Roman (Yabancı)

Veba -Albert Camus

Veba

Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan herhangi birşeyle göstermek kadar mantığa uygundur.

Daniel de FoeBu güncenin konusunu oluşturan ilginç olaylar 194.’te Oran’da meydana geldi.

Genel düşünceye göre biraz sıra dışı olduğundan bu olayların geçebileceği yer burası değildi, ilk bakışta Oran gerçekten de sıradan bir kent, Cezayir ‘in Fransız ilinden başka bir şey değildi.

Kentin kendisi de, itiraf etmek gerekir, çirkindir. Dingin görünümlü bu kenti başka onca ticaret kentinden farklı kılan şeyin ne olduğunu ayırt etmek için biraz zaman gerekir. Örneğin, ne bir kanat çırpışın ne de bir yaprak hışırtısının duyulmadığı, güvercini olmayan, ağaçsız ve bahçesiz bir kent, tam anlamıyla yansız bir yer nasıl düşünülür? Mevsimlerin değişimi ancak göğe bakılarak anlaşılır. İlkbahar yalnızca havanın niteliğinin değişmesinden ya da sokak satıcılarının banliyölerden getirdikleri çiçek sepetleriyle kendini duyurur; çarşı pazarda satılan bir ilkbahardır bu. Yazın, güneş fazla kuru evleri kavurur ve duvarları gri bir kül e örter; o zaman artık kapalı

kepenklerin gölgesinden başka yerde yaşanmaz. Sonbaharda, tersine çamur tufanı olur. Güzel günler yalnızca kışın olur.

Bir kenti tanımanın en bildik yol arından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır. Bizim küçük kentimizde, iklimden belki de, bunların tümü

bir arada yapılır, aynı tutkulu ve belirsiz havayla. Yani burada insanın canı sıkılır ve alışkanlıklar edinmeye özen gösterir. Burada yaşayanlar çok çalışırlar, ancak hep zengin olmak amacıyla değil. Özel ikle ticarete ilgi duyarlar ve onların deyişiyle, önce iş yapmakla ilgilenirler. Doğal olarak basit keyiflerden de zevk alırlar; kadınlardan, sinemadan ve deniz banyolarından hoşlanırlar.

Ancak, çok mantıklı olarak; bu zevklericumartesi akşamları ve pazar günlerine saklarlar, çünkü

haftanın tüm öteki günlerinde çok para kazanmaya çalışırlar. Akşam, bürolarından çıktıklarında bel i bir saatte karelerde buluşurlar, aynı bulvarda gezinti yaparlar ya da kendi balkonlarına çıkarlar. Daha genç olanların zevkleri şiddetli ve kısadır, oysa daha yaşlıların kötü huyları işkolik toplantıları, eş dost davetleri ve kâğıt oynanan çevrelerle sınırlıdır.

Kuşkusuz bunun yalnız bizim kente özgü bir şey olmadığı ve sonuçta tüm çağdaşlarımız böyle olduğu söylenecektir. Kuşkusuz, bugün, insanların sabahtan akşama çalıştıkları, sonra da yaşamak için geri kalan zamanlarını kâğıt oynayarak, kafelerde ve çene çalarak harcamayı

yeğledikleri kadar doğal hiçbir şey yoktur. Ancak bazı kentler ve ülkeler vardır, orada insanlar arada sırada başka şeyden kuşku duyarlar. Genelde bu onların yaşamını değiştirmez. Yalnız kuşku ortaya çıkmıştır ve bu da her zaman bir kazançtır. Tersine, Oran kuşkuları olmayan bir kenttir, yani tümüyle modern bir kent. Buna bağlı olarak, bizim burada insanların birbirini nasıl sevdiklerini belirtmeye gerek yoktur. Erkekler ve kadınlar aşk edimi denen şeyde çabucak birbirlerini yutarlar ya da iki kişilik uzun bir alışkanlık geliştirirler. Bu uçlar arasında çoğunlukla bir orta nokta yoktur. Bu da özgün bir şey değil. Her yerde olduğu gibi Oran’da da zamansızlıktan ve düşünmemekten insanlar bilmeden birbirini sevmek zorundadır.

Kentimizde daha özgün olan burada ölmenin güçlüğüdür. Aslında güçlük doğru sözcük değil, rahatsızlık demek daha doğru olacak. Hasta olmak hoş bir şey değildir, ancak size hastalıkta destek olan kentler ve ülkeler vardır ve buralarda bir bakıma insan kendini bırakabilir. Bir hastanın şefkate gereksinimi vardır, bir şeye yaslanmaktan hoşlanır, çok doğaldır bu. Ancak Oran’da iklimin aşırılıkları, burada yürütülen işlerin önemi, dekorun belirsizliği, şafağın çabuk sökmesi ve zevklerin niteliği, her şey sağlıklı olmayı gerektirir. Bir hasta kendini yapayalnız buluverir.

Nüfusun tümünün telefonda ya da kafelerde poliçelerden, konşimentolardan ve indirimlerden söz ettiği aynı dakikalarda sıcaktan çıtırdayan yüzlerce duvarın ardında kapana kıstırılmış ölmek üzere olan birini düşünelim. Modern bile olsa ölümdeki rahatsızlık böyle, kurak bir yerde meydana geldiğinde anlaşılacaktır.

Bu birkaç bilgi belki kentimizle ilgili yeterli bir fikir verir. Hem sonra hiçbir şeyi abartmamak gerekir.

Altı çizilmesi gereken, kentin ve yaşamın sıradan görünümüdür. İnsan alışkanlıklarını edindikten sonra günlerini kolay geçirir. Kentimiz tam da alışkanlıklar için uygun bir yer olduğuna göre burada bundan iyisi can sağlığı denebilir. Bu • açıdan bakınca, kuşkusuz yaşamın çok tutku verici olmadığı görülür. En azından bizde karmaşa nedir bilinmez. Ve bizim içten, sempatik ve hareketli nüfusumuz buraya yolu düşmüş kişilerde her zaman bel i ölçüde saygı uyandırmıştır. Renkten, bitkiden ve ruhtan yoksun kentimiz sonunda dinlendirici bir yer gibi durmaya başladı, sonunda burada uyunuyor. Ancak kentin, mükemmel çizilmiş bir koyun önünde, çıplak bir yaylanın ortasında, ışıklı tepelerle çevrili eşsiz bir manzaraya iliştirilmiş olduğunu da eklemek yerinde olacaktır. Yalnızca bu koya sırtını çevirmiş olması ve bundan dolayı, insanın hep arayıp bulmak zorunda kaldığı denizi görmenin olanaksız olması üzücü olabilir.

O yılın ilkbaharında meydana gelen ve burada güncesini aktarmaya karar verdiğimiz ciddi olaylar dizisinin ilk göstergeleri olan —bunu sonradan anladık— olayları hiçbir biçimde kentlilerin düşünemeyeceğini, bu noktada herkes kolayca kabul edecektir. Bu olaylar kimilerine iyice doğal gelecektir, kimilerine de, tersine, inanılması güç. Ancak, her şey bir yana, bir vakanüvis bu çelişkileri göz önüne alamaz. Onun görevi yalnızca, “Şunlar meydana geldi,” demektir, eğer bunların gerçekten de meydana geldiğini ve tüm bir halkın yaşamını ilgilendirdiğini biliyorsa ve böylece söylediklerinin doğruluğunu içtenlikle onaylayacak binlerce tanık varsa.

11Kaldı ki, kaderin cilvesiyle bel i sayıda tanıklıkları derleme olanağı bulmasaydı ve anlattığını

ileri sürdüğü şeylere ister istemez karışmasaydı, zamanla tanıyacağınız anlatıcı bu tür bir girişim içinde bir değerlendirmede bulunma sıfatını pek kazanamazdı. İşte ona bir tarihçi yapıtı ortaya koyma hakkı tanıyan da budur. Tabi ki, amatör de olsa, bir tarihçinin her zaman belgeleri vardır.

Bu öykünün anlatıcısının da kendi belgeleri var: Öncelikle kendi tanıklığı, sonra başkalarının tanıklığı; bunun nedeni de rolü gereği, bu güncedeki tüm kişilerin anlattığını derlemek zorunda olmasıydı, son olarak da, sonunda eline geçen metinler. Uygun olduğu kanısına vardığında bunlardan dilediğince yararlanmak istemektedir. Bir şey daha istemektedir… Ancak sıranın anlatıya gelmesi için belki de artık bu yorumları ve dilsel önlemleri bırakmanın zamanıdır. İlk günlerin anlatılması biraz özen istiyor.

16 Nisan sabahı Doktor Bernard Rieux muayenesinden çıktı ve sahanlığın ortasında ölü bir fareyle karşılaştı. O anda fazla önemsemeden hayvanı ayağıyla itti ve merdivenleri indi. Ancak sokağa geldiğinde, bu farenin olması gereken yerde olmadığı aklına geldi ve kapıcıya haber vermek üzere geri döndü. Yaşlı Mösyö Michel ‘in tepkisi karşısında bu gördüğünün alışılmadık olduğunu daha iyi hissetti. Bu ölü farenin varlığı ona yalnızca tuhaf gelmişti, oysa kapıcı için bir rezaletti. Zaten bu sonuncunun tavrı kesindi: Apartmanda fare yoktu. Doktor boşu boşuna onu ilk katın sahanlığında muhtemelen ölü bir fare bulunduğuna inandırmaya çalıştı; Mösyö Michel’in kanısı biraz olsun değişmiyordu. Apartmanda fare yoktu, o zaman biri bunu dışarıdan getirmiş

olmalıydı. Sözün kısası, bir şaka söz konusuydu.

Aynı akşam, Bernard Rieux koridorun iyice dibinde yalpalayan ve ıslak tüylü, büyük bir fare gördüğünde, apartmanın girişinde, dairesine çıkmadan önce, ayakta durmuş anahtarlarını

arıyordu. Hayvan dengesini arıyormuş gibi durdu, küçük bir çığlıkla kendi çevresinde döndü ve aralanmış dudaklarından kan fışkırtarak sonunda devrildi. Doktor bir süre onu izledi ve dairesine çıktı.

Düşündüğü fare değildi. Bu fışkıran kan, onu kafasını kurcalayan konuya döndürüyordu. Bir yıldır hasta olan karısı ertesi gün dağda bir dinlenme yerine gidecekti. Ona tembih ettiği üzere, karısını

odalarında yatıyor buldu. Böylece karısı yol yorgunluğuna hazırlanıyordu. Gülümsüyordu.

— Kendimi çok iyi hissediyorum, dedi.

13Başucu lambasının ışığında doktor yüzünü ona çevirmiş bakıyordu. Rieux için otuz yaşındaki bu yüz, hastalığın izlerine karşın hep gençlik yüzüydü, belki de geri kalan her şeyi alt eden şu gülümseme yüzünden.

— Uyuyabilirsen uyu, dedi Rieux. Hastabakıcı saat on birde gelecek ve sizi öğle trenine götüreceğim.

Hafifçe nemlenmiş bir alnı öptü. Gülümseyiş kapıya kadar ona eşlik etti.

Ertesi gün, 17 Nisan saat sekizde kapıcı geçerken doktoru durdurdu ve koridorun ortasına üç ölü

fare koyarak bu soğuk şakayı yapanlara suçu yükledi. Onları büyük kapanlarla yakalamış

olmalılardı, çünkü hayvanlar kan içindeydi. Kapıcı fareleri ayaklarından tutarak, suçluların bu acı

alay karşısında kendilerini ele vermeleri beklentisiyle bir süre kapının önünde beklemişti. Ama hiçbir şey olmamıştı.

— Ah şu insanlar! diyordu Mösyö Michel, sonunda elime geçireceğim onları.

Kafası karışan Rieux, ziyaretlerine müşterileri arasında en yoksul arın oturduğu dış semtlerden başlamaya karar verdi. Oralarda çöp toplama işi çok daha geç saatlerde yapılıyordu ve bu semtin dar ve tozlu yol arı boyunca ilerleyen araba kaldırım kenarlarına bırakılmış çöp kutularına değip geçiyordu. Böyle ilerlediği bir yolda sebze artıkları ve kirli paçavraların üzerine atılmış bir düzine kadar fare saydı.

İlk hastasını yatakta buldu, hem yatak odası hem de yemek odası olarak kul anılan oda sokağa bakıyordu. Sert ve yıpranmış yüzlü, yaşlı bir Ispanyoldu. Önünde, örtünün üzerinde bezelye dolu iki tencere duruyordu. Doktorun içeri girdiği sırada yatağında yarı doğrulmuş yaşlı astımlı

öksürüğünü yeniden yakalamak için kendini geriye atıyordu. Karısı bir leğen getirdi.

— Ee doktor ortaya çıkıyorlar, gördünüz mü? dedi iğne sırasında.

— Evet, dedi kadın, komşu üç tane bulmuş. 14

Yaşlı adam el erini ovuşturuyordu.

— Ortaya çıkıyorlar, bütün çöp tenekelerinde görüyoruz, açlıktan bu!

Çok geçmeden Rieux burada oturan herkesin fareleri konuştuğunu saptamakta güçlük çekmedi.

Ziyaretleri bitince evine döndü.

— Yukarıda, size bir telgraf var, dedi Mösyö Michel. Doktor ona yeni fareler görüp görmediğini sordu.

— Yo hayır, dedi kapıcı, kapıyı gözetliyorum, anlarsınız. O domuzlar da göze alamıyorlar.

Telgraf Rieux’ye annesinin ertesi gün geleceğini bildiriyordu. Hastanın yokluğunda oğlunun eviyle ilgilenmeye geliyordu. Doktor evine girdiğinde hastabakıcı gelmişti. Rieux, tayyör giymiş, yüzünü

boyayla renklendirmiş, ayakta duran karısını gördü. Ona gülümsedi:

— İyi, dedi, çok iyi.

Bu süre sonra garda onları yataklı vagona yerleştiriyordu. Karısı kompartımana bakıyordu.

— Bizim için fazla pahalı değil mi?

— Gerekli bu, dedi Rieux.

— Nedir şu fare hikâyesi?

— Bilmiyorum. Tuhaf, ama geçecek.

Sonra karısına çabuk çabuk ondan özür dilediğini, onunla daha yakından ilgilenmesi gerektiğini ve onu çok ihmal ettiğini söyledi. Karısı susmasını istediğini bel i edercesine başını sallıyordu.

Ama Rieux ekledi:

— Geri döndüğünde her şey daha iyi olacak. Yeniden başlayacağız.

— Evet, dedi gözleri parlayarak, yeniden başlayacağız.

Bir süre sonra kocasına sırtım dönüyor ve camdan bakıyordu. Peronda insanlar aceleyle koşturuyor ve birbirlerine çarpıyorlardı. Lokomotifin tıslayan sesi onlara kadar geliyordu. Karısını

adıyla çağırdı, kadın başını çevirdiğinde yüzünün gözyaşlarıyla ıslanmış olduğunu gördü.

— Hayır, dedi yumuşaklıkla.

15Gözyaşlarının ardından biraz buruk, gülümsemesi belirdi. Derin bir soluk aldı:

— Haydi git, her şey iyi olacak.

Karısına sıkı sıkı sarıldı ve şimdi peronun üzerinde, camın öte yanında artık yalnızca, onun gülümsemesini görüyordu.

— Rica ediyorum, kendine iyi bak, dedi karısına. Ama o duyamıyordu.

Çıkışın yakınında, peronda Rieux, oğlunu elinden tutmuş, sorgu yargıcı Mösyö Othon’u burun buruna geldi. Doktor ona yolculuğa çıkıp çıkmadığını sordu. Biraz eskilerin sosyete adamı

dedikleri insanları, biraz da ölü taşıyıcılarını andıran, uzun ve siyah bir adam olan Mösyö Othon sevimli bir sesle ancak kısaca yanıtladı:

— Benim aileme saygılarını sunmaya giden Madam Othon’u bekliyorum.

Lokomotifin düdüğü öttü.

— Fareler… dedi yargıç.

Rieux trenin yönüne doğru bir hamle yaptı, ama yeniden çıkış tarafına döndü.

— Evet, dedi, önemli değil.

Bu anla ilgili tek aklında kalan, kol arının altında ölü farelerle dolu bir kasa taşıyan bir görevlinin geçtiğiydi.

Aynı gün öğleden sonra, Rieux muayeneye başlarken, gazeteci olduğu ve sabah geldiği söylenen genç bir adamı kabul etti. Adı Raymond Rambert’di. Kısa boylu, kalın omuzlu, kararlı yüzlü, açık ve zeki gözleri olan Rambert’in sırtında spor giysiler vardı ve keyfi yerinde gibiydi. Doğrudan konuya girdi. Paris’teki büyük bir gazete adına Arapların yaşam koşul arını araştırıyordu ve onların sağlık durumlarıyla ilgili bilgiler istiyordu. Rieux bu durumun iyi olmadığını söyledi. Ancak fazla ileri gitmeden önce, gazetecinin doğruyu söyleyip söyleyemeyeceğini bilmek, öğrenmek istiyordu.

— Tabi , dedi beriki.

16

— Şunu demek istiyorum: Tam bir eleştiri getirebilir misiniz?

— Tam değil, bunu açıkça belirtmeliyiz. Ancak sanıyorum böyle bir eleştiri dayanaktan yoksun olurdu.

Rieux yumuşak bir tonla gerçekten de böyle bir eleştirinin dayanaktan yoksun olacağını, ancak Rambert’in tanıklığının eksiksiz olup olamayacağını yalnızca bilmek istediğini söyledi.

Ben tam olmayan tanıklık dışında bir şey kabul etmem. Böylece sizin tanıklığınızı da kendi bilgilerimle desteklemeyeceğim.

— Bu SaintJust’ün dili, dedi gazeteci gülümseyerek. Rieux ses tonunu yükseltmeden o konuda hiçbir şey

bilmediğini, bunun yaşadığı dünyadan bıkmış, ancak yine de benzerleriyle aynı zevklere sahip olan ve kendi adına haksızlık ve ödünleri reddetmeye kararlı bir insanın dili olduğunu söyledi.

Rambert, boynu omuzlarına gömülmüş, doktora bakıyordu.

— Sizi anladığımı sanıyorum, dedi sonunda ayağa kalkarak.

Doktor onunla kapıya doğru yürüdü:

— Olayları bu şekilde ele aldığınızdan ötürü size teşekkür ederim.

Rambert sabırsızlanıyor gibiydi:

— Evet, anlıyorum dedi, sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim.

Doktor onun elini sıktı ve şu sıralar kentte bulunan ölü farelerin miktarıyla ilgili ilginç bir röportaj yapılabileceğini söyledi.

— Evet, beni ilgilendirir bu, dedi coşkuyla Rambert. Saat on yedide yeni ziyaretler için evden çıkarken doktor merdivenlerde hantal yapılı, kalın kaşlarla belirginleşmiş geniş ve çökmüş yüzlü, henüz genç bir adamla karşılaştı. Apartmanının en üst katında oturan İspanyol dansçılarda birkaç kez ona rastlamıştı. Jean Tarrou ayaklarının dibinde, bir basamağın üzerinde can çekişmekte olan bir farenin….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Yetenek – Yedi Krallık Üçlemesi 1.Kitap

Kristin Cashore

Göç – Drizzt Efsanesi 3. Kitap

Editor

Anneler Mafyası

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası