evin önünden aynı boyda, aynı biçimde beş tane taş topladı. Her birinin üzerine çocuklardan birinin adını yazdı, işi bitince de taşları bez bir torbaya koydu. Torbayı karısına uzatınca, kadın içinde zehirli yılan varmışçasına irkildi.
“Yapamam,” dedi başını sallayarak. “Seçen kişi ben olamam. Bunu kaldıramam.”
Eyüp Baba, “Ben de,” diye söze başlamıştı ki camdan, güneşin doğudaki tepelerin üstünden göz süzmesine dakikalar kaldığını gördü. Zaman azalıyordu. İçler acısı gözlerle beş çocuğuna baktı. Eli kurtarmak için parmaklardan biri kesilmeliydi. Gözlerini yumdu, torbadan bir taş çekti.
Eyüp Baba’nın hangi taşı çekriğini anladınız tabii. Üzerindeki adı görünce, yüzünü gökyüzüne çevirip acı dolu bir çığlık attı. Paramparça yüreğiyle en küçük oğlunu kucağına aldı; babasına körlemesine güvenen Kayis, kollarını mutlulukla onun boynuna doladı. Ancak babası onu evin önüne bırakıp kapıyı kapadıktan sonradır ki oğlan durumu anladı; dünyadan çok sevdiği oğlu kapıyı yumruklar, içeriye alması için babasına yalvarırken, Eyüp Baba gözlerini sımsıkı kapamış, sırtını kapıya yaslamış, öylece duruyor, yaşlar yanaklarından yuvarlanıyordu; toprak devin adımlarıyla zangırdar, oğlu çığlıklar atarken orada durdu, “Beni affet, affet beni,” diye mırıldandı; toprak, dev Meydan Sabz’dan çıkıncaya kadar sarsıldı, titredi; sonunda dev gitti, ortalık yatıştı, hâlâ ağlayan, Kayis’ten af dileyen Eyüp Baba’nın dışında herkes, her şey sustu.
Abdullah. Bak kardeşin uyuyakaldı. Şu battaniyeyi ört üstüne. Al. Aferin. Masalı burada kessem mi acaba’ Hayır mı? Devam etmemi mi istiyorsun? Emin misin evlat? Pekâlâ.
Nerede kalmıştık? Ah, evet. Bunu kırk günlük bir yas süresi izledi. Komşular her gün yemekler pişirip aileye getirdiler, onlarla birlikte nöbet tuttular. Herkes ne sunabiliyorsa onu sundu (çay, şekerleme, ekmek, badem), yanına da başsağlığı dileklerini ve duygudaşlığını ekledi. Eyüp Baba’nın ağzından teşekkürden başka sözcük çıkmıyordu. Bir köşede oturup ağlıyor, gözyaşları her iki gözünden de seller gibi, köydeki kuraklığı dindirmek istercesine boşalıyordu. İnsan onun çektiği azabı en aşağılık adama bile dilemezdi.
Aradan birkaç yıl geçti. Kuraklık sürdü, Meydan Sabz daha da beter bir yoksulluğa yuvarlandı. Bir sürü bebek, beşiğinde susuzluktan öldü. Kuyulardaki su iyice çekildi, ırmak Eyüp Baba’nın ıstırabının aksine kurudu; onun acısı her geçen gün daha da kabaran, taşkınlaşan bir ırmaktı. Ailesine artık hiçbir hayrı yoktu. Çalışmıyor, dua etmiyor, doğru dürüst yemiyordu. Karısının, çocuklarının yalvarıp yakarmalar fayda etmiyordu. İşleri kalan oğulları üstlenmek zorunda kaldı, çünkü Eyüp Baba tarlasının kenarına çöküp yapayalnız, mahvolmuş bir karaltı halinde dağlara bakmaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. Arkasından konuştuklarına inandığı için köylülerle dostluğu kesmişti. Oğlunu kendi eliyle teslim ettiği için ödleğin teki diyorlardı ona. Beş para etmez bir baba olduğunu. Gerçek bir baba devle mücadele ederdi. Ailesini koruma uğruna canını verirdi.
Bir gece karısına bundan bahsetti.
“Hiç de söylemiyorlar böyle şeyler,” dedi kadın. “Kimse senin ödlek olduğunu düşünmüyor.”
“Onları duyabiliyorum,” dedi Eyüp Baba.
“Duyduğun kendi sesin, kocam,” dedi karısı. Köylülerin onun arkasından neyi fısıldaştığını söylemedi. Adamın muhtemelen çıldırdığını fısıldıyorlardı birbirlerine.
Sonra bir gün, Eyüp Baba onlara aradıkları kanıtı verdi. Gün doğarken kalka. Karısıyla çocuklarını uyandırmadan, bez bir torbaya birkaç dilim ekmek tıkıştırdı, ayakkabılarını giydi, tırpanını beline bağlayıp evden çıktı.
Günlerce, günlerce yürüdü. Güneş uzaklarda soluk bir kızartıya dönüşünceye kadar yürüdü. Geceleri, rüzgâr dışarıda uğuldarken mağaralarda uyuyordu. Rüzgâr yoksa ırmak kenarlarında, ağaç altlarında yatıyor, iri kayaların altına sığınıyordu. Ekmeği bitince ne bulduysa onu yedi (yabani böğürtlenler, mantarlar, akarsulardan çıplak elle yakaladığı balıklar) bazı günler de hiçbir şey yemedi. Ama hep yürüdü. Yolda rastlaştığı kişiler nereye gittiğini sorunca o da söyledi, kimi güldü, kimi de deliye çattık diye düşünüp hızla uzaklaştı, kimileri, deve çocuğunu kaptıranlarsa onun için dua etti. Eyüp Baba başını öne eğdi ve yürüdü. Ayakkabıları dağılınca onları sicimlerle ayaklarına bağladı, sicimler kopunca yola yalınayak devam etti. Bu şekilde çölleri, vadileri, dağları aştı.
Sonunda, zirvesinde devin kalesinin bulunduğu dağa vardı. Hedefine ulaşmak için öylesine sabırsızlanıyordu ki durup dinlenmedi, hemen tırmanmaya koyuldu, giysileri yırtıldı, ayakları kanadı, saçı tozdan keçeleşti ama azmi hiç sarsılmadı. Ucu sivri, artıldı kayalar tabanlarını yardı. Yuvalarının yanından geçerken şahinler onun yanaklarını gagaladılar. Şiddetli rüzgârlar onu az kaldı yamaçtan aşağıya savuruyordu. Ama o tırmandı, bir kayadan ötekine geçti, sonunda kendini devin kalesinin muazzam kapılarının önünde buldu.
Eyüp Baba kapıya bir taş atınca, Kim bu cüretkâr? diye gürledi dev.
Eyüp Baba adını söyledi. “Meydan Sabz köyünden geliyorum,” dedi.
Ölümüne mi susadın? Beni böyle evimde rahatsız ettiğine göre, öyle olmalı! Ne istiyorsun?
“Buraya seni öldürmeye geldim.”
Kapının arka tarafında bir sessizlik oldu. Sonra çift kanatlı kapı gıcırdayarak açıldı ve dev göründü, o dehşet verici haşmetiyle Eyüp Baba’nın tepesine dikildi.
Öyle mi? dedi bir kasırga kadar kalın sesiyle.
“Aynen,” dedi Eyüp Baba. “Şöyle ya da böyle, bugün ikimizden biri ölecek.”
Bir an, dev Eyüp Baba’yı kaptığı gibi havalandıracak, hançer keskinliğindeki dişleriyle tek lokmada yutacakmış gibi göründü. Ama bir şey yaratığı duraksattı. Gözlerinin kısılmasına neden oldu. Belki yaşlı adamın ağzından çıkanların akıl almazlığı. Belki adamın görüntüsü; yırtık pırtık giysileri, kanlı yüzü, onu tepeden umağa kaplayan toz, derisindeki açık yaralar. Belki de yaşlı adamın gözlerinde korkunun zerresine bile rastlayamaması.
Nereden geliyorum demiştin?
“Meydan Sabz,” diye yanıtladı Eyüp Baba.
Haline bakılırsa, bu Meydan Sabz bayağı uzakta olmalı. “Buraya laklak etmeye gelmedim. Gelmemin nedeni…” Dev, pençeye benzeyen elini kaldırdı. Tamam. Tamam. Beni öldürmeye geldin. Anladık. Ama can vermeden önce son birkaç söz söylemeye hakkım vardır herhalde.
“Pekâlâ,” dedi Eyüp Baba. “Ama yalnızca birkaç kelime.” Dev sırıttı. Sağ olasın. Sana ne kötülük yaptım da ölüm fermanımı çıkardın, sorabilir miyim?
“En küçük oğlumu elimden aldın,” diye haykırdı Eyüp Baba. “O benim dünyada en sevdiğim varlıktı.”
Dev homurdandı, çenesini kaşıdı. Bir sürü babadan bir sürü oğul aldım, dedi.
Eyüp Baba öfkeyle tırpanına davrandı. “O zaman onların da öcünü almış olacağım.”
İtiraf etmeliyim ki cesaretin bende hayranlık uyandırıyor. “Cesaret nedir haberin bile yok senin,” dedi Eyüp Baba. “Cesaret göstermek için bir şeyin tehlikede olması lazım. Oysa ben buraya kaybedecek hiçbir şeyim olmadan geldim.” Canından olabilirsin ama, dedi dev.
“Sen canımı çoktan aldın.”
Dev, bir kez daha homurdandı, düşünceli düşünceli Eyüp Baba’yı süzdü. Bir süre sonra, Tamam o halde, dedi. Seninle düello edeceğim. Ama önce, beni izlemeni istiyorum.
“Acele et,” dedi Eyüp Baba. “Sabrım tükeniyor.” Ama dev çoktan dönmüş, dev boyutlu bir koridora doğru yürümeye başlamıştı bile; Eyüp Baba’nın da onu takip etmekten başka seçeneği kalmadı. Devin peşi sıra, tavanı neredeyse bulutlara sürtünen, her biri muazzam sütunlarla desteklenen koridorlardan oluşan bir labirente girdi. Pek çok merdiven boşluğundan, Meydan Sabz’ın tamamını içine alabilecek büyüklükte salonlardan geçtiler. Bu şekilde epeyce yürüdükten sonra dev.