Yeni Sarayın buğulu ve ihtişamlı atmosferinde geçen, benzersiz bir iktidar savaşı…
Kırım Hanı’nın Osmanlı’ya gönderdiği hediyeler hem Sultan Süleyman’ı, hem de saray halkını etkilemişti. Değerli kumaşlar, mücevherler, takılarla beraber birbirinden alımlı cariyeler de Sultan Süleyman’a sunulmuştu. İçlerinden sadece biri padişahın gözlerine bakmaya cesaret edebildi. Çocuk yaşta esir düşmüş, kaderine boyun eğmeye razı olmayan, güzeller güzeli Aleksandra.
O, Saraydaki yüzlerce kadının cesaret edemediğini yapmış ve Sultanın içinde bir kıpırtı yaratmayı başarmıştı. Bu kıpırtı ileride Osmanlı Sarayı’nda yaşanacak büyük sarsıntıların, mücadelelerin, aşkların ve ölümlerin habercisiydi. Ama o an bunu kim bilebilirdi ki?
Köle olarak saraya gelen genç cariye, aklını ve güzelliğini kullanarak saraydaki yerini ilk günden sağlamlaştıracak, Valide ve Haseki Sultanların hükmünü sarsacaktı. Süleyman’ın gönlünü saran ateş bir imparatorluğun tarihini değiştirecek, dünyalar padişahına dönemin en büyük şiirlerini yazdıracaktı.
Dört kıtaya egemen padişahın ve koca Osmanoğlu’nun kaderi Aleksandra’nın, Süleyman’ın verdiği adıyla Hürrem’in, iki dudağının arasındaydı artık.
***
Kırım Sultanı’nın Yolladığı Güzel Cariye
Hafsa Sultan oğlunun yanında, oturuyor, Haseki Mahidevran ayakta duruyordu. Ortaya eşyalar yığılmıştı. Hünkar, isteksiz bakışlarla uzun bir sure bu eşya yığınlarını izledi, sonra yüzünü annesine çevirdi:
“Valide! Şu samur kürkleri hazinedara yolla. Kakımları sen al, safran renginde olanları Mahidevran’a ver, ipeklileri cariyeler arasında paylaştır,” dedi, yerinden kalktı, kapıya doğru yürüdü. Geniş ve ileriye doğru çıkık alnı kırışıktı. Esmer yüzünde karmaşık düşüncelerin izleri seziliyor, gözlerinin üstüne kadar inen iki balıkçıl kuşu tüyüyle süslü yusufi kavuk bu sert yüzü iyice korkunçlaştırıyordu.
Hafsa Sultan, uzun boyu ve gururlu ifadesiyle uzaklaşan oğluna hayran haytan baktı ve seslendi. “Aslanım. Kırım Hanı’ndan gelme bir de canlı armağan var.”
Sultan durdu ve yürüyüşünü sendeleten bu haberden hoşlanmadığını hissettirmek ister gibi ters ters baktı.
“Bir cariye değil mi? Görmeye değmez. Kime dilersen bağışlayabilirsin.”
“Fakat güzel kız. Alımlılığınaysa diyecek bir şey yok. Bir gören bir daha görmek İster.”
Haseki Mahidevran kıpkırmızı kesildi, sinirden titreyen bir sesle Valide Sultan’ın sözünü kesti.
“Çirkinlere güzel denildiğini de yeni işitiyorum. Neresi güzel o Moskof tutsağının? Gözü paslı, yüzü yaslı. Üstelik burnu da eğri! O güzel görünüyorsa size, bize ne demeli bilmem?”
Hükümdar yavaş yavaş geri döndü, gözdesi ve hem ölü hem de diri birkaç çocuğunun annesi kıskanç Haseki’nin yanına geldi, bir elini onun omzuna koydu.
“Elması kuyumcu, altını sarraf anlar. Validemin gözü de güzelliğin mihenk taşıdır. Ne şaşar, ne aldanır,” dedi, annesine döndü.
“Kırım Hanı’nın canlı armağanını görmek isterim. Emret de getirsinler.”
Terbiye sınırını bilinçsiz bir küstahlıkla aşan Haseki’yi cezalandırma fırsatı doğmuştu. Hafsa Sultan, bir kaynana acımasızlığıyla bu fırsattan yararlandı ve Mahidevran’ın kıskandığı kızı çağırma görevini yine haseki Mahidevran’a verdi.
“Yavrum, dışarı çık da şu Rus kızını istet. Bizi de biraz yalnoız bırak.”
Darbe ağırdı, güzel haseki iliklerine kadar titriyordu. Fakat ne yapabilirdi? Birkaç şehzade doğurmuş olmasına rağmen, eninde sonunda bir cariyeydi. Burada, bu saraydaysa söz söyleme hakkı ancak Padişahın ve sonra annesinindi. Onlar dil birliği yapınca kendisine susmak, kalbini de susturmak düşerdi.
Bununla beraber umutsuzluğa düşmüş değildi. Padişahın Kırım’dan gelen kızı beğenmeyeceğini, şöyle bir görüp geri çevireceğini ve geceleyin yine kendine geleceğini umuyordu.
İşte bu umuda ayaklarını sürüye sürüye odadan çıktı, kapı önünde nöbet bekleyen harem ağasına Valide Sultan’ın emrini tebliğ etti.
“Hani Kırımdan pasaklı bir kız gelmişti ya, işte onu İstiyorlar. Git, baş kalfaya söyle, alıp buraya getirsin, fakat kahpeyi süsleyip püslemeye kalkışmasın, ne kılıktaysa el değmesin, öylece göndersin.”
Zenci harem ağası cariyeler koğuşuna doğru yürürken ekledi.
“Baş kalfa odasına dönmeden beni de görsün!”
Şimdi yüreği taşlaşmış halde ve kibirle kendi dairesine gidiyordu. Duyduğu azap, yüreğinde ve beyninde kanayan sıkıntı büyüktü. Bununla beraber, annesinden dayak yerken isteyip de elde edemediği şekerlemenin hayalini nemli gözlerinden uzaklaştıramayan hırçın çocuklar gibi, Kırım’dan gelen cariyenin yüzünü gözbebeklerinden kovamıyor, onunla birlikte yürüyordu.
Odasına da aynı düşü taşıyarak girdi, bir köşeye yığılarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Kaynağını anlayamadığı bir duygu, on yıldan beri sadece kendinin olan erkekten anık uzaklaşacağını sezdiriyor ve bu seziş onun gür siyah saçlarının her teline terden birer dizi inci işliyordu.
Bir ara yaş dolu gözlerinin önüne oğlu Mustafa’nın sevimli yüzü geldi ve benliğini altüst eden sıkıntı azalır gibi oldu. Henüz beş yaşındaki Mustafa, elinden kaçacağını sandığı sultanının veliahtıydı. Babası ölünce taht ve bütün devlet; saltanat ve egemenlik onun eline geçecekti. Şu halde gelecek, valide sultan olacağı İçin kendisinin demekti ve o mutlu günü sabırla bekleyip şimdi ses çıkarmayacaktı.
Haseki Mahidevran bu düşünceyle rahat bir nefes aldı. Er yada geç valide sultan olduğu gün, kendisine bu acı dakikaları yaşatan ve kim bilir daha ne acılar yaşatacak Rusyalı kızdan hıncını çıkarmanın hayalini kurarak gözlerini sildi, dudaklarına umutsuzlukla umudun birleşmesini temsil eden kederli ve tadı bir tebessüm yayıldı, oğlunun odasına geçti. Hain görünen durmunu kendi odasının eşiğinde bırakıp çok şey vaat eden geleceğin kucağına koşuyordu. Artık memnundu ve kalbine yayılan sıcak heyecandan saçlarının teri bile kurumuştu.
O, sekiz on yaşlarında yavru bir zenci odalığı yere yatırıp kendini harem ağası yerine koyarak kamçılamakla, arada sırada da, “Seni satılık et seni! Kapı dinleyip söz taşımaya çalışıyorsun ha” diye haykırmakla uğraşan oğlunu, özgürlük fermanını kucaklayan yorgun bir cariye şevkiyle kollan arasına alırken sözcükleri çılgın buselere karıştırarak deli deli söyleniyordu.
“Sen yaşa oğlum, beni de yaşat. Baban kucaktan kucağa dolaşsın. Bir gün olur, o da yorulur, şu bulanık sular durulur, yeni yeni meclisler kurulur, şimdi vuranlar o gün vurulur!”
O sırada Hafsa Sultanın odasında da başka bir sahne görülüyordu. Baş kalfa, Kırım Hanı’ndan gelme canlı armağanı odaya getirmiş ve harıl harıl yakınmaya başlamıştı.
“Kız değil sultanım, bu bir afet. Dün geldi, ayağının tozuyla koğuşu karıştırdı. Deli desem iftira olacak çünkü gözlerinde zeka ışığı parıldıyor. Akıllı desem yakışmayacak çünkü yaptıklarını hiçbir akıllı yapmaz. Sürekli ağlıyor, durmadan çırpınıyor. Gözyaşlarını sil diye mendil uzatsak alıp yırtıyor, yanağını okşayacak olsak elimizi ısırıyor, koğuşta tırmalamadığı
yüz, tekmelemediği bacak yok. Hani konuktur, yurdundan ayrı düşmüş bir zavallıdır diye düşünüp acımasam ağalara yalvarıp kırbaçlatacaktım. Yirmi dört saat içinde anamdan emdiğimi burnumdan getirdi. Ya geceleyin yaptıkları? Hepimiz tatlı tatlı uyurken onun boğazlanıyormuş gibi acı acı böğürerek bîr sıçrayışı, kapıya pencereye bir saldırısı var ki Edirne tımarhanesindeki zincirli deliler yapmaz. Ferman sultanımın, heybetli efendim indir ama cariyenize kalırsa bu kızı bir baltacıya filan vermeli, saraydan uzaklastırmalı. Uslanacağını sanmıyorum.”
Bu sözleri o, Hafsa Sultan’ı muhatap alarak söylüyordu ve kendini dinleyen de yine kendisiydi. Padişahın söylenenlerle ilgilendiği yoktu, kulağım sağırlaştırarak bütün duygusallığını gözlerine toplamış, Kırım’dan gelen canlı armağanı süzüyordu.
Kız, şu soyu sopu belirsiz kız, İstanbul Fatihi’nin düşüremediği Belgrad kalesini tahta çıkar çıkmaz ele geçiren bu genç hükümdarı, Osmanlı İmparatorluğu’nun henüz yirmi yedi yaşında bulunan bu biricik hakimini derin derin meşgul edecek, oyalayacak ve hatta sağır bırakacak bir değerde miydi?
Görünüşe göre hayır. Kızıl Rusya’nın bir köyünde doğmuş, papaz babasının İsa adına verilen basit sadakalardan oluşan dar bütçesine ağıt bir yük oluşturarak yarı aç ve yarı çıplak yaşamış, kiliseyle kulübesi arasında sürünen kısa yoldan başka bir ufuk görmemiş, yazma ve okuma Öğrenmemiş olan bu genç kız, üzerinde uzun uzun durulacak hiçbir güzel nokta, hiçbir güzel hat ve hiçbir güzellik taşımıyordu. Çirkin değildi, fakat çok güzel de sayılmazdı. Çok beyazdı, etine dolgundu, uzun boyluydu- Burnunda garip asalet vardı, yüzüne çevrilen bakışları daha uzaktan yakalamak İster gibi kalkıktı. Şahlanmış bir gurura, canlı ve duygulu bîr kıskaca benziyordu. Saçları kalın ve açık kumraldı. O gün, iyi taranmadığı İçin bu saçlar, henüz çile haline konmamış bir ipek kümesini andırıyordu. Kalınca dudaklarında hırçın bir kıvrılış, koyu mavi gözlerinde bulutlanmaya hazıt kaygılı bir gökyüzü hali vardı. Üstüne baş kalfanın zoruyla. Bursa işi hareli kumaştan bir kısa kaftan, onun altına sırmalı kadifeden bir yelek giymişti. Ne bu yelek, ne ipekli ve üç yırtmaçlı entarisi, gümüş göğsünün lekesiz beyazlığını örtmüyordu ve omuzlarından bu yarı açık göğse doğru dökülen saçlar, olgun bir aya sarılmış Samanyolu yıldızlarının gölgelerine benziyordu.
O sırada henüz kırk beş yaşında olan Hafta Sultanla bu on yedi yaşındaki Moskof kızı yan yana konulursa sultan iyi tıraşlanmış elmas bir top, genç kız da toprak altından yeni çıkarılmış ve yamru yumruluğu giderilmemiş bir yakut parçası gibi görünebilirdi. Bîri o kadar olgun, diğeri o kadar hamdı.
Fakat Rus kızında anlaşılmaz bir yaşam gizemi, nereden ve nasıl fışkırdığı belli olmayan bir çekicilik vardı. O darmadağın saçlara, o kaygılı gözlere, o kalkık burna, o kıvrık ve kalın dudaklara, hatta o basit kıyafete rağmen bu sır, bu çekicilik Sultan Süleyman’ı da büyülemiş, tatlı bir hayret içinde bırakmıştı.
Belgrad’ın genç fatihi, dar görünüp de geçit vermeyen berrak, fakat gizemli bîr dere önünde bulunuyormuş gibi şaşkındı.
Dalgasız, sessiz, göründüğü halde böğründe aşılmaz, geçilmez bir derinlik saklayan bu derenin sırrını yakalamak, özünü bulup onayı koymak için zekasını yoruyor, İradesini zorluyordu.
Bu kızın neresi ve nesi güzeldi? Niçin gözlerini ondan ayıramıyordu ve neden yüreği hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı? Hükümdar bakışlarını Kırım’dan gelme canlı armağanın kederli gözlerinden, kıvrık dudaklarından ve özellikle kalkık burnundan ayıramamakla beraber hep bu sırrı düşünüyordu. Kızı güzel bulmamıştı ama beğeniyordu. Candan beğeniyordu ve sebebini anlayamıyordu ve ayrıca bu durum onu üzüyordu.
Sultan Süleyman bakışlarını büyülemiş, yüreğine benzerini görmediği bir heyecan aşılamış şu körpe kızın cinsel bir kudretin akisine manevî bir büyü taşıdığına inanmak üzereydi. Çünkü o, cinsel cazibenin bütün yönlerini ölçmüş bîr adamdı ve sarayında yaşayan üç yüz kadın da bunu kendisine her gün, her dakika hatırlatıyor ve yeni baştan öğretiyordu. Bu sebeple Kızıl Rusya’nın kumral gülüne bambaşka bir değer veriyor, onda sınanmış gerçeklerden de, hayali zevklerden de Üstün bir zevk kaynağı, bir neşe pınarı, ilahi kucaklaşma dalgalan yaratacak bir zeka okyanusu buluyordu.
Fakat bir şeyler söylemek de gerekliydi. Küçük bir mırıldanışı dünyanın her bucağında yankı yapan bu ağız, bir esir kızın gizemli çekiciliği önünde uzun süre kapalı kalamazdı. Krallıkları, imparatorlukları ve koca koca kıtaları karşısında eğilir görmek için yaratıldığına inanan hu kafa uzun dakikalar sersem bir şekilde tek kelime ermeden duramazdı. Mutlaka uyanmak, gücüne ve büyüklüğüne uygun hareket etmek zorundaydı.
Biraz. geç olmakla beraber Sultan Süleyman bu durumu kavradı, görünmez bir sihir ocağından tel tel süzülüp kalbinde şekillenen büyülü ağdan İradesini kurtarmaya çalıştı ve tadı bir rüyadan sıyrılır gibi göllerini annesine doğru açtı.
“Hakkın var valide! Küçük Rus çok alımlıymış. Tülle Örtülü elmasa benziyor. Vücudu pek belli olmuyor ama ışığı göz kamaştırıyor. Bu tülü yırtmak, cevheri açığa çıkarmak,” dedi.
Kırım’dan gelme cariyeyi bir saray bostancısına uygun gören ve bu düşüncesini açıkça söyleyen baş kalfanın korkudan rengi uçup dudakları titrerken Süleyman şu emri verdi.
“Küçüğün ayrı odası, ayrı sofrası, ayrı kalfası ve lalası olacak. Sandığı sepeti, bir hasekiymiş gibi hazırlanacak, üstüne toz kondurulmayacak. Gerisini validemle görüşürüm.”
Baş kalfa iliğine kadar yayılan korkudan kendini kurtaramamış bir durumda deminki patavatsızlığı yüzünden alacağı cezanın kendisine bildirilmesini bekliyordu. Hünkar, onun acıyla kıvrandığını görünce sesini serdeştirdi.
“Ne duruyorsun bre eksik etek! Küçüğü alıp götürsene!” dedi.
Baş kalfa, sersem bir sevinçle eğildi ve kekeledi. “Ayak öpmesin mi efendim? Ummadığı iyiliğe kavuşru, dün gelmişken bugün yüce cömertliğinizi gördü.”
Süleyman omuzlarını silkti, Rusyalı kıza baka baka cevap verdi.
“El öpmeyi, ayak öpmeyi ne bilsin yavrucak? Hele dinlensin, dillensin, yanını yönünü öğrensin. Ondan sonra kendisini saray göreneklerine alıştırırız. Bugünden zavallıyı sıkmayalım, ürkütmeyelim.”
Baş kalfa bir kere daha eğilip Hünkar’ı ve annesini ayrı ayrı selamladıktan sonra esir kıza döndü, bir haseki karşısındaymış gibi saygıyla kapıyı gösterdi.
“Buyurun efendim gidelim, odanızı hazırlayalım.” dedi.
Türkçe anlamayan kız, yapılan işaretten anladığı kadarıyla, odadan çıkması gerektiğini sezdi ve oraya girdiği dakikadan beri ilk kez gözlerini padişahın yüzüne çevirdi. Uzun bir bakışla padişahın esmer yüzünü süzdü. Padişah da ona baktığı için gözler karşılaşmış, bakışlar çarpışmış ve yürekler selamlaşmıştı. Kızıl Rusya’dan, Galiçya’nın adı anılmaz, sanı bilinmez
bir köyünden yakalanıp Tatar akıncılarının pençeleri arasında sürüklene sürüklene ovalar aşmış, dağlar dolaşmış ve denizler geçmiş olan küçük esir, yeryüzünde en büyük güç olarak tanınan Türk gücünü özünde canlandıran muhteşem padişahın bakışında, yarınki esir kalbin sonsuz hayranlığını ve Sultan Süleyman da onun bakışındaki gönül selamında sihirli bir gücün kıymeti biçilmiş egemenliğini sezmişti.
İşte Hürrem Sultan’ın saraya gelişi, Sultan Süleyman’la ilk karşılaşması böyle oldu. Hünkar, Kırım Hanı Mehmed Giray’dan gelen mektubun kılavuzluğuyla kızın Galiçya köylerinden Rogarino’da doğduğunu, babasının papaz olduğunu öğrenmişıi. Fakat bu biyografinin dikkate değer yeri yoktu. Çünkü büyük oğlunun annesi Mahidevran Kafkasyalı’ydı, soy sop bakımından kimin nesi olduğu belirsizdi. Dalmaçya’dan Macaristan’dan, Almanya’dan, Lehistan’dan, İspanyadan, Portekiz’den yakalanıp getirilmiş olan bütün öbür kızlar, sayıları üç yüzü bulan o renk…