SARAYBOSNA, AĞUSTOS 1995
Tam bütün malzemeyi içine koyduğu sırt çantasının kilitini kaparken öyle müthiş bir patlama oldu ki, başını
hemen yukarı kaldırdı. Bu gibi olaylarda deneyimli olduğu için durdu ve bir bombanın daha patlamasını
bekledi. Ama hiçbir şey olmadı. Sadece derin bir sessizlik.
Amerikan kablolu haber ajansı GNS’in yabancı muhabirlerinin başı olan Bili Fitzgerald ceketini sırtına atıp odadan dışarı fırladı.
Koşa koşa merdivenlerden inip büyük salona girdi. Oradan geçip arka kapıların birinden dışarı çıkarak Holiday Inn’den ayrıldı. Otelin ana girişi Sniper Alley ismindeki dar sokağa açılıyordu. Çok tehlikeli olduğu için de bu kapı savaşın başından beri kullanılmıyordu.
Bili başını kaldırıp gözleriyle gökyüzünü taradı. Masmavi göğe yaslanmış birkaç beyaz bulutun dışında gökyüzü bomboştu. Savaş uçakları görünürde yoktu.
Zırhlı bir LandRover onun olduğu yere doğru hızla gelip hemen yanıbaşında durdu.
Arabanın sürücüsü Daily Mail’de çalışan eski bir arkadaşı, İngiliz gazeteci Geoffrey Jackson’dı. İleriyi işaret ederek
“Patlama sesi şu taraftan geldi” dedi ve ilave etti: “Benimle gelmek ister misin?”
Bili “Tabii isterim, teşekkürler Geoff’ diyerek LandRover’a atladı.
Yol boyunca hızla ilerlerken Bili içinden bu patlamanın ne olduğunu merak ediyordu. Geoffrey’e dönüp
“Herhalde üst taraftaki tepelere mevzilenmiş Sırpların Saraybosna’ya attıkları bir bomba daha, ne dersin?”
diye sordu.
“Hiç kuşkun olmasın, adamlar tepelere yerleşmişler. Artık kabullenmek lâzım. Bunlar şehri bombalamaktan vazgeçmiyorlar. Sivilleri hedef almaları çok canımı sıkıyor. Bu Tann’nın cezası savaşı
bütün dünyaya duyurayım derken bir kaza kurşununa hedef olup ölmek istemiyorum.”
“Ben de.”
Geoffrey, ön camdan dikkatle etrafı kollayıp, bir taraftan gelecek herhangi bir tehlikeyi önleyebilmek için dua ederken, bir taraftan da Bill’e “Senin ekip nerede?” diye sordu.
“Ben hazırlanırken onlar bir araştırma yapmak için çıktılar. Bizim bugün Saraybosna’dan ayrılmamız gerekiyor. Bir hafta İtalya’da kalıp biraz rahatlayıp, dinleneceğiz.”
Geoffrey bir kahkaha attı. “Vay şanslı herifler. Ben de sizinle gelip çantalarınızı taşıyabilir miyim?”
Bili de güldü. “Neden olmasın!”
“Ah keşke ahbap, keşke gelebilsem!”
Birkaç dakika sonra Geoffrey bir pazar yerinin önünde durdu. Biraz evvel gülen yüzü birden asılan İngiliz gazeteci “Tanrı’nm cezası bomba buraya düşmüş” dedi.
“Hınzır Sırplar Bosnalı sivilleri öldürmekten bakalım ne zaman vazgeçecekler. Bunlar resmen gangster be.”
“Öyle olduklarını sen biliyorsun, ben biliyorum. Balkanlar’daki bütün diğer muhabirler de biliyor. Ama batıdaki müttefikler biliyor mu?”
Geoffrey “Bana sorarsan hepsi bir alay sersem” deyip LandRover’ı parketti. İkisi de atlayıp indiler.
Bili, “Beni arabana aldığın için sağol. Benimkileri arayıp bulmam lâzım. Sonra görüşürüz” dedi. Geoffrey de “Tamam Bili, görüşmek üzere” deyip yürüdü, kalabalığa karıştı.
Bili de onu izledi.
Keşmekeş sürüp gidiyordu.
Kadınlarla çocuklar oradan oraya koşuşuyor, her taraf alev alev yanıyordu. Bili karmakarışık şeşlerle irkildi. Bu sesler, binaların yıkılırken çıkardıkları uğultu, korkudan çığlık çığlığa bağrışan kadınlarla çocukların sesi, yaralıların ve ölmek üzere olanların iniltileri, pazar yerinde ölen çocuklarının üzerine kapanıp hıçkırıklara boğulan annelerin feryatlarıydı.
Bili, bir evin yansı yıkık duvarına tırmanıp pazar yerinin diğer tarafına atladı. Etrafına bakındığında gördüğü katliamdan kalbi sıkıştı. Görüntü, korkunçtu.
Bili, devamlı değilse bile, uzun zamandan beri, ayağı yukarı üç senedir muhabir olarak Balkanlardaki savaşı izliyordu.
Bu, acımasız, vahşi bir savaştı. Ve de Bili neden Amerika’nın, sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi, hâlâ öbür yanağını çevirdiğini anlamakta zorlanıyordu. Bu davranış ona çok anlamsız geliyordu.
İçini soğuk bir ürperti kapladı. Ve cansız çocuğunu hâlâ kollarının arasında tutup, hüngür hüngür ağlayan genç bir kadının yanından geçerken sendeledi. Çocuğun kanı kara toprağa damlıyordu.
Bir an gözlerini kapadı, yürümüye devam edebilmek için güç bulmaya çalıştı. O, yabancı bir gazeteci, üstelik de savaş muhabiriydi. Ve de habercilik onun göreviydi. Duygusallığının haberciliğine ya da yaptığı
yorumlara set çekmesine izin veremez, izlediği olayların etkisi altında kalamazdı. Tarafsız olması şarttı.
Ama bazen, Tanrı’nın cezası, buna engel olamıyordu. Zaman zaman bu acı, insanların çektikleri, onu sarsıyordu. En fazla acı çekenler de masum insanlardı.
Pazar yerinde ortalıkta dolaşıp dururken, her şeyi, yanan binaları, meydana gelen tahribatı, bitkin, yenik, yaralı insanları görmezden gelemiyordu. Titredi, öksürdü. Simsiyah duman, yanık lastik kokusu ve de ölümün kokuşmuşluğu ile hava berbattı. Durdu, bir kere daha etrafına bakındı, gözleri ekibini aradı. Onlar da herhalde patlama sesini duymuş ve koşup gelmişlerdi. Hiç kuşkusuz burada, kalabalığın arasında bir yerlerdeydiler.
Sonunda gördü.
Kameraman Mike Williams, ses teknisyeni Joe Alonzo kalabalığın içine dalmış diğer TV ekipleri ve kameramanlarıyla beraber harıl harıl film çekiyorlardı. Herhalde bombayı duyar duymaz hepsi gelmişlerdi.
Bili, CNS ekibini yakalamak için koşarak yanlarına giderken etraftaki gürültüyü bastırmak istercesine, avazı çıktığı kadar “Ne oldur Bir bomba daha mı?” diye bağırıyordu.
Joe dönüp Bill’e baktı.
“Havan topu herhalde. Yirmi, otuz ölü var.” Mike başını çevirmeden, kamerasını, korkuyla birbirlerine sarılmış, kan lar içinde, şaşkın şaşkın etrafına bakman iki çocuğa doğrultup ekledi: “Belki de daha fazla, pazar bugün bayağı kalabalıktı.” Mike kamerayı durdurdu. Bill’e dönüp yüzünü buruşturdu “Bir hayli kadın ve çocuk vardı. Fena yakalandılar. Feci bir olay.”
Bili sadece “Aman Tanrım!” diyebildi.
Joe da, “Havan topu çok büyük bir çukur açtı” diye ilave etti.
Bili başını çevirdi arkadaşlarına baktı, kısık ama öfkeli bir sesle “Sırplar hiç kuşkusuz bugün pazarın kalabalık olacağını biliyorlardı. Bu vahşet!” dedi.
Mike, “Haklısın, vahşet. Ama biz artık bunların ne kadar vahşi olduklarını öğrendik, değil mi?” diye onayladı.
Bili başını salladı, Mike ile birbirlerine hak verircesine bakıştılar.
Bili, “Sivillerin topluca katledilmeleri” diye lafa başlarken, birden susup, dudağını ısırdı. Mike’la Joe bu lafları çok işitmişlerdi. Devamlı olarak tekrar etmenin anlamı yoktu. Ama yine de birazdan Amerika’ya seslenirken, kendini tutamayıp aynı sözleri tekrar edeceğini biliyordu.
Pazar yerinin öbür tarafında, birden yeni bir hareket oldu. Birleşmiş Milletler’in silahlandırılmış personelini taşıyan araçlar, birkaç resmi Birleşmiş Milletler arabası ve onları izleyen ambulanslar. Hepsi park edebilecekleri bir yer arıyorlardı.
Joe acı acı söylenmeye başladı: “Nihayet geldiler. Hiç gelmemektenşe geç gelmek iyidir. Tabii artık yapabilecekleri pek bir şey yok. Olsa olsa yaralıları taşır, ölüleri gömerler.”
Bili hiç cevap vermedi. O, kafasından, birazdan yapacağı konuşmayı geçiriyor, seçeceği sözcükleri, cümleleri hazırlıyordu. Yapacağı yorumun eksiksiz bir anlatımı ve de etkili, canlı, dokunaklı olmasını
istiyordu.
Mike kaşlarını kaldırıp “Anladığım kadarıyla biz izne çıkamayacağız . En azından bugün gitmiyoruz, değil mi Bili?” diye sordu.
Bili kafasındaki düşüncelerden bir an için sıyrılıp yanıtladı. “Hayır Mike. Buradan şimdi ayrılamayız. Bu olayın sonucunu beklememiz lâzım. Herhalde, herhangi bir şekilde bir tepki gelecek. Eğer Clinton ile diğer batılı liderler hemen kesin ve yerinde bir karar almazlarsa, bu defa halk sesini yükseltir.”
“Pekala” dedi Mike, “Kalıyoruz.” •
Joe söyleniyordu, “Hiçbir şey yapacakları yok. Hiç birisi görevini ciddiye almıyor. Ta başından beri katil Sırplara göz yumdular.”
Bili ona hak verdiğini göstermek için başını salladı. Zaten Joe Bosna’daki bütün basın mesuplarının ve televizyoncuların çok iyi bildiği bir gerçeği tekrarlıyordu. Mike’a dönüp sordu: “Acaba şimdiye kadar neleri kaydedebildik?”
“Herhalde bir hayli görüntü alabildik. Joe ile ben pazar yerine hemen hemen ilk gelenlerdeniz. Havan topu atıldıktan birkaç saniye sonra buradaydık. Top atıldığı an jipteydik ve buraya çok yakındık. Ben hemen görüntülemeye başladım. Öyle dehşet verici bir manzaraydı ki Bili.”
Joe üzerine basa basa ekledi. “Korkunçtu!”
Bili, “Bunları bütün dünyanın görmesi lâzım” dedikten sonra, hemen ilave etti: “Benim, spotu filme geçirebilecek
bir yer bulmam gerek. Mümkün olduğu kadar dramatik bir yer olsun istiyorum.”
“Tamam Bili. Teybe ne zaman kaydedeceksin?” “Aşağı yukarı on dakika sonra. Önce şuraya gidip ambulansların etrafında duran Birleşmiş Milletler personeli ile konuşup, başka olay olup olmadığını
öğrenmeye çalışacağım. “Tamam, ben de gidip hemen iyi bir yer bulayım.”
William Patrick Fitzgerald ünlü bir yorumcu ve hiç kuşkusuz kablolu haber ajansının starıydı. Yeryüzündeki bütün savaş alanlarından ve gittiği bütün belalı yerlerden verdiği ölçülü, doğru, ama sarsıcı haberleriyle tanınmıştı.
Açık renk teni, temiz görünümlü yüzü ve çocuksu yakışıklılığı otuz üç yaşında olduğunu göstermiyor, ama ciddi tavrı, TV kameraları karşısında onu başarılı yapıyordu.
Tatlı bir içtenlikle bakan mavi gözleri, sıcak gülümsemesi, Bill’in samimi ve dürüst karakterinin göstergesiydi. Bu nitelikleri de inandırıcılığını vurguluyor ve televizyonculukta başarılı olmasına neden oluyordu. Bu büyük saygınlığı da insanların ona inanmasını, güven duymasını sağlıyordu. İzleyiciler, söylediği her şeyi dikkatle dinliyor, her kelimesinin üzerinde duruyor ve onu her zaman ciddiye alıyorlardı.
Elbette CNS (Gable News System Kablolu Haber Ajansı) da ona değer veriyordu. Diğer televizyon kanalları Bill’i kendi taraflarına çekebilmek için can atıyorlardı. Bütün öneriler menajeri yoluyla ona ulaşıyor, Bili de her defasında hepsini geri çeviriyordu. O başka kanallarla ilgilenmiyordu.
Bu içten bağlılığı da bir başka güçlü yönüydü. Sekiz seneden beri çalıştığı CNS’den ayrılmayı hiç
istemiyordu. Biraz sonra pazar yerinde, yanan evlerin iç karartan dekoru önünde durduğunda içtenliği her zamankinden fazla belli oluyordu.
Bili, beş yıl önce kaybettiği saygın bir gazeteci olan babasından öğrendiği gibi ve her zaman uyguladığı, muhabirliğin eski bir kuralı olan KİM, NE ZAMAN, NEREDE, NE, NEDEN ve NASIL sorularını yanıtlarken kullandığı üzücü kelimeleri, iyi ayarlanmış bir ses tonuyla dile getiriyordu.
Bili sözlerine, “Bugün Saraybosna’da, kalabalık bir pazar yerinde, atılan bir havan topu mermisinin patlaması sonucu otuz yedi sivil hayatını kaybetti, pek çok kişi de yaralandı” diye başladı. “Havan topu, zaten harap olmuş bu şehre, civardaki tepelerde mevzilenmiş Sırp ordusu tarafından atıldı. Bu, çoğunlukla kadın ve çocuklardan oluşan masum ve silahsız insanlara karşı yapılmış iğrenç bir saldırıydı. Bombalama olayından hemen sonra gelen Birleşmiş Milletler gücü, bunu, Başkan Glinton ile diğer batılı müttefiklerin gözardı edemeyecekleri bir vahşet olarak değerlendirdiler. Birleşmiş Milletler’in üst düzey görevlileri Sırpların bu aşırı vahşetini, yersiz, ölçüsüz ve de kabul edilemeyecek bir saldırganlık olduğunu artık anlamaya zorlanmaları gerektiğini söylüyorlar. Bir Birleşmiş Milletler görevlisi, Sırpların böyle davranmakla barış müzakerelerini tehlikeye soktuklarına işaret ediyor.”
Bili, bombalama olayı hakkında biraz daha kapsamlı bilgi verdikten sonra, katliamın görüntüleriyle beraber yayınlanmak üzere yaptığı kısa bir açıklamayla günlük haber bültenini noktaladı.
Kendisine ayrılan on dakikanın sonunda Bili, kameranın karşısından ayrıldı ve yayının kesilmesini bekledi.
Sonra Mike ile Joe’ya dönüp, sakin bir sesle: “Daha önce konuştuğum bir Birleşmiş Milletler yetkilisinin, artık batının kesinlikle araya girip bir misilleme yapması gerektiğine inandığını yaptığım yoruma ekleyemedim. Aynı yetkili bunun kaçınılmaz olduğuna işaret ediyor. Bana ‘Halkın öfkesi her gün biraz daha artıyor’ diye anlattı.”
Joe ile Mike, BilFi kuşkuyla süzdüler.
İlk konuşan Joe oldu. Hiç inanmamıştı.
Joe başını iki tarafa salladı. Üzgündü. “Bu laflan çok duyduk. Bu tiksinti veren savaş, benim insanlara olan güvenimi galiba iyice sarstı. Billy dostum, göreceksin bak, kimse oralı olmayacak. Bunlar statükodan ibaret” dedi.
Ama Joe Alonzo yanılıyordu. Washington, Londra ve Paris’teki batılı müttefiklerin liderlerinin, Sırpların Bosnalı sivil halkı sistemli bir şekilde katletmelerini durdurmak içiri önemli adımlar atmaktan başka çareleri kalmadığını, aksi halde kendi halklarının öfkesi ve isyanıyla karşı karşıya kalacaklarını bilmeleri lâzımdı.
Havan topunun pazar yerine atılmasından iki gün sonra müttefikler, Saraybosna tepelerinde mevzilenmiş
Sırp ordusunun üzerine NATO’nun savaş uçaklarını gönderdiler.
30 Ağustos 1995 günü bombalama harekâtı ciddi bir şekilde başladı ve bu da savaşın en önemli saldırısı
oldu. İki hafta gibi kısa bir sürede 3,500 defa hücuma geçtiler. Bu saldırılarda Tomahavvk Gruise füzeleri bile kullanıldı.
Üçüncü hafta sonunda Sırplar geri adım atmaya başladı.ve Saraybosna tepelerinden ağır silahlarını çektiler; barış müzakerelerinden söz etmeye başladılar.
NATO’nun hücumu ve daha sonraki gelişmeler yüzünden Bili Fitzgerald ile CNS ekibi Bosna’da kaldı.
İtalya’da yapacakları bir haftalık tatilleri belirsiz bir tarihe ertelendi.
Bir akşam Holiday Inn’in halka açık yemek salonunda, büyük bir masada üçü beraber otururken, Bili arkadaşlarına dönüp “Hey, çocuklar, tatil imkanını kaçırdık diye üzülmüyoruz, değil mi?” dedi.
Mike, “Yok canım, hiç aldırmıyoruz. Amalfi’de birkaç güzel kızla beraber keyif çatmayı kaçırdığına kim aldırış eder ki! Hiç kimse böyle bir fırsatı kaçırdım diye üzülmez, hele Joe ile ben!” deyip omzunu silkerek ekledi: “Aslında güneş, deniz ve seks, artı nefis bir İtalyan yemeği herkese vız gelir”
dedi.
Bili de kıkırdadı.
Joe da gülerek, “Bakın, bana vız gelmez!” dedikten sonra en yakın arkadaşı olan kameramana sırıttı.
Sonra Bill’e döndü. “Bu seyahati öyle bir bekliyordum ki! Sen de Venedik’e gitmeyi çok istiyordun değil mi?
Haydi kabul et Bili”
dedi.
“Evet, haklısın, Venedik’e gitmeyi çok arzu ediyordum. Ama göreceksin bak, pek yakında orada olacağım.
Belki de önümüzdeki bir iki ay içinde giderim.”
Eylül’ün sonlarına gelmişlerdi. Saraybosna sokakları oldukça sakindi. Savaş şiddetini kaybetmiş, kana susamış Sırpların şehre yaptıkları baskınlar azalmış, ateş açmaları seyrekleşmişti. Yabancı medyanın tümü NATO’nun ısrarlı misillemelerinin Sırpları, batının şimdiye kadar sözünü etti 16
ği uzlaşma sözcüklerinden çok daha fazla yola getirdiğinin farkındaydı.
Bili sözlerine devam etti: “Bence burada işler artık yoluna girecek. Hem de pek yakında.”
Mike ile Joe’nun yüz ifadeleri buna inanmadıklarını gösteriyordu ve hiç cevap vermediler.
Bili meslekdaşlarmın yüzüne dikkatle bakarak, “Birazcık şansımız varsa, bu savaş yakında son bulur” diye ilave etti.
Joe her zamanki güvensizliği ve karamsarlığı ile, “Bahse girer misin?” diye sordu.
Bili hiç düşünmeden cevap verdi “Hayır, girmem. Sırpların ne yapacağı hiç belli olmaz. Onların ipiyle kuyuya inilmez.”
“Çok doğru. Adamlar aynı zamanda iki elleriyle birden ateş ederler. Manyak herifîer çok da hızlı silah kullanıyorlar,” diye Joe söylenmeye başladı. “Bu savaşı onlar başlattı, kendi işlerine geldiği zaman, yine onlar bitirecekler. Yani bütün istediklerini elde ettikten sonra.”
Bili de Joe’nun sözlerini tamamladı. “O da Bosna’nın büyük bir bölümü. Şayet bütünü değilse. Zaten bu savaşın amacı iktidar, toprak açgözlülüğü, ırk bağnazlığı ve soykırım değil mi?”
Mike da söze karıştı. “Açgözlülük, iktidar hırsı ve nefret zaten oldukça etkili bir bileşim.”
Kameraman, yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle yemek tabağına bir göz attı. Yüzünü buruşturdu, çatalını yerine bıraktı, burnu tiksintiyle kırıştı. “Çorba zaten su gibi ve lezzetsizdi, şimdi de bu et çok yağlı ve lezzetsiz. Bu Tanrı’nın cezası sokağa çıkma yasağı son günlerde iyice sinirime dokunmaya başladı. Her akşam burada yemek yemekten nefret ediyorum. Başka bir yer bulabilsek…”
“Saraybosna’da başka yemek yiyecek yer yok. En azından daha iyi bir yer yok. Hem biliyorsun, gece sokağa çıkamayız. Üstelik de sokaklarda ışık olmadığı için araba kullanmak zor oluyor.” diye hatırlattıktan sonra Bili sustu, iskemlesinin arkasına dayandı. Birden Mike ile Joe için endişelenmeye başladı.
Arkadaşları eskiden böyle her şeyden şikayet etmezlerdi. Son günlerde de devamlı yakınmaktan başka şey yapmıyorlardı. Aslında onları suçlayamıyordu. Bosna’da hayat şartları, iyiye gitmek şöyle dursun, gün geçtikçe kötüleşiyordu. Bili o an, bu anlaşmazlığın ilk günlerinde Balkanlara geldiğinde duyduğu sözleri hatırladı. Ona bu sözleri bir Fransız haber dergisinin muhabiri söylemiş, Bili de hiç aklından çıkarmamıştı.
“Bosna’da geçireceğin her gün, başka herhangi bir yerde geçirilen bir hafta, bir hafta bir ay, bir ay da insana bir sene gibi gelir.” Ne kadar doğru! Bu ülke yıpratıcı ve yorucu bir ülkeydi. İnsanın içini öldürüyor, ruhunu karartıyor, sinirlerini harap ediyordu. Fransız gazeteci de aynı Mike ile Joe gibi bir an önce buradan çıkıp gitmek için can atıyordu.
Joe acı acı güldü. “Çok haklısın. Bu yediğimiz şeylerin yemeğe benzer tarafı yok. İşin kötüsü, her akşam aynı kötü yiyecekler geliyor önümüze. Problem de bu ya.”
Bili, “Bosna halkının çoğunluğu açlıktan ölüyor” diye söze başladı ama aynı konuda devam etmek istemedi.