Yalıtılmış bir varlık değilsin,
Unutma ki kozmosun biricik, yeri doldurulamaz bir parçasısın.
Sen insanlık bulmacasında köklü bir parçasın.
Epiktetos, Yaşam Sanatı
Mutlu bir şekilde yaşamak … bütün insanların dileğidir,
Ancak sıra yaşamı mutlu kılanın ne olduğunu açıkça görmeye geldiğinde,
ışık el yordamıyla aranır;
Aslında, mutlu yaşamı elde etme güçlüğünün bir ölçüsü şudur
şayet insan yolda yanlış bir dönemece girmişse
onu elde etmek için ne kadar didinirse ondan o kadar uzaklaşır…
Seneca, “Mutlu Yaşam Üzerine”
Giriş
Mutluluğun Nesi Kötü?
Başlıktaki soru birçok okuru şaşırtacaktır. Sorudan beklenen de şaşırtmasıdır zaten –duraksatıp düşünmeyi teşvik etmesidir. Ne için duraksatacaktır peki? Çoğu zaman kafamızı meşgul eden mutluluk arayışımız −birçok okurun muhtemelen kabul edeceği gibi− yaşamımızın büyük bir kısmını meşgul eder ve durmak şöyle dursun … en azından (akıp giden, her zaman akıp giden) bir an için bile hız kesmez ve kesmeyecektir de.
Peki bu soru neden şaşırtır? Çünkü “mutluluğun nesi kötü” diye sormak buzun nesinin sıcak olduğunu ya da gülün nesinin leş gibi koktuğunu sormak gibidir. Buzun sıcakla ve gülün leş gibi bir kokuyla bağdaşmaması gibi, bu tür sorular da tasavvur edilemez bir birlikte olma halinin mümkün olduğunu varsayar (sıcaklığın olduğu yerde buz olamaz). Gerçekten de mutluluk nasıl kötü olabilir? “Mutluluk” yanlışın bulunmayışının eşanlamlısı değil midir? Yanlışın mevcudiyetinin imkânsızlığının ta kendisi değil midir? Her türlü yanlışın imkânsızlığı değil midir?
Gene de bu soru, Michael Rustin’in1 sorduğu, nitekim daha önce de kaygılı epeyce insan tarafından sorulmuş ve muhtemelen gelecekte de sorulacak olan bir sorudur. Rustin bunun nedenini şöyle açıklar: Mutluluğun ardından koşan milyonlarca erkek ve kadının devindirdiği bizimkisi gibi toplumlar daha da zenginleşiyorlar, ancak daha mutlu olup olmadıkları hiç de kesin değil. Anlaşılan, insanın mutluluk arayışı pekâlâ kendi kendini baltalamanın göstergesi olabiliyor. Eldeki bütün ampirik veriler, varlıklı toplumların nüfuslarında, mutlu bir yaşamın temel aracı olduğuna inanılan zenginlik artışı ile mutluluk artışı arasında hiçbir bağlantı olmadığını ortaya koyuyor!
Ekonomik büyüme ile mutluluk artışı arasındaki yakın bağıntının, en az sorgulanabilir hakikatlerden biri, belki de en aşikârı olduğuna dair yaygın bir inanış vardır. Bu en azından, en tanınan ve en çok saygı gösterilen politik liderler, onların danışmanları ve sözcülerinin bize söylediği −ve onların fikirlerine bel bağlama eğiliminde olan bizlerin de durup düşünmeden tekrarladığı− bir şeydir. Hem bu insanlar hem de bizler, bağıntının sahici olduğu varsayımıyla hareket ederiz. Onların daha da azimle ve enerjik bir şekilde bu inancı devam ettirmelerini isteriz –ve başarılarının (yani gelirlerimizi, nakdimizi, toplam tasarruflarımızı, mülkümüzü ve servetimizi artırmanın) yaşamlarımıza nitelik katacağını ve bizi daha mutlu hissettireceğini umarak onlara şans dileriz.
Gerçekte Rustin’in irdeleyip araştırdığı bütün araştırma raporlarına göre, “ABD ve Britanya gibi ülkelerde yaşam standartlarında görülen ilerlemeler öznel mutlulukta ilerleme olduğunu göstermiyor.” Robert Lane, savaş sonrası yıllarda Amerika’da gelirlerin muazzam artışına rağmen, Amerikalıların mutluluklarının azaldığı sonucuna varmıştır.2 Richard Layard da ulusal verilerin karşılaştırılmasından yola çıkarak şuna hükmetmiştir: Yaşamdan duyulan tatminle ilgili göstergeler gayri safi milli hasıla düzeyine büyük ölçüde paralel olarak yükselmesine rağmen, söz konusu göstergeler yalnızca yokluk ve yoksulluğun temel, “yaşamsal” ihtiyaçların doyumuna imkân sağladığı noktaya kadar önemli ölçüde yükselir –ve zenginlikte daha sonraki artışlarla birlikte tırmanış durur ya da sert bir biçimde duraksamaya meyleder.3 Genellikle, yıllık kişi başına ortalama geliri 20.000 ile 35.000 dolar arasındaki ülkeleri, 10.000 dolar sınırının altındaki ülkelerden yalnızca birkaç yüzde oranı ayırır. Görünen o ki, insanları gelirlerini artırarak daha mutlu etme stratejisi işe yaramamaktadır. Öte yandan, şimdiye kadar zenginlik düzeyiyle harikulade uyumlu olarak artıyor gibi görünen, vaat edilen ve beklenen, bir toplumsal gösterge de, aslında öznel mutluluk kadar hızlı artan suç artış oranı (ev soyma ve araba hırsızlığı, uyuşturucu ticareti, ekonomik yolsuzluk ve rüşvet) olmuştur. Sürekli olarak birlikte yaşamak şöyle dursun, katlanması bile güç olan, huzursuz ve tedirgin edici bir belirsizlik duygusunun, dağınık ve “kuşatan”, her yerde hazır ve nazır, bununla birlikte görünüşte dayanaksız, belirsiz ve bu nedenle çok daha fazla can sıkıcı ve çileden çıkarıcı olan bir belirsizlik duygusunun artışı olmuştur.
Son yirmi otuz yılda devletlerin belirlediği politikaların yanı sıra uyruklarının, yani bizim, “yaşam politikası” stratejilerimizi yönlendiren asıl amacın, “büyük çoğunluğun” genel mutluluk oranında bir artış −ekonomik büyüme ve gerektiğinde kullanılabilen nakit ve kredinin teşvik ettiği bir artış− sağlamak olduğu düşünüldüğünde, bu tür bulgular büyük bir hayal kırıklığı yaşatır. Bu, aynı zamanda devlet politikalarının ve mutluluk arayışımızın başarı ve başarısızlığını ölçmede asıl kıstas işlevi de görmüştür. Hatta modern çağın, gerçekten bütün insanların mutluluk aramaya hakkı olduğunun beyan edilmesiyle ve (daha etkili olmakla beraber, daha az külfetli ve müşkül hale getirerek) bu arayışın, yerini aldığı yaşam tarzları üzerindeki üstünlüğünü kanıtlama vaadiyle başladığını söyleyebiliriz. O halde, bu tür bir kanıtlamayı (esasen, “gayri safi milli hasıla”daki artışla ölçüldüğü şekilde sürekli ekonomik büyümeyi) gerçekleştirdiği varsayılan araçların yanlış bir şekilde seçilip seçilmediğini sorabiliriz. Eğer öyleyse, bu tercihteki yanlışlık tam olarak neydi?
İnsanların bedensel ya da zihinsel emekleriyle var ettiği çeşitli ürünlerin tek ortak paydası, piyasada onlara biçilen fiyattır. Bu ürünlerin piyasada bulunabilirliğinin artışı ya da düşüşüyle ilgilenen “gayri safi milli hasıla” istatistikleri, alım-satım işlemleri esnasında el değiştiren para miktarını kayıt altına alır. GSMH göstergeleri, bariz görevlerini iyi bir şekilde yerine getirsin ya da getirmesin, mutluluğun artışı ya da azalışının göstergeleri olarak görülüp görülmeyeceklerine ilişkin soru halen ortadadır. Daha çok para harcandıkça bunun, harcayanların mutluluğundaki benzer bir artışla çakışması gerektiği varsayılır; fakat bu muallaktır. Örneğin, heyecan verici, enerji tüketen, risk dolu ve sinir bozucu bir faaliyet olarak bilinen mutluluk arayışı daha sık zihinsel depresyon vakalarına yol açarsa, anti-depresanlara daha fazla para harcanması muhtemeldir. Eğer, araba mülkiyetindeki artış yüzünden, araba kazalarının sıklığı ve kaza kurbanlarının sayısı artarsa, araba tamirleri ve tıbbi tedavi giderleri de o kadar artacaktır. Eğer musluk suyunun kalitesi her yerde düşmeye devam ederse, ister kısa ister uzun olsun, bütün seyahatlerde çantalarımızda taşınmak üzere su satın almaya giderek daha fazla para harcayacağızdır (ne zaman bir havaalanı güvenlik kontrolü noktasına yaklaşsak şişeyi derhal içip bitirmemiz istenir ve biz de kontrol noktasının diğer tarafında bir başka şişe satın almak zorunda kalırız). GSMH rakamlarını yükselten bütün bu tür ve pek çok benzer örnekte, daha fazla para el değiştirir. Buna hiç şüphe yok. Ancak, anti-depresan tüketicilerinin, araba kazası kurbanlarının, su şişesi taşıyanların ve aslında kötü talihten endişe duyan ve acı çekme sırasının kendilerine gelebileceğinden korkan bütün insanların mutluluğundaki paralel bir artış ise çok daha az belirgindir.
Bu yeni bir şey değil aslında. Jean-Claude Michéa’nın yakın zamanda “modern proje”nin4 karmaşık tarihini vakitlice yeniden yazarken hatırlattığı gibi, uzun zaman önce, 18 Mart 1968’de Robert Kennedy başkanlık seçim kampanyasının en hararetli zamanında, GSMH’ye dayalı mutluluk ölçütüne ilişkin yalana sert bir saldırıyla yanıt vermişti:
Bizim GSMH’miz, hesaplamalarında, hava kirliliğini, tütün reklamlarını ve otobanlarımızdan yaralıları toplamak üzere kullanılan ambülansları hesaba katar. Evlerimizi korumak için tesis ettiğimiz güvenlik sistemlerinin ve evlerimize gizlice girmeyi başaranları tıktığımız cezaevlerinin maliyetlerini kayda geçirir. Sekoya ormanlarımızın yıkımını ve bunlarının yerlerini, genişlemenin ve kaotik kentleşmenin almasını içerir. Napalm bombalarının, nükleer silahların ve kent kargaşasını zapt etmek için polisin kullandığı silahlı araçların üretimini içerir. Çocuklara oyuncak satmak için şiddeti yücelten televizyon programlarını… kayda geçirir. Öte yandan, GSMH çocuklarımızın sağlığından, eğitimimizin kalitesinden ya da oyunlarımızın neşesinden söz etmez. Şiirimizin güzelliğini ve evliliklerimizin kudretini ölçmez. Politik tartışmalarımızın niteliğini ve temsilcilerimizin güvenilirliğini değerlendirmekle ilgilenmez. Cesaretimizi, aklımızı ve kültürümüzü dikkate almaz. Ülkemize duyduğumuz şefkat ve adanmışlık hakkında tek bir söz söylemez. Kısacası GSMH, yaşama cefasını değerli kılan şeyler dışında her şeyi ölçer…
1
Mutluluğun Istırapları
Binlerce azametli kişinin ve onlara katılmanın hayalini kurarak koşuşturan bir o kadarının vazgeçilmez günlük gazetesi olan Financial Times, ayda bir kuşe kâğıda basılmış How to Spend It (Nasıl Harcamalı) isimli bir ek yayınlar. Başlıkta ima edilen şey paradır. Daha doğrusu, daha fazla nakit vaat eden bütün yatırımları hesaba kattıktan sonra, ev ve bahçeyle ilgili faturaları, terzi faturalarını, eski eşlerin nafakalarını ve eğlence salonlarının ücretlerini ödedikten sonra geriye kalan nakit paradır. Başka bir deyişle, azametli kişilerin boyun eğdikleri zorunluluk çeşitlerinin ötesindeki (bazen geniş ve hep daha da geniş olması istenen) özgür seçim sınırıdır. Harcanacak para, sinir bozucu ölçüde rizikolu tercihlerle dolu günlerin ve atılacak yanlış adımlar ve oynanacak yanlış bahislerden duyulan korkunun musallat olduğu uykusuz gecelerin karşılığında umulan mükâfattır; bu para, acıları katlanılır kılan keyiftir. Kısacası, “para” mutluluk anlamına gelir. Daha doğrusu mutluluk anlamına gelen mutluluk umududur. En azından böyle telakki edilir ve yürekten umulur…
Ann Rippin elde edilen mutluluğun maddi kaynağı/belirtisi/kanıtı olarak “yıldızı parlayan modern genç bir insana” neyin vaat edildiğini bulmak için Nasıl Harcamalı’nın sayılarını sırasıyla gözden geçirmişti.1 Beklendiği gibi, mutluluğa gittiği varsayılan bütün yollar mağazalar, restoranlar, masaj salonları ve paranın harcanabileceği diğer yerlere çıkıyordu. Elbette bu da büyük miktarda bir para demekti: bir şişe konyak için 30.000 pound ya da diğer şişelerin eşliğinde bunu depolayarak, hayran olmaları için davet edilen arkadaş topluluklarını büyülemek (ya da kıskandırmak, aşağılamak, mahcup etmek, yıkmak) için şarap mahzenine 75.000 pound vermek vb. Ancak, bazı mağaza ve restoranların, neredeyse bütün insan soyunu dışarıda bırakacağı kesin olan fiyatlarının da ötesinde, onları kapılarına bile yanaşmaktan alıkoyacak, sunabilecekleri fazladan bir şeyleri vardır: elde etmesi son derece güç olan ve −sıradan insanların ulaşmayı hayal bile edemeyecekleri yüksek seviyelere ulaşmış− “seçilmiş olma”nın kutsal hissiyle bunu elde eden çok küçük bir azınlığa bahşedilen gizli bir adres. Belki de bir zamanlar ilahi lütfu duyuran meleği dinleyen mistiklerce deneyimlenen türde bir hissiyattır bu; ancak, ciddi, ayakları yere basan, gerçekçi “şimdi-mutluluk-zamanı!” diyen çağımızda, mağazaların yanından geçmeyen kısa yollar bulmak imkânsız olmasa da çok zordur.
Nasıl Harcamalı’ya düzenli katkılarda bulunanlardan birinin ifade ettiği gibi, bazı fahiş fiyatlı parfümleri “bu kadar çekici” kılan şey, onların “sadık müşterileri için özel paketler içinde tutulmalarıdır”. Olağanüstü güzel bir kokunun yanı sıra, görkemli olanı üreten şirkete ait olmaya dair görkemli bir koku simgesi sağlarlar. Ann Rippin’in ileri sürdüğü gibi, özel bir kategoriye –neredeyse başka herkese kapıları kapalı bir şirkete− ait olan bu ve benzer türde saadetler, (cakalı şeyler yapmak ve başkalarının erişemediği yerleri ziyaret etmekle dışavurulan) yüce bir zevk, dirayet ve erbaplık simgesiyle birleşir. Bu birleşimin özü, ayrıcalıklılığın, seçilmiş azınlığın arasında olunduğunun bilinmesidir. Damak, göz, kulak, burun ve parmakların zevkleri, şayet varsa, bu zevklerin ancak çok azının, başka kimselerin damak ve diğer duyu organlarının zevkine hitap edebildiğinin bilinmesiyle çoğalır –üstelik çoğu insan bu zevkleri tatmak için varını yoğunu verecek olsa bile… Azametli insanları mutlu kılan bu ayrıcalık duygusu mudur? Mutluluk yolunda ilerlemenin ölçüsü, bu yoldaki arkadaş zümresinin gitgide azalması mıdır? Yoksa, ister açık bir şekilde ifade edilsin, isterse üzeri kapatılsın ve hiç telaffuz edilmesin, Nasıl Harcamalı okurlarının mutluluk arayışını yönlendiren en azından bu inanç mıdır?
Mesele ne olursa olsun, Rippin’e göre, mutluluğa bu yoldan ulaşmak olsa olsa kısmen başarılı olabilir: Bunun getirdiği anlık keyifler dağılır ve hızlıca uzun vadeli endişeye dönüşür. Rippin’in vurguladığı üzere, Nasıl Harcamalı’nın editörlerinin tasarladığı “fantezi dünyası”, “kırılganlık ve geçicilik” ile belirlenir. “İhtişam ve ifrat yoluyla meşruluk mücadelesi, istikrarsızlık ve kırılganlık demektir.” Bu “fantezi dünyası”nın sakinleri, “yeterince güvende olmak için asla yeterince şeye sahip olamayacaklarının” farkındadırlar. “Tüketim, güvence ve doymuşluk yerine endişe artışına neden olur. Kâfi olan asla kâfi gelmez.” Nasıl Harcamalı’nın yazarlarından birinin uyardığı gibi, “herkesin” lüks bir arabaya kesesinin elverdiği bir dünyada, gerçekten gözü yüksekte olanların “daha iyisine erişmekten başka hiçbir seçenekleri yoktur”.
Şayet daha yakından baktığınızda çarpıcı olan şey işte budur. Fakat herkes böyle bakmaz, hatta çok az kişi bunu önemser, çok daha azı da önemsese bile bunu beceremez –zira iyi manzaralı yerlerin bedeli olanaklarının çok ötesindedir ve bu manzara daha yakına gelmeye karşı koyar. Ancak, çoğumuzun Hello ve diğer paparazzi dergilerinin teveccühüyle görebildiği türde “mutluluk arayışları”na ara sıra göz atmak, bunu denemeye karşı bizi uyarmak yerine örnek almaya davet eder. Ne de olsa, sizi birinci sınıf insanlardan biri yapacak olan budur… Endişeden doğacak ıstırap ihtimali, ne kadar rahatsız edici olursa olsun, zirveye ulaşmak için ödenmesi gereken küçük bir bedeldir. Mesaj anlaşılır olduğu kadar mantıklı da görünmektedir: Mutluluğa giden yol, mağazalardan geçer ve mağazalar ne kadar seçkin olursa, ulaşılan mutluluk da o kadar büyüktür. Mutluluğa ulaşmak başka insanların edinme şansı veya olasılığının bulunmadığı şeyleri elde etmek demektir. Mutluluk bir adım ileride olmayı gerektirir…
Ara sokaklara gizlenmiş butikler ya da seçici (ve tedbirli!) bir şekilde açığa çıkmış adresler olmasaydı, anacadde mağazaları gelişmezdi. Ara sokak butikleri anacadde mağazalarından farklı ürünler satar, ancak aynı mesajı verir, çarpıcı biçimde benzer düşleri hayata geçirmeyi vaat ederler. Butiklerin seçilmiş azınlık için yaptığı şey, şüphesiz anacaddedeki kitlesel kopyaların vaatlerine otorite ve güvenilirlik katacaktır. Her iki örnekteki vaatler de çarpıcı biçimde benzerdir: Vaat sizi “… daha iyi” yapar ve böylece sizin yaptığınızı yapmayı düşleyip de başarısız olan diğerlerini ezebilmenizi, aşağılamanızı ve hor görmenizi sağlar. Kısacası, bir adım ileride olma şeklindeki evrensel kurala ilişkin vaat sizin için işlemektedir…
Birçok Financial Times okurunun başvurduğu bilinen bir başka gazetede, düzenli olarak bilgisayar oyunu piyasasındaki yenilikler incelenmektedir. Sayısız bilgisayar oyunu, popülerliğini sunduğu eğlenceye borçludur: Gerçek dünyada zorunlu ve önüne geçilemez olduğu kadar riskli ve tehlikeli de olan, bir adım ileride olma pratiğinin güvenli ve özgürce seçilmiş provalarıdır bunlar. Bu oyunlar, yaralanma korkunuz veya başkalarını yaralamaya karşı vicdani itirazınızdan ötürü engellenmemiş olsanız, sizin sürüklendiğiniz, hatta yapmış olmayı dileyebileceğiniz şeyleri yapmanızı sağlar. “Son katliam”, “ayakta kalan son insan” ve “imha derbisi” olarak önerilen bu oyunlardan biri, coşkulu bir sese sahip ve pek de ironik olmayan bir eleştirmen tarafından şöyle tanımlanıyor:
En eğlendirici olanlar […] pek çok arena etkinliklerinden birinde, arabanın ön camından sürücüyü bir bez bebek gibi savurup havaya fırlatmak için zamanlama ve hassasiyetle çarpışmanızı gerektiren olaylardır. Bahtsız başkahramanınızı devasa bovling pistlerinden aşağı fırlatmaktan, çok geniş su yüzeyleri boyunca bir çakıl taşı gibi kaydırmaya kadar her şey aynı ölçüde tuhaf, şiddet yüklü ve komiktir.
Bir adım ileride olmayı bu kadar eğlenceli kılan ve “oynamayı böylesine komik” yapan şey, kahramanınızın “bahtsızlığı”na (size aynen karşılık verme acizliğine) karşı sizin hünerinizdir (darbe savurmaktaki zamanlamanız ve hassasiyetinizdir). Özsaygı, üstün becerilerinizin sergilenmesinden kaynaklanan egonun şişirilmesi, kahramanın hor görülmesi pahasına elde edilmiştir. Siz sürücünün koltuğunda güvenle otururken, ön camda savrulan bez bebek benzeri kahraman olmasa, sizin hüneriniz gene aynı olsa da ancak kısmen tatmin edici ve bir o kadar da kısmen eğlendirici olabilir.
Max Scheler uzun zaman önce, ta 1912’de, sıradan insanın, değerleri kıyaslamadan önce onları deneyimlemek yerine, bir değeri ancak başka bir kişinin mülkleri, şartları, vaziyeti ya da nitelikleriyle “kıyaslama yoluyla ve bu süreçte” değerlendirdiği belirtiyordu2. Sorun şu ki bu tür bir kıyaslamanın yan etkisi çoğunlukla bazı takdir edilen değerlere sahip olunmadığının keşfidir. Bu keşif ve dahası söz konusu değerin elde edilmesi ve tasarruf hakkının kişinin kapasitesinin ötesinde olduğunun farkındalığı, son derece güçlü duygular uyandırır ve birbirine zıt ama eşit ölçüde güçlü tepkileri harekete geçirir: Dayanılmaz bir arzu (tatmin edilmesi imkânsız olabileceği şüphesinden dolayı daha da fazla eziyetli hale gelir); ve hınç –söz konusu değeri, sahipleriyle birlikte küçülterek, alaya alarak ve değersizleştirerek, kendini değersizleştirme ve hor görmeyi önlemek için çaresiz bir isteğin neden olduğu kin. Aşağılama deneyimi karşılıklı iki çelişkili istekten meydana geldiği için, bu deneyimin son derece belirsiz bir tavır (prototip bir “bilişsel uyumsuzluk”, irrasyonel davranış kaynağı ve aklın savlarına karşı geçilemez bir kale) meydana getirdiğini belirtebiliriz. Aynı zamanda bu durum, bundan muzdarip olanlar açısından daimi bir endişe ve ruhsal rahatsızlık kaynağıdır.
Ancak, Max Scheler’in öngördüğü gibi, muzdarip olanlar çağdaşlarımızın çok büyük bir bölümünü oluşturur; hastalık bulaşıcıdır ve akışkan modern tüketim toplumunun müdavimi çok az insan, bu bulaşma tehlikesine karşı tamamen bağışık olmakla övünebilir. Scheler, politik ve diğer hakların görece eşitliği ile biçimsel olarak kabul edilen toplumsal eşitliğin, gerçek iktidar, mülkiyet ve eğitime ilişkin muazzam farklarla beraber el ele gittiği bir toplumda savunmasızlığımızın kaçınılmaz olduğunu söyler. Gerçekte herkesi eşitlemekten aciz olan bu toplum, herkesin, kendisini başka herkesle eşit olduğunu düşünme “hakkına sahip olduğu” bir toplumdur….