Yetişkinler Tam Yedi Aydır
YOKLAR.
HER ŞEY BİR GECEDE OLDU.
Ölü bir kız, yaşayanların arasında dolaşmaya başladı. Zil ve İnsan Ekibi, Perdido Kumsalı’nı ateşe verdi. Ve alevlerle dumanların arasında Sam, yeryüzünde en çok korktuğu insanın siluetini gördü: Drake. Ama Drake ölmüştü. Sam ve Caine, Karanlık’la birlikte onu da yenmişti -ya da öyle sanmışlardı.
Perdido Kumsalı alevler içindeyken savaşlar başladı. Astrid, Kent Meclisi’yle, İnsan Ekibi mutantlarla, Sam’se Drake’le karşı karşıyaydı. Drake ölümden dönmüştü ve Sam’le yarım bıraktıkları işi bitirmekte kararlıydı. Tüm bunlar yaşanırken kahin Orsay ve Nerezza’nın yaydığı, yangın gibi giderek körüklenen ölümcül dedikodular ortalıkta dolaşıyordu. Ölümün, RSGB’den kurtulmanın yolu olduğunu söylüyorlardı. Şartlar her zamankinden daha kötüydü ve gençler çaresizdi. Peki gerçekten ölümün onları özgür kılacağına inanacak kadar çaresizler miydi?
***
BİR
66 SAAT, 52 DAKİKA
İĞRENÇ BİR DUVAR RESMİ.
Kırık camlar.
İnsan Ekibi’ne ait işaretler, amblemler ve ucubeleri uzak durmaları konusunda uyaran yazılar, her yeri kaplıyordu.
Sokağın yukarısında, Sam’in peşlerinden gitmek istemeyeceği kadar uzakta, en fazla on yaşlarında birkaç tane çocuk duruyordu. Zayıf ayışığında zaten zar zor seçildikleri için, sadece ana hatları belli oluyordu. Ellerindeki bir şişeyi sürekli birbirlerine uzatıp birer yudum alıyor ve bir yandan da sendeliyorlardı.
Otlar kentin her yerini kaplamaya başlamış, çimenler artık yoldaki çatlakların arasından fışkırmaya başlamıştı. Çöpler: Cips poşetleri, çikolata kağıtları, market torbaları, her türden kağıt, yırtık giysi parçaları, ayakkabı tekleri, hamburger kutuları, kırık oyuncaklar, cam kırıkları ve yamulmuş konserve kutuları -kısaca işe yaramaz her şey- etrafta bir renk cümbüşü yaratıyordu. Tüm bunlar, eski günlere dair üzüntü verici anılardı aslında.
Her yer zifiri karanlıktı. Eski günlerde böylesine karanlığın içine gömülmek için medeniyetten epey uzaklanması gerekirdi insanın.
Ne sokak lambaları yanıyordu ne de verandaların ışıkları. Elektrikler kesikti. Belki de sonsuza dek.
Kimse pilleri boşa harcamıyordu artık. Pil stoğu da önemli derecede azalmıştı çünkü.
Son zamanlarda mumla veya çöp tenekelerinin içinde bir şeyler yakarak etrafi aydınlatmaya çalışanlara da pek rastlanmıyordu artık, özellikle de yangın, üç evi kül edip evlerden birinin içindeki bir çocuğu da feci şekilde yaktıktan sonra. Çocuğu iyileştirebilmek için Şifacı Lana, yarım gün uğraşmıştı.
Su musluklardan eskisi gibi tazyikli gelmiyordu. Yangın muslukları da çalışmıyordu. Olası bir yangında herkesin oturup izlemekten fazla yapacak pek bir şeyi olmayacaktı.
Perdido Sahili, Kaliforniya.
Ya da en azından buralar bir zamanlar Kaliforniya’ydı demek daha doğru olur.
Şimdilerde ise Perdido Sahili’nin ya da yeni adıyla RSGB’nin nerede olduğunu, aslında ne olduğunu ve neden böyle olduğunu kimse bilmiyordu.
Sam’in, elinden yıldırımlar çıkartma yeteneği vardı. Bunu isterse insanları öldürmek için de kullanabilirdi veya sadece havada bir fener gibi asılı kalacak şekilde ışık küreleri de yaratabilirdi. Yani, tıpkı şişeye hapsedilmiş bir yıldırım gibi.
Ancak Sammy Güneşi adını verdikleri bu ışık toplarına çocukların pek azı ilgi gösteriyordu. İnsan Ekibinin lideri olan Zil Sperry, adamlarına bu ışıklardan almalarını yasaklamıştı. Normallerin çoğu da bu kurala uyuyordu. Ucubelcrin de bir kısmı bu ışıkları evlerine alarak, kim ve ne olduklarını ifşa etmek istemiyorlardı.
Korku, tıpkı bir hastalık gibi, her yana yayılmıştı. İnsandan insana geçerek gücünü gitgide arttırıyordu.
İnsanlar karanlığın içinde oturmuş korkuyorlardı. Her zaman korkuyorlardı.
Sam, kentin tehlikeli sayılabilecek doğu tarafindaydı. Zil, buraya ucubelerin girmesini yasaklamıştı. Biraz etrafta boy göstermeli ve hala yönetimin kendisinde olduğunu insanlara hatırlatmalıydı. Zil’in korku politikasından etkilenmediğini ispat etmek zorundaydı.
Çocukların buna ihtiyacı vardı. Kendilerini koruyacak birilerinin hala var olduğunu bilmeliydiler. Bu birileri de kendisiydi.
Bu role soyunmak istememişti ama yine de bundan kurtulamamıştı. Bundan sonra bunu sürdürmeye de kararlıydı. Ne zaman pes etse, dikkatini başka bir yana verse, farklı bir hayata sahip olmaya kalksa, her seferinde mutlaka kötü bir şeyler olmuştu.
O yüzden şimdi, sabahın ikisinde boş caddelerde yürüyordu. Ne olur ne olmaz diye de her an tetikteydi.
Kumsala doğru yürüdü. Artık denizde dalga yoktu elbette. Rüzgar bile esmiyordu. Bir zamanlar Perdido kumsallarına vuran muhteşem Pasifik dalgalarından artık eser yoktu.
Şimdilerde denizdeki tek kımıldanma, belli belirsiz dalgacıklardı. Bu bile, hiç olmamasından iyiydi elbette. Fakat yeterince iyi değil.
O sıralarda Lana’nın evi haline gelen Clifftop oteline doğru yürüyordu. Zil ona asla dokunmazdı. Ucube veya normal, hiç kimse asla Şifâcı’ya bulaşmazdı.
Clifftop, Sam’in sorumluluk alanı olan RDGB duvarının hemen bitişiğinde, tepede yer alıyordu.
Karşıdan birinin kendisine doğru yürüdüğünü görünce, gerilip kendini en kötü ihtimale hazırladı. Zil’in onu öldürmek istediğinden hiç şüphe yoktu. Dışarıda bir yerlerde, kardeşi Caine’in de aynı şeyi yapmak istediğinden emindi. Caine, gaiaphage ve psikopat Drake Merwin’i yok etmede kendisine yardım etmişti. Fakat Sam, onun değiştiğini düşünecek kadar saf değildi. Eğer Caine yaşıyorsa, mutlaka yeniden karşılaşacaklardı.
Gecenin içinde kendisini -insan veya başka bir şey- daha ne tehlikelerin beklediğini tahmin bile edemezdi. Karanlık dağlarda, güneş ışığı girmeyen mağaralarda, ormanda ve kuzeyde. Ve hatta fazla sakin okyanusta.
RSGB asla güvenli bir yer değildi.
Karşıdan gelenin bir kız olduğunu fark etti.
“Benim, Sinder,” deyince karşısındaki rahatladı.
“Nasılsın Sinder? Biraz geç olmadı mı?”
Sinder, RSGB’deki nice savaşta ve mücadelede hayatta kalmayı başarmış gotik bir kızdı.
“Sana rastladığıma sevindim.” Kızın elinde sapı bantlanmış metal bir boru vardı. Kimse, özellikle de geceleri, elinde bir silah olmadan dışarı çıkmazdı.
“İyi misin? Bir şeyler yedin mi?”
Artık standart selamlama şekli böyle olmuştu. Kimse karşısındakine “Nasılsın?” demiyor, onun yerine “Yiyecek bir şeyler bulabildin mi?” diye soruyordu.
“İdare ediyoruz.” Aşırı derecede beyaz teni onu olduğundan da küçük ve savunmasız gösteriyordu, öte yandan, elindeki boru, siyah ojeleri ve kemerine tutturduğu mutfak bıçağı, göründüğü kadar nazik olmadığının da işaretiydi.
“Sam, bilirsin ben insanların arkasından konuşmayı seven biri değilimdir,” dedi biraz keyifsiz bir şekilde.
“Evet, bunu çok iyi biliyorum.” Kızın konuşması için susup bekledi.
“Sorun Orsay,” diye devam etti Sinder ve ardından bir an susup omzundan geriye bir göz attıktan sonra, yüzünde suçlu bir ifâdeyle konuşmaya devam etti. “Onunla arada sırada sohbet ettiğimizi biliyorsun. İyi kızdır aslında. Biraz ilginç bir tip.”
“Evet.”
“Genelde öyle diyelim.”
“Anlıyorum.”
“Fakat zaman zaman garipleştiğinin sen de farkındasın.” Ardından keyifsizce sırıttı. “Bunu diyen benim üstelik.”
Sam bekledi. Uzakta bir yerde bir şişe kırıldı ve ardından kıkırdamalar işitildi. Kafayı bulan çocuklar boş içki şişelerini kırıyor olmalıydı. K.B. isimli bir çocuk bir süre önce elinde bir votka şişesiyle ölü bulunmuştu.
“Her neyse, Orsay, duvarın orada.”
“Duvar?”
“Kumsalın orada. O biraz… Diyor ki… Bak, gidip onunla konuş, tamam mı? Fakat seni benim yolladığımı söyleme. Anlaştık mı?”
“Hala orada mı? Saat gecenin ikisi.”
“Daha çok bu saatlerde bunu yapıyorlar. Zil’in veya senin onlara zorluk çıkartmanızı istemiyorlar. Duvarın Clifftop’tan aşağı inip kumsala vardığı noktayı biliyorsun, değil mi? Kayalıkların orası? Orsay orada işte. Yalnız da değil. Yanında başkaları var.”
Sam kötü bir şeylerin olduğuna dair bir ürperme hissetti içinde. Geçen birkaç ayda, belayı hissetmek konusunda hisleri oldukça keskinleşmişti. Şimdi de benzer şeyler hissediyordu.
“Pekala, gidip bir bakarım.”
“Peki. Sağol.”
“İyi geceler, Sinder. Kendine iyi bak.”
Kızı arkasında bırakıp gecenin içinde yürümeye devam etti. Bir yandan da bu defa kendini hangi deliliğin ya da tehlikenin beklediğini merak ediyordu. Clifftop’a çıkan yokuşu tırmandı ve Lana’nın balkonuna göz attı.
Lana’nın labradoru Patrick, geldiğini anlamış olacak ki kısa ve keskin bir tonda bir kez havladı.
“Benim, Patrick.”
RSGB’de hayatta kalabilen çok az kedi ve köpek vardı. Patrick’in hala hayatta olmasının sebebi de Şifâcı’nın köpeği olmasıydı.
Tepeden aşağı bir göz atınca kayalıklardaki birkaç kişiyi fark etti. Artık oldukça cılız dalgaların olduğu suyun içindeydiler. Buradaki büyük kayalıklar eskiden, Sam ve Quinn’in sörf yapmak için tahtalarını alıp geldikleri zamanlarda oldukça tehlikeliydi.
Sam’in aşağı inebilmek için bir ışığa ihtiyacı yoktu. Bunu gözü kapalı yapabilirdi. Eskiden olsa koşarak bile inerdi.
Kumsala vardığında insan seslerini işitti. Biri normal tonda konuşuyordu. Başka biri ise ağlıyordu. Ardına geçmenin imkansız olduğu, heybetli RSGB duvarı belli belirsiz bir şekilde parıldıyordu. Buna parıltı bile denemezdi. Daha çok yarı saydam bir hali vardı. Gri ve uzayıp giden bir boşluk.
Kumsalda yanan ufak bir ateşin zayıf ışığı kumların, kayaların ve denizin üzerine vuruyordu.
Kimse Sam’in geldiğini anlayamamıştı. Sam bu sayede, orada toplanmış olan yarım düzine çocuğun kimler olduğunu anlamak için zaman kazandı. Francis, Puro, D-Con, birkaç kişi daha ve elbette Orsay.
“Bir şeyler gördüm…” diye anlatmaya başladı Orsay.
“Bana annemi anlat,” diye ağladı biri.
Orsay, sakinleştirmek ister gibi kızın elini tuttu. “Lütfen, sevdiklerinize ulaşmak için elimden geleni yapıyorum.”
Orsay’ın yanındaki kız, “Telefon mu sandın Orsay’ı,” diyerek, diğerini azarladı. “Kâhin’in bariyerin diğer tarafıyla iletişim kurması oldukça zorlu bir iş. Onu biraz rahat bırakın. Sonra da sözlerine kulak verin.”
Sam, gözlerini kısarak konuşan kızın kim olduğunu görmeye çalıştı. Orsay’ın arkadaşlarından biri miydi? RSGB deki bütün çocukları tanıdığını sanırdı bir de.
“Baştan başlayın, Kâhin,” dedi koyu renk saçlı kız.
“Teşekkürler, Nerezza.”
Sam şaşkınlıkla başını salladı. Orsay böyle işler yapmaya başladığı gibi kendine menajer bile edinmişti. Ama Sam, Nerezza isimli bu kızı tanımıyordu.
“Bazı şeyler gördüm…” diye tekrardan anlatmaya başladı Orsay ve sanki yine birinin sözünü kesmesini beklermiş gibi bir an durakladı. “Bir imgelem.”
Bu son söz etrafta mırıldanmalara neden oldu. Belki de sadece kumların üzerinden akıp giden deniz suyunun çıkarttığı sestir, diye düşündü Sam.
“Hayalimde, RSGB’deki bütün çocukların tepenin üzerinde durduklarını gördüm.”
Birden bütün başlar dönüp tepeye bakmaya başladı. Sam yere eğilirken kendini aptal gibi hissediyordu: Zaten karanlıkta kimse onu göremezdi ki.
“RSGB’nin çocukları, daha doğrusu tutsakları, batmakta olan güneşi seyrediyorlardı. Çok güzel bir günbatımıydı. Hiç görmediğiniz kadar kırmızı ve canlıydı.” Orsay da bu hayalin etkisiyle büyülenmiş gibi gözüküyordu. “Ne kadar da kızıl bir güneşti.”
Şimdi herkesin dikkati yine Orsay’ın üzerindeydi. Tek bir çıt bile çıkmıyordu kalabalıktan.
“Kıpkırmızı bir gün batımı. Çocukların hepsi güneşi seyrediyordu. Fakat arkalarında bir ifrit vardı. Bir iblis.” Sanki ona bakamıyormuş gibi yüzünü buruşturdu. “Çocuklar birden o kızıl güneşin içinde bütün sevdiklerinin olduğunu fark ettiler. Hepsi kollarını onlara doğru uzatmıştı. Annelerimiz ve babalarımız. Hepsi sevgi ve özlem içindeydi. Çocuklarının eve dönmesini endişe içinde bekliyorlardı.”
“Teşekkürler, Kâhin hazretleri,” dedi Nerezza.
“Bekliyorlar,” dedi Orsay ve bir elini duvara doğru kaldırıp dalgalandırdı. “Duvarın hemen diğer tarafında. Gün batımının ardında.”
Sanki ipleri kesilmiş bir kuklaymış gibi olduğu yere çöktü. Bir süre hareket etmeden, elleri dizlerinin üstünde, yukarı doğru açık bir halde öylece durdu.
Sonra aniden gülümseyerek ayağa kalka.
“Hazırım.”
Avuçlarını RSGB duvarına yapıştırdı. Sam birden irkildi, önceki tecrübelerinden, bunun ne derece acı verici olduğunu iyi biliyordu. Tıpkı bir elektrik kablosunu kavramaya benziyordu. Görünürde bir hasar vermiyordu ama insan aynı acıyı hissediyordu.
Orsay’ın ufak yüzü acıyla buruştu. Fakat konuşmaya başladığında sesinde acıdan eser yoktu. Şiir okur gibi konuşmaya devam etti.
“Seni düşlüyor, Bradley”
Puro’nun gerçek adı Bradley’di.
“Seni düşlüyor… Knott’un Böğürtlen Çiftliği’ndesin. Ata binmeye korkuyorsun… Nasıl cesur olmaya çalıştığını hatırlıyor… Annen seni özlüyor…”
Puro sıkıntıyla iç çekti. Yanında kendi tasarımı olan silahı vardı. Ucuna jiletler takılmış olan oyuncak bir 1şın kılıcı. Saçlarını at kuyruğu şeklinde toplayıp lastikle tutturmuştu.
“Annen… burada olduğunu biliyor. Biliyor… yanına gitmeni istiyor…”
“Yapamam,” diye inledi Puro. Orsay’ın yardımcısı, teselli etmek için elini çocuğun omzuna koydu.